Yeraltı edebiyatı, dili zincirlerinden kurtarmak için 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan ben özgürüm diye bağıran edebiyat.
Albert Camus - Yabancı
papaz yüzüme biraz acı acı baktı. şimdi sırtımı iyice duvara vermiştim. günün ışığı alnıma akıyordu. papaz pek iyi duymadığım bir şeyler söyledi, sonra acele acele ‘bari sizi kucaklayabilir miyim ?’ diye sordu. ‘hayır.’ diye karşılık verdim. geriye döndü ve duvara doğru yürüdü, ellerini taşın üzerinde hafif hafif gezdirerek, ‘bu dünyayı bu derece mi seviyorsunuz ?’ diye mırıldadı. hiç sesimi çıkarmadım.
uzun bir zaman sırtı bana dönük olarak durdu. onun varlığı bana batıyor, canımı sıkıyordu. tam, ‘artık gidin !’ diyecektim, birden döndü ve sanki parlarcasına ‘hayır, size inanamam. eminim bir başka dünyaya susadığınız olmuştur.’ dedi ”elbette,’ dedim ”ama bu, zengin olmayı dilemekten, çabuk yüzmeyi, güzel ağızlı olmayı dilemekten daha önemli değildir. hepsi aynı kapıya çıkar.’ ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. ‘bana bugünkünü anımsatacak bir hayat !’ diye bağırdım. ve hemen ardından ‘artık bu şeylerden bıktım,” dedim. bana hala tanrıdan söz etmek istiyordu. ona doğru ilerledim ve son kez olarak, pek az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. bunu da tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. kendisine niçin, ‘pederim,’ demediğimi ‘efendim,’ diye seslendiğimi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. bu soru sinirime dokundu: ‘pederim değilsiniz de ondan. siz de ötekilerden yanasınız,’ dedim. hayır evladım, dedi ‘ben senden yanayım ama sen bunu anlayamazsın, çünkü yüreğin her şeye kapalı. senin için dua edeceğim.’
o zaman, bilmiyorum niçin, içimde bir şeyler deşiliverdi. avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. cübbesinin yakasına yapışmıştım. içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi ? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim boş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum. şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım. filan şeyi yapmadımsa, falan şeyi yapmıştım. peki sonra ? sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. o da biliyordu. geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim ? başkasının tanrısından bana neydi ? başkalarının seçtiği, kabul ettiği, yaşadığı yazgıdan bana neydi ? değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, ‘kardeşim,’ diyen bir sürü ayrıcalıklıyı seçecekti! anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. ötekileri de bir gün mahkum edeceklerdi. kendisi de yargıyı yiyecekti. adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye idam edilseydi ne önemi olurdu bunun. bence salamano’nun köpeği de karısı kadar değerliydi. o ufak tefek otomat kadın da, masson’un evlendiği parisli kadın kadar, ya da benimle evlenmek isteyen marie kadar suçluydu. raymond, celeste kadar dostum olmuş, celeste, raymond’dan daha değerliymiş, değilmiş ne önemi vardı ? marie, bugün dudaklarını başka bir meursault’ya verdiyse, bundan ne çıkardı ? anlıyor muydu ki bu hükümlü.. geleceğimin ta derinlerinden.. bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum. ama, papazı elimden kurtarmışlardı çoktan. gardiyanlar, bana gözdağı veriyorlardı. ama, o, gardiyanları yatıştırdı ve bir an sessiz sessiz yüzüme baktı. gözleri dolu doluydu. sırtını döndü, çıkıp gitti.
o gider gitmez eski iç rahatlığımı buldum. direncim kalmamıştı, kendimi yatağıma attım. sanırım uyumuşum. gözlerimi açtığım zaman, yüzüme yıldızlar doldu. kır sesleri bana kadar yükseliyordu. gecenin kokuları, toprak ve tuz kokuları şakağımı serinletiyordu. bu mahmur yazın o olağanüstü erinci, yükselen bir deniz gibi içime doluyordu. o anda, gecenin sınırında, vapur düdükleri ötmeye başladı. bunlar, artık hiç umurumda olmayan bir dünyaya giden vapurları haber veriyordu. ne zamandır, ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. hayatının sonralarında niçin bir ‘nişanlı’ edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti, anlar gibi oluyordum. orada, orada da bir takım ömürlerin sona erdiği bu huzurevinin çevresinde de akşamlar,hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. kimsenin, kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu.ben de her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissettim. sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı. işaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. hatta hala da mutluydum. her şey tamam olsun, kendimi yalnız hissetmeyeyim diye, benim için artık, idam günümde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.