İyi bir okur,okuduğu eseri rafa kaldırıp unutmamalı, onunla ilgili yazı ve eleştirileri de okumalı...
Aylak Adam’ romanı Yusuf Atılgan'ın 1959 yılında yayımladığı ilk romanıdır. Çiftçilik yaparak yaşayan Atılgan, romanını Cumhuriyet, gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Roman Armağanı’ ödüllerinin son başvuru gününün son saatinde yetiştirir ve ikincilik ödülünü kazanır. Buradan kazandığı iki bin lira ödülle, köyde yıkılan duvarını yaptırır Atılgan. Cumhuriyet gazetesi birinci ve üçüncü olan romanları tefrika ettiği halde, “Aylak Adam”ı yayımlamaz. Tefrika edilecek bir roman değil diye düşünmüşlerdir. Atılgan ikincilik ödülünü kazanmasına rağmen aldığı tepkiler hep, bir köylünün İstanbul aydınlarını ve aylaklarını nasıl bu kadar iyi anlatabileceği ve neden bir köy romanı yazmayı tercih etmediği yolundadır. Atılgan’ın cevabı ise, “evet ben bir köylüyüm ama köy romanı yazmak için köylü olmak yetmez. Kent insanının, aylaklığını anlatmak ki bunun batıdaki karşılığı bohemliktir, çok daha kolaydır. Ben İstanbul’da okudum. Bu yüzden biraz İstanbul hasretimi gidermeyi biraz da yaşadığım gariplikleri yansıtmak isterken ortaya ‘Aylak Adam’ çıktı.”
İlk romanı Aylak Adam'la modern Türkiye edebiyatı içinde çok önemli bir yere sahip olan Yusuf Atılgan, özellikle yabancılaşma ve bunun zorunlu sonucu yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı. Geçimini ailesinden kalan mirasla, herhangi bir işte çalışmak ihtiyacı duymadan sağlayan; kendi tanımıyla "zengin değil ama paralı" bir adam olarak hemen hiçbir sorumluluk üstlenmeden bohem bir hayat yaşayan ve ";gerçek sevgiyi arayan" C. adlı genç bir adamın anlatıldığı Aylak Adam, öncelikle, Türkiye edebiyatında çağdaş bireyi olanca trajedisiyle yansıtabilen bir ilk roman olarak öne çıkar. Romanda, "ku-ya-ra" (kumda yatma rahatlığı) ve "a-da-ko"(ağaç dalı kompleksi) kavramlaştırmalarıyla iletilmeye çalışan birey durumları, aynı zamanda bireyin trajedisini de oluşturan gerçeklikler olarak, bireyin özgürlüksüzlüğü, yabancılaşması ve yalnızlığına farklı bir perspektif getirir. C.'ye göre "Bütün çağların trajedisi(dir) bu, Ku-ya-ra";Kumda yatma rahatlığı." A-da-ko: "Ağaç dalı kompleksi"Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben "ağaç dalı kompleksi" diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona." Ancak romanın sonu, C.'nin kesin yenilgisiyle gelir çünkü bireyin gövdeden ayrılmak biçiminde dışavurduğu özgürlük isyanı ve öylece kazandığı asi karakter, aynı zamanda gövde (hayat, toplum) tarafından alaşağı edilmesi gereken bir karakterdir; çünkü aykırıdır, uyumsuzdur ve bu yönüyle bünye dışına atılması gerekir.
"Aylak Adam" 1958'lerde Türkiye toplumunun ve edebiyatının gündemine ağırlıkla giren bireyselleşme sorununu, sıradan insanlardan biri olmayı reddeden bir genç aydının yalnızlığı çerçevesinde işliyordu.
Yusuf Atılgan "Aylak Adam" da dil, konu ve mekan bakımından çağdaş romanın en güzel örneklerinden biridir. Mekan İstanbul'dur. Roman kahramanı C. bir gün Atılgan'ın deyişiyle "Asla bulamayacağı gerçek sevginin peşindedir. Sinemalara, kahvelere, meyhanelere gider, sokaklarda dolaşır. Tümüyle kenarına düştüğü toplumun konuşma biçimleri geride çalışan bir teypten gelen kayıtlar gibi verilir. Toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü gördükten sonra o roman kişisi kalabalık içinde yalnızdır artık.romanın sonunda bir düş gibi uzaktan gördüğü ve hiç tanımadığı bir kadının peşine düşer, ama o da bir otobüse atlayıp ortadan kaybolur. C. 'nin son umuduna yetişme çabası başkalarının tepkisiyle trajikomik bir hal alır.Böylece romanın sonunda yabancılaştığı toplumla ve onun değerleriyle çarpışır.
Sonunda roman biter; hem de 1958 yılında Yunus Nadi Roman Yarışması’na katılma kararı verince, ona yetişmek için biter.
Ömer Türkeş'in 06/11/2009 Tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki'nde Yayınlanan Yazısı;
Çok az sayıda ürün vermiş olmasına, değeri çok geç anlaşılmasına rağmen, edebiyatımızın önemli, hatta efsaneleşmiş isimlerinden biridir Yusuf Atılgan. Ölüm yıldönümü nedeniyle geçtiğimiz haftalarda Radikal Kitap’ta Derviş Şentekin tarafından anılmıştı. Bu kez Atılgan efsanesini yaratan romanı Aylak Adam’ın 50. yaş gününü kutlayacağız.
Edebiyat çevresi elbette tanıyordu Yusuf Atılgan’ı. Ama 1973’de yazdığı ikinci romanı Anayurt Oteli 1987’de sinemaya uyarlanana kadar ünlü değildi. Ömer Kavur’un metne sadık kalarak yönettiği filmin kazandığı başarı sayesinde yeniden hatırlandı. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’la (1959) başlayıp Bodur Minareden Öte’deki (1960) hikâyelerine, oradan Anayurt Oteli’ne(1974) ve yarım kalmış Canistan (2000) romanına kadar bütün anlatılarına hakim olan kalabalıklar karşısında yalnız ve yabancılaşmış insan teması ile yazarın hayat hikâyesi arasında ilişki kuran bir çok inceleme ve eleştiri yazısı var. Bu nedenle kısa bir yazı içerisinde hayat hikâyesi üzerinde durmayacağım. Zaten söz konusu temayı hayat hikâyesindense yazdığı dönemin akımlarıyla ilişkilendirmenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.
50’ler Türkiyesi;
1950’lerde edebiyatta iki önemli akımın etkileri görünüyor. İlki siyasi meselelere duyarlı solcu yazarların toplumsal sorunları merkez aldıkları toplumcu gerçekçi sanat anlayışı ve bu nalayışın somutlandığı ‘köy romanları’. Diğeri ise bugün elli kuşağı adıyla andığımız, Orhan Duru’nun ve A dergisinin başını çektiği ‘varoluşçu’ yazarlar. Ancak bu kuşağın bireyin sorunlarına eğilmesi de toplumsal kaygılardan uzak değildir.
Yusuf Atılgan’ı bu iki akım arasında bir yere oturtmamız gerekiyor. O dönemde köyde yaşamayı tercih etmesine, köyde ve kasabada geçen hikâyeler yazmasına rağmen ‘köy romanı’ ile ilgisi yoktu. Kitaplık dergisinde Yusuf Atılgan’ın ilk kez yayımlanan bir mektubunu referans vererek bir hatırlatma yapalım; Atılgan 60’lı yıllarda yazıp yaktığı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı romanından söz ederken toplumcu gerçekçilikle ilgili sınırlarını çizmiştir; “Onların kabak tadı veren gerçeğini sevmiyorum; Kendi gerçeklerim var benim.”
Özellikle Aylak Adam romanı ve Bodur Minareden Öte kitabındaki hikâyelerinde Freud düşüncesine bağlılıkla insan psikolojisine eğildiğini, modernist akımın etkileriyle yer yer bilinç akışını kullandığını, kurmaca kişilerin cinsel hayatlarına yer verdiğini görüyoruz. Bu arayış onu 50 kuşağına yaklaştırıyor. Leyla Erbil’in ifadesiyle “1950 kuşağı hikâyecileri diye söz açılan, aslında biribirinden farklı olsa da cinsel konulara verilen ağırlıkla göze batan ve Varoluşcular diye anılan yazarlar da dolaylı ya da dolaysız olarak, Freud yöntemlerini deniyorlardı. Rüyalar, mektuplar, hatıratlar, ‘sanrı ve sayıklamalar, sürçmeler Bilinç Altının gün ışığına çıkmasıyla çiçeklenen insan!”
Aynı yıllarda klasik romanın -özellikle- tip ve kahraman kavramlarının eskidiği ilanıyla yayılan Yeni Roman hareketinden esinlendiği söylenebilir. Mesela Aylak Adam’daki C.’nin ismi verilmez. “Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır” Diyecektir C.’nin ağzından Yusuf Atılgan. Modern dünyanın insanı da, birey olarak yaşamakta, birey olarak varlığını sürdürmekte, sadece var olmaktadır. Bu varoluş Yusuf Atılgan’ın romanında aylaklıkla kendini göstermekte, kim olduğu, ne olduğu hiç önemli olmayan hatta adı bile çok önemli olmayan, herhangi bir kişidir bu insan, C.’dır örneğin ya da A. Robbe-Grillet’nin Kıskançlık adlı romanındaki A’dır.
Bireyin birbiriyle etkileşen iç ve dış dünyasına ağırlık veren, bireyin davranışlarının kökenine inerken psikanalitik yöntemlerin kullanıldığı Aylak Adam’da bütün bunları bulmak mümkün. Ama bir fazlasıyla; Her ne kadar kendi döneminin bakış açısıyla yeterli bulunmasa bile, C.’nin toplumla çatışması içsel olduğu kadar dışsaldır da; sevgisizlik, iki yüzlülük, yalnızlık ve yabancılaşma toplumsal düzenin sonucudur, yani genel insanlık durumudur.
Sevgi arayışı
Romanın ilk cümlesi, dört mevsime sığan hikâyesinin leitmotivini veriyor, sevgi arayışını; “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Bu arayışın arkasında C.’nin dünyaya bakışının özeti vardır… Ne var ki, hikâye süresince iki aşk ilişkisi etrafında yakınlaştığımız C., ‘o’nu bir türlü bulamayacaktır. Yazar açıkça söylemese de, ‘o’nun B. olma ihtimali vardır, ama B. ile yolları bir türlü kesişmez. Her bölümü farklı mevsimlerde geçen roman, babasından kalan miras sayesinde hayatını çalışmadan sürdüren C.’nin birbirinden farksız geçen günlerini anlatıyor. Birbirinden farksızlığın monotonluk yaratacağı düşünülebilir. Tersine, bir yandan C.’nin bu yaşam felsefesini sahiplenme nedenleri, öte yandan sözünü ettiğim sevgi arayışının psişik kökenleri okuyucuyu beklentiye, tuhaf bir gerilime sokuyor.
Aradığı aşkı, hesapsız sevgiyi bulamayacaktır C.; onu bulamadıkça toplumla bir bağ kurması da imkansızdır. Sona geldiğinde umutların tükendiği anlaşılır; “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
Aylaklığı bir değer olarak savunan C.’nin susuşu bir boyun eğiş değil; tıpkı Anayurt Oteli’ndeki Zebercet gibi, C. de susarak direniyor. Kitlenin bireyi içini alıp tektipleştirmesine karşı bir tür başkaldırı aslında.
Kasabada, köyde, kentte
Yusuf Atılgan büyük kentin boğuntusunu işler Aylak Adam’da. Aynı boğuntu Anayurt Oteli’nde daha küçük bir kentte, Bodur Minareden Öte’deki hikâyelerinde köyde ve kasabada hissedilecktir. Kısacası hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları gözlemiştir Atılgan. Nasıl soluk alınıp verildiği meçhul kalan bir karabasanlar dünyasıdır onun anlattıkları. Sadece kente gelindiğinde bireyler üzerindeki kıskaç daha da can acıtıcıdır. Kuşkusuz ‘varoluşçuluğun’ da etkisiyle, uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları öne çıkarır.
Roman ve hikâyelerinde benzer bil dil, benzer bir uslup yakalamış. İlk bakışta sanki tekliyor gibi gelebilir, sanki kimi ifadeler eksik kalmış gibidir. Süssüz, ama her cümlesi, her sözcüğü yerli yerinde. Anlatısını ve meselesini ortaya koyacak şekilde son derece temiz bir dil kullanıyor yazar. Dili kendine özgü bir uslup içinde eritiyor, dile biçim veriyor. Bu tekleyişler, duruşlar, tamamlanmayı bekleyen ifadelerle yakalamak istediği Aylak Adam’da C.’nin Anayurt Oteli’nde Zebercet’in iç sıkıntısı.
Uyumsuz kişilerin kendi ağzından dinliyoruz toplumsal çatışmaları. Birinci tekil şahıs ağzından yapılan anlatı ağırlıklı, yer yer anlatıcının kendisi giriyor devreye. Diyalogları, iç monologları, bilinç akışını ve mektupları da kullanarak anlatısını sürekli dinamik tutabiliyor. Bu teknik özellikler biçimsel denemeler değil, anlatılan konuyu pekiştiren özellikler. Ele aldığı meseleleri, iç ve dış dünya arasında kurduğu denge, anlatım tekniği ve kurgusu, ayrıntıları, imgeleri, çağırışımsal ifadeleri kullanışı. Bütün bunlar Yusuf Atılgan’ın romancılığımızdaki yerini, farkını ortaya koyuyor.
Edebiyatımızdan bir Yusuf Atılgan geçmişti sessiz sedasız. Onun yazdıklarını okuyunca, bu kadar az üretmiş olmasına üzülmemek elde değil. Hele ki bireyin, cinselliğin, modern ve postmodern anlatıların, biçim arayışlarının gözde olduğu günümüzde, birey toplum çatışmasını bu kadar derinlikli anlatan Yusuf Atılgan gibi ustaların eserlerine daha da sıkı sarılmak gerektiğini anlıyoruz.
Kaynak:http://www.insanokur.org