Edebiyatta güncel haberleri burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım arkadaşlar.Haberler hakkında yorum yapıp fikir alışverişinde bulunalım istedim.
'Müstehcen neşriyat'ın mucizeleri / Semih Gümüş - 30.09.2005
Radikal Kitap'ın 9 Eylül tarihli sayısında görmedinizse dönüp bakmanızı önereceğim bir ilan yayımlandı. Oğlak Yayınları'nın, yayımladığı klasiklerden otuz altıncısı olan George Sand'ın Leone Leoni'sini okurlarına duyurmaktan çok, 'Yeter artık!' dediği ve sonraki günlerde yanında Ülkü Tamer'den başkasını görmediği bir çağrıydı bu. Kültür yayıncılığımızın seçkin yayınevlerinden Oğlak Yayınları'nın öfkesindeki balın kokusunu alamayanların çoğunlukta olduğu dünyayı, gene bizim dünyamız diye hoşgörüyle görmezden gelmeye gönlümüz razı olacak mı? Bana kalırsa yayıncılık tarihimize geçecek güzellikteki bu kısacık çağrı, bir yayınevinin yayımladığı kitaplara sahip çıkma biçimine de örnek oluşturuyordu.
Klasikleri özenle Türkçeye kazandırmanın nasıl bir uğraş olduğunu herkes bilmez. Sonunda özgün dillerinden yapılan çevirilerle evimizin baş köşesine kondurduğumuz görkemli yapıtlardan söz ediyoruz. İyi İngilizce çevirmenlerinin sayısı neyseki az değil. Gelin görün ki, vazgeçilmez bir Thomas Mann romanının ya da Proust'un Kayıp Zamanın İzinde'sinin çevrilmesi için bile on yıllarca beklendi. Rusçadan çeviriler için şanssız sayılmayız, ama bugün kaç İtalyanca çevirmenimiz var, çevrilmeyen klasikleri dilimize kazandıracak?
Bir ayda elli beş klasik!
Bu büyük dillerden klasiklerin tümü çevrilmediğine göre, nitelikli kültür yayıncılarının daha yapacak çok işi var. Durum bir açıdan böyle görünüyor, ama son on, on beş yılın tortusu, bizim göremediğimiz bir başka açıdan da bakılması gerektiğini gösteriyor. Nitelikli çevirmenlerin azlığından yakınırken, bazı mucizeleri görmezden gelmekten de korkarım. Epeyce bir süredir bazı yayınevleri önceden yayımlanmış klasiklerin tümünü bir de kendileri yayımlıyor. Bir de ben çevireyim, diyen kültür savaşçıları, onlarca klasiği kısacık bir zamanda, belli ki yemeden, içmeden, uyumadan çevirmeyi sürdürüyor. Bu çevirmenlerin üretkenliklerini araştırmayı deneyenler, bizim gibi kötümser yayıncıların sorunları dile getirme biçimini de sanırım artık mızmızlık olarak görecekler.
Örnekse, Oğlak Yayınları da otuz altı klasik kitap yayımlamış, ama belli ki tembellikten, en az on yılda. Oysa yeni kurulmuş, taptaze bir yayınevi olduğunu gördüğüm ve yayıncılık dünyası içinde hakkında hemen hiçbir şey öğrenemediğim İskele Yayıncılık, 2005'in Temmuz ayında, yalnızca bir ay içinde elli beş büyük klasik yapıt yayımlamış.
Yayıncılığı bilenler, bir yayınevinin elli beş kitabı bir ay içine sığdırmasının akıl kârı olmadığını düşünebilirler, ama bu girişim çok önemli bir deney olarak da incelenebilir. İskele Yayıncılık'ın elli beş klasiğinin büyük marketlerde sepetler içinde satıldığını görüyorum, ucuza, yok pahasına, üst üste atılmış biçimde, sokak pazarı görüntüsünde. Belki bir satış ve pazarlama zekâsı, kitabı okurun ayağına kadar düşürme çabası vardır bunda da.
Üstelik bu başarının ardında birkaç çevirmen var ki, onların bugüne dek bilinmemesini yayıncılar için bir körlük bile sayabiliriz. Çok önemli bir çevirmen olduğu anlaşılan Mustafa Bahar'ın İskele Yayıncılık'ın elli beş kitabından yirmi beşini çevirdiğini söylesem, şaşırır mısınız? Bu çevirmenle bugüne dek kimse ilgilenmediğine göre, şimdi de şaşırtıcı bulunacağını sanmam.
Flaubert, Nietzsche ya da Dostoyevski'nin yapıtlarını İngilizceden çevirdiğini düşünemeyeceğimize göre, Mustafa Bahar İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusçanın dördünü birden klasikleri çevirebilecek kertede biliyor demektir. Bu durumu biraz daha düşünmenizi öneririm; çünkü Mustafa Bahar yirmi beş klasiği art arda çevirirken tamamladığı çevirilerin bir tekinin bile önceden yayımlanmasını istememiş de, tümünün birden Temmuz 2005'te, bir ay içinde yayımlanmasını istemişse, buradaki alçakgönüllülüğe de bakar mısınız? Yirmi beş kitap, dört büyük dilden on bin sayfalık çeviri, ama on yılda çevrilebilecek bu benzersiz külliyatın tek bir ayda yayımlanmasını bekleyebilecek sertlikte bir sabır taşı.
Bugüne dek çevirmen bulamayan yayıncıların görmezden geldiği Mustafa Bahar'ın olağanüstü külliyatındaki çeviriler arasında neler mi var? Dostoyevski'den Ölü Evinden Anılar, Karamazov Kardeşler, Suç ve Ceza, Ezilenler, Delikanlı; Tolstoy'dan Anna Karenina; Balzac'tan Goriot Baba; Defoe'dan Robinson Crusoe; Dickens'tan İki Şehrin Hikâyesi; Hemingway'den Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Silahlara Veda; Flaubert'ten Madame Bovary; Stendhal'den Parma Manastırı ve daha neler...
Öte yandan, ne denli saygı duyulacak bir tutumdur ki, bu klasiklerin daha önce yapılmış çevirilerinin hiçbirini beğenmediği için tümünü baştan çevirmiş bir kültür emekçisiyle de karşı karşıyayız. Yalnızca anlaşılmaz bir tek nokta var, o da Mustafa Bahar'ın niçin bunca emeği bizde çevrilmemiş bir tek klasik için bile harcamadığı. Bu denli çalışkan bir çevirmenin, bu arada Türkçeye yeni klasikler kazandırmayı düşünmemesi gerçekten anlaşılır gibi değil.
'Beğenmedim, çevirdim'
Kaldı ki, İskele Yayıncılık'ın tek önemli çevirmeni Mustafa Bahar da değil; bir de aynı soyadını taşıdığı için yakınlıkları olduğunu düşündüğüm Elanur Bahar var ki, onun da Tolstoy'dan Diriliş ve Çocukluk; Dostoyevski'den Beyaz Geceler, Yeraltından Notlar ve Budala; Fransızca'dan da Zola çevirileri var.
Bu aileden olduğunu sandığım Nurettin Bahar'a gelince, o da sözgelimi Attila Tokatlı'nın Savaş ve Barış çevirisini beğenmemiş, oturup dört cilt, 2000 sayfalık bu büyük yapıtı kendi çevirmiş, onunla da yetinmemiş, Nurullah Ataç'ın Kızıl ve Kara çevirisini de beğenmeyip bir başka oturuşta da bu büyük romanı Kırmızı ve Siyah adıyla çevirmiş. İskele Yayıncılık çevirmenlerinin hiçbiri, bu büyük yayıncılık hizmetine katkı yaparken nedense bugüne dek bizde yayımlanmamış bir tek klasiği çevirmeyi düşünmemiş, ama bu kadar kusur hangimizde yok...
İskele Yayıncılık'ın inanılması güç, bir söylenceye dönüşebilecek yayıncılık hikâyesini yalnızca benim burada anlatmam olanaksız. İsterim ki, başkaları da bu büyük yayıncılık ve çevirmenlik hikâyesiyle ilgilensin, bu mucize üstüne yazılar yazsın, dergiler özel sayılar, gazetelerin kültür sayfaları haberler yapsın. Bu tür kahramanlıkların yalnızca İskele Yayıncılık'a özgü olduğunu söylemek de doğru değil. Daha nice benzersiz hikâye var yayıncılık dünyamızda. Sözgelimi benim bugüne dek bilmediğim çevirmenlerden biri de Burhan Bolan, pazarlama yöntemiyle sayısız kitap satmış Engin Yayıncılık çevirmenlerinden. Gelgelelim, o da Türkçeye yeni bir klasik kazandırmayı düşünmemiş, ama Dostoyevski'den Ezilenler, Delikanlı; Jack London'dan Demir Ökçe; Zola'dan Toprak, Meyhane; Dickens'tan Büyük Umutlar, Antikacı Dükkânı, İki Şehrin Hikâyesi, David Copperfield; Balzac'tan Kibar Fahişeler; Prevost'dan Manon Lescaut; Merimee'den Carmen gibi, üç dilden klasikler çevirmiş.
Telif hakları nerede?
Öte yandan, bu yayıncılık ve çeviri başarılarının yanında, çok iyi biliyoruz ki yayımlanmış çevirileri küçük değişikliklerle kendi çevirileriymiş gibi ucuza mal edip yok pahasına satabilen korsan yayıncılar da var. Yayıncılık dünyasının yakından tanıdığı, bildiği, ama nedense kolayca sineye çektiği bu hırsızlıklar nice zamandır yapılagelir. Sözgelimi Attila Tokatlı'nın Savaş Barış çevirisini verirsiniz bir öğrenciye, küçük bir para karşılığında ondan bazı sözcükleri ve tümceleri değiştirip yeni bir çeviriymiş gibi yutturabilecek hâle getirmesini ister, sonra da altına bir ad koyup yayımlarsınız. Hep aynı klasikler onlarca yayınevinde aynı anda nasıl yayımlanabiliyor, işte böyle.
Telif hakları yasası var sözde, ama ne gam. Yetmiş yıllık baraj, doğru ve dürüst yayıncılar için söz konusuyken pek çokları için değildir. Telif hakları için yetmiş yıllık sürenin doğru olup olmadığı da elbette tartışılabilir, ama bunu umursamayanlar uluslararası yasalara tam uygun davranan yayıncıların emeğini gasp etmiş olmuyorlar mı?
Saint-Exupery'nin Küçük Prens'inin bütün dünyada en çok satılan kitaplar arasında olduğu biliniyor, ama Exupery'nin 1944'te ölümünün üstünden yetmiş yıl geçmediğine göre, Küçük Prens'in de Türkiye'de bir tek yayıncısı olması gerekmez mi? Yanılmıyorsam Küçük Prens'in Türkiye'de yayın haklarına Mavibulut Yayınları sahip ve çevirmeni de Fatih Erdoğan, ama yirmi kadar yayınevi Küçük Prens'i yayımlıyor. O zaman hangi telif haklarını, nasıl uygulayacağız ve bu haksız rekabet içinde Mavibulut Yayınları'nı kim savunacak?
Telif haklarıyla ilgili gerçekten pek çok önemli tartışma var ve bu tartışmaları ne Yayıncılar Birliği, TYS, PEN, Edebiyatçılar Derneği, ne yayınevleri, ne de çevirmenler yapıyor. Biz artık yeni yayıncılık mucizeleri değil de, kurumsal ilkeleri olan, nitelikli, yayıncılığı bir sektöre dönüştürecek yayınevleri görmek istemiyor muyuz? Yoksa mızmızlanmaya hakkımız kalır mı?