Yeraltı edebiyatı, dili zincirlerinden kurtarmak için 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan ben özgürüm diye bağıran edebiyat.
“Sen doğmadan iki sene önce... Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo... Rahim diye bir itin teknesi... Neyse, yükledik malı... En az 40 kelle var. Biri de hasta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen...”
Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım...
“Neyine gerek lan senin, dedim hatta... Kaçmak, göçmek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse... Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, daha kamyonu almamışım...”
Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken ölmeyecekti...
“Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum... Hem işi öğreniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum... İyi lan, dedim. Bindik, açıldık işte... Sakız’a varmaya az kala bir fırtına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya...”
Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basmayacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım...
“Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana... Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünüyorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar... Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde... Vurmuş kafayı teknede bir yere... Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok...”
Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anlatacaktı, ne de ben onu dinleyecektim...
“Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum... Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım... Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele... Bir dalıp bir çıkıyorum... Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyorsun... Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm... Üstünde de bir karaltı var...”
Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim...
“Bir baktım, o hasta herif... Hani o bitik herif vardı ya... Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor... Nasıl yüzdüm, bilmiyorum... Ama sonunda vardım adamın yanına... Tuttum simidi, çektim elinden... Baktı bana... Uzandı böyle... İttim ben de... Boğazından tutup... Sonra da bir dalga geldi götürdü zaten...”
Ama babam bir katildi ve hepsi oldu...
O gece babam öyle ağır ağır anlattı ki hikâyesini, dudaklarının arasından kesik kesik çıkan o sessizlikler gibi karıştı aramıza kelimeleri. Hatta bu yüzden hafızama çivilenmeyip de vidalandılar. Döne döne saplandılar aklıma. Ya da aklımdan geriye ne kaldıysa ona... Şimdi düşünüyorum da, babam bir katil olmasaydı eğer, babam da olamayacaktı belki. Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi. Onu da zaman gösterdi...
Bir daha hiç bahsetmedi cinayetinden. Gerek de yoktu zaten. Kaç kez itiraf edilir ki aynı günah aynı insana? Bir kez duysan, yeter. Sofradan yavaşça kalkıp yatağa gitmek ve uzansan bile gözlerinin dimdik ayakta kalması için...
Neden şimdi, diye düşündüğümü hatırlıyorum o gece. Neden şimdi anlattı? Kendine mi yoksa bana mı anlattı? Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi. Tek gerçek hayat dersi: Hayatta kal! O dersten çıkardığım dersi de hatırlıyorum: Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma... Kimse anlatmasın nereden geldiğini, diye ağladığımı hatırlıyorum. Kimse anlatmasın aldığı nefesleri kimlerden çaldığını. Dokuz yaşındaydım. Bilemezdim... Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındığını... Sonra bir ara, babamın o yaşlı adamı boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamdaki âdemelmasından o adamda da vardır, diye düşündüğümü... Ve o yumru babamın eline gelmiş midir, diye sessizce kendime sorduğumu... Babamın avucunda bir iz bırakmış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadığında bana da bulaşır mı? Sonra da uyuduğumu hatırlıyorum. Sonra da uyandığımı... Sonra da, bana hazırladığı o kahvaltıyı ve o tokadı ve o emri.
Bir dilim ekmek...
“Ne anladın dün anlattıklarımdan?”
“Ya sen ölecekmişsin ya da o adam...”
İki dilim peynir...
“Aferin... Söyle bakalım... Sen olsan ne yapardın?”
“Belki o cansimidi ikinize de yeterdi...”
Bir tokat...
“Ye hadi, bakma suratıma öyle! Sil o gözlerini de...”
“Peki baba.”
Bir yumurta...
“Ben olmasam sen de yoktun, anlıyor musun?”
“Evet baba.”
Üç zeytin...
“İyi... Bunu hiç unutma! Şimdi söyle, sen olsan ne yapardın?”
“Ben de senin gibi yapardım baba.”
Biraz tereyağı...
“Ben bu hayatta ne yaptıysam, hepsi senin için.”
“Sağ ol baba.”
Bir emir...
“Madem artık bu işin nasıl bir hayat kavgası olduğunu öğrendin, bugün sen de benimle geleceksin!”
“Olur baba.”
Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, kemiği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıyla paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla.
“Geleceksin!” dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır almaz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında... Pek farkı yoktu aslında. Bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan...
Şimdi düşünüyorum da, belki de sarhoştu o hikâyeyi anlattığında. Sonra da anlata anlata ayılınca, anlamıştı artık çok geç olduğunu... Belki de kötülüğü ağır basan bir vicdan topalıydı babam, hepsi bu. Belki de kendi babası yüzünden böyle olmuştu. O da kendi babası yüzünden... O da kendi babası yüzünden... O da kendi babası yüzünden... Sonuçta hepimiz hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları... Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini söküp alanların çocukları... Sağ kalmayı bilmiş olanların... Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların... Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı... Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar... Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu... Güzellik de... Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebileceğine ilişkin bir bilgi yoktu.
Sonuçta, beni de bu hayata iki ceset taşıdı: Biri yaşama, diğeri yaşatma isteği... Birini babam, diğerini annem istedi... Ve yaşadım ben de... Başka çarem var mıydı? Mutlaka... Ama kim bilir, belki de hayat fiziği böyle işliyor ve bir yerlerde şöyle yazıyordur:
Hayat Fiziğine Giriş:
Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri yaşatmak isteğine bağlı iki ölüm.
Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için, o ölümler sayesinde nefes aldığından habersiz olarak yaşaması gerekir.
Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar.
Evet, belki benim adım Gazâ...
Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmedim.
Sadece bir ara... Hissettim.
Hakan Gün.Day