Yeraltı edebiyatı, dili zincirlerinden kurtarmak için 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan ben özgürüm diye bağıran edebiyat.
Charles Bukowski, "Büyük Zen Düğünü", Sayfa; 7-24
Arka koltuktaydım, Romanya ekmeği, ciğer ezmesi, bira ve meşrubatların arasına sıkışmış; on yıl önce ölen babamın cenazesinden bu yana ilk kez bağladığım yeşil kravatımla. Şimdi bir Zen düğününde sağdıç olacaktım. Hollis saatte 130 kilometre sürüyor, Roy'un iki metrelik sakalı yüzüme uçuşuyor. Benim 62 model Comet arabamdayız ama ben kullanamıyorum – sigorta yok, iki kez alkollü araba kullanmaktan enselenmişim ve zaten sarhoş olmaktayım. Hollis'le Roy üç senedir beraber yaşıyorlar, Hollis sağlıyor geçimlerini. Arka koltukta oturmuş bira içiyorum. Roy bana tek tek Hollis'in aile fertlerini anlatıyor. Roy daha becerikli entelektüel palavralarla, ağzı laf yapıyor. Evlerinin duvarları ilginç fotoğraflarla kaplı.
Bir de Roy'un otuzbir çekerken boşalışının fotoğrafı. Roy tek başına çekmiş o fotoğrafı. Otomatik kamera ile. İp bağlayarak, tel filan. Teşkilat. Mükemmel pozu yakalayıncaya kadar altı kez patlatmak zorunda kaldığını iddia ediyor Roy. Bir günlük bir çalışma. Duvarda duruyor. Sütlü bir poz. Hollis karayolundan çıkıyor. Çok uzak değilmiş. Bazı zenginlerin evlerinde bir kilometre kadar bir giriş vardır. Bu pek uzun değildi: 300 metre kadar. Dışarı çıkıyoruz. Tropik bahçeler. Dört veya beş köpek. İri, kara, bol tüylü, salya sümük yaratıklar. Sonu gelmeyen merdivenler. Kapıya varamadık bir türlü – işte ordaydı, zengin insan, verandada durmuş bize bakıyor, elinde içkisi. Ve Roy bağırdı, "Hey Harvey, seni orospu çocuğu, seni görmek ne güzel!"
Harvey bir ufak gülümsedi, "Seni gördüğüme sevindim Roy."
İri çoban köpeklerinden biri sol bacağımı çiğniyor. "Köpeğini çağır Harvey, orospu çocuğu, seni görmek çok güzel!" diye bağırıyorum.
"Aristo, kes artık!"
Aristo uzaklaştı, tam zamanında.
Ve.
Merdivenlerden inip çıkmaya başladık, elimizde salamlar, tuzlanmış Macar kedibalığı, karides. Istakoz kuyruğu. Kıyma halinde doğranmış güvercin kıçı.
Her şeyi içeri taşıdık. Oturup bir bira kaptım. Tek kravatlı insan bendim. Tek düğün hediyesi getiren de. Aristo'nun çiğnediği bacakla duvarın arasına sakladım hediyeyi.
"Charles Bukowski..."
Ayağa kalktım.
"Ah, Charles Bukowski!"
"Hı, hıı."
Sonra:
"Bu Marty."
"Merhaba Marty."
"Ve bu Elsie."
"Merhaba Elsie."
"Siz gerçekten," diye sordu, "sarhoş olunca eşyaları ve camları kırıp ellerinizi parçalar mısınız?"
"Hı, hıı."
"Bu işler için biraz yaşlısınız."
"Bak Elsie, kafamı bozma benim…"
"Ve bu Tina."
"Merhaba Tina."
Oturdum.
Adlar! İlk karımla iki buçuk yıldır evliydik, bir gece misafirlerim gelmişti. Karıma: "Bu yarım-kıç Louie, bu Marie, Saksofon Kraliçesi, bu topal Nick," demiştim. Sonra gelenlere dönüp, "Bu karım… bu karım… bu …" deyip durmuştum. Sonunda karıma dönüp sormuştum: "Neydi senin adın allahaşkına?"
"Barbara."
"Bu Barbara," dediydim onlara.
Zen Üstadı henüz gelmemişti. Oturup bira içmeyi sürdürdüm.
Birtakım başka insanlar gelmişti. Merdivenlerden çıkıp duruyorlardı. Hollis'in akrabaları. Roy'un bir ailesi yoktu anlaşılan. Zavallı Roy. Ömründe bir tek gün çalışmamıştır. Bir bira daha aldım.
Merdivenlerden yukarı çıkıyorlardı: sahtekârlar, düzenbazlar, sakatlar, değişik aldatmaca alanlarında çalışan pazarlamacılar. Aile fertleri ve dostlar. Düzinelerle. Düğün hediyesi yok, kravat yok.
Biraz daha çekildim köşeme.
Adamın biri bayağı kötü durumdaydı. Merdivenleri çıkması 25 dakika sürdü. Özel koltuk değnekleri yaptırmıştı kendine. Güçlü aletler, koltuk altları lastikli filan. Alüminyum ve lastik. Bu yavruya tahta olmaz. Olayı çözdüm: sulandırılmış uyuşturucu veya zamanında yapılmamış bir ödeme. Berberde sakal tıraşı olurken kırıvermişlerdi diz kapaklarını, yüzünde ıslak ve sıcak havlu ile otururken. Birkaç hayati yerini ıskalamışlardı sadece.
Başkaları da vardı. Bir tanesi UCLA'da öğretim üyesiydi. Bir diğeri San Pedro Körfezi'nden Çin balıkçı tekneleri ile uyuşturucu sokuyordu.
Bu yüzyılın en büyük katil ve tüccarları ile tanıştırılıyordum.
Ben, şu anda işsiz.
Sonra Harvey geldi yukarı.
"Bir sulu viskiye ne dersin Bukowski?"
"Tabii Harvey, tabii."
Mutfağa doğru yürüdük.
"Bu kravat neyin nesi?"
"Pantolonumun fermuarı bozuk ve donum çok kısa, kravatım çükümün üstündeki kılları örtüyor."
"Yaşayan en büyük öykü ustası sensin bence."
"Tabii Harvey, viski nerde?"
Harvey bana şişeyi gösterdi.
"Öykülerinden birinde bu markanın sözünü ettiğinden beri bu markayı içiyorum."
"Ama başka marka içiyorum şimdi Harvey. Daha iyisini buldum."
"Nedir adı?"
"Hatırlayabiliyorsam allah belamı versin."
Yüksek bir su bardağı bulup yarısını su, yarısını viski doldurdum.
"Sinirlere iyi gelir," dedim, "biliyorsun."
"Tabii Bukowski."
Bir dikişte içtim.
"Bir tane daha?"
"Tabii."
Bir tane daha alıp içeri gittim, köşeme çekildim. Bu arada yeni bir heyecan yaşanıyordu. Zen Üstadı GELMİŞTİ!
Üstat çok fiyakalı bir kıyafet giymişti ve gözlerini kısarak bakıyordu. Veya öyleydi gözleri.
Zen Üstadı çok sakin görünüyordu. İçkimi dipleyip tazelemeye gittim ve döndüm.
Altın saçlı bir çocuk girdi içeri. On bir yaşlarında.
"Bukowski," dedi bana, "öykülerinden bazılarını okudum. Bence, okuduğum en büyük yazar sensin!"
Uzun sarı bukleler. İnce bir beden.
"Tamam yavrum, yeterince büyüdüğünde evleniriz. Senin paranla geçiniriz. Ben yorulmaya başladım. Beni küçük hava delikleri olan cam bir kafesin içine koyup herkese gösterirsin. Genç çocuklarla düşüp kalkmana izin veririm. İzlerim bile sizi."
"Bukowski! Saçlarım uzun diye kız olduğumu düşünüyorsun hemen! Adım Paul! Tanıştırılmıştık! Hatırlamıyor musun?"
Paul'un babası, Harvey, bana bakıyordu. Gözlerini gördüm. Benim o kadar da iyi bir yazar olmadığıma karar verdiğini anladım o anda. Belki de kötü bir yazar olduğuma. Kimse sonsuza dek saklanamaz.
Ama oğlan iyiydi: "Ziyan yok Bukowski," dedi, "yine de okuduğum en büyük yazar sensin! Babam bazı öykülerini okumama izin verdi…"
Sonra elektrikler kesildi. Hak etmişti bunu oğlan gevezeliği ile…
Ama her yer mum doluydu. Herkes eline bir mum alıp yakıyordu.
"Allah kahretsin, sigorta atmış olmalı, sigortayı değiştirin," dedim.
Biri sigorta ile ilgili olmadığını söyledi, başka bir şeydi, ben de vazgeçip, mumların yakılması sürerken mutfağa gittim, kendime bir içki koymaya. Hay allah, Harvey ordaydı.
"Nefis bir oğlun var Harvey. Oğlun Peter…"
"Paul."
"Afedersin. İncil adları karışıyor."
"Anlıyorum."
(Zenginler anlarlar; sadece bir şey yapmazlar anladıkları şeyler için.)
Harvey yeni bir şişe açtı. Kafka'dan söz ettik. Dos, Turgenev, Gogol. Kabız konuşmalar, can sıkıcı. Ortalık mumlardan geçilmiyordu. Zen Üstadı artık başlamak istiyordu. Roy bana iki yüzük vermişti. Yokladım. Hâlâ ordaydılar. Herkes bizi bekliyordu. O kadar viskiden sonra Harvey'nin yere yığılacağını umuyordum. Boşuna bekliyordum. Benim her içişime karşılık iki tane içmişti ve hâlâ ayaktaydı. Pek sık olmaz bu. On dakika kadar süren mum yakma seansında yarım şişe devirmiştik. Dışarı çıktık. Yüzükleri Roy'a verdim. Roy günler önce Zen Üstadı ile konuşup benim ayyaşın biri olduğumu anlatmıştı –güvenilmez– ya umursamaz ya da saldırgan – dolayısıyla yüzükleri Bukowski'den isteme tören sırasında, orda olmayabilir. Veya yüzükleri kaybedebilir veya Bukowski'yi.
İşte ordaydım, nihayet Üstat küçük kara kitabını parmaklamaya başladı. Pek kalın görünmüyordu. 150 sayfa kadar sanıyorum.
"Tören esnasında içki ve sigara içilmemesini talep ediyorum," dedi Zen.
İçkimi dipledim. Her yerde içkiler dipleniyordu.
Sonra Zen Üstadı küçük ve boktan gülümsedi.
Hıristiyan düğünlerini deneyim yoluyla tanıyordum maalesef. Zen töreni Hıristiyan törenlerini andırıyordu aslında, biraz daha tantanalıydı sadece. Bir süre sonra küçük çubuklar yakıldı. Bir kutu dolusu vardı Zen'de – iki yüz veya üç yüz tane. Çubuklar yakıldıktan sonra bir tanesi bir kum kavanozunun ortasına dikildi. O Zen çubuğuydu. Sonra Roy'a yanan çubuğunu Zen çubuğunun yanına dikmesi söylendi, Hollis'e de diğer yanına dikmesi.
Ama çubuklar iyi yerleştirilmemişti, Zen Üstadı, gülümseyerek uzandı ve çubukları düzeltti, yeni bir derinlik ve yüksekliğe.
Sonra Zen Üstadı kahverengi bir tespih çıkardı.
Tespihi Roy'a verdi.
"Şimdi mi?" diye sordu Roy.
Allah kahretsin, diye düşündüm, Roy her konuda okuyup bilgi sahibi olan biriydi, kendi düğünüyle ilgili bilgiyi neden edinmemişti?
Zen uzanıp Hollis'in sağ elini Roy'un sol elinin üstüne koydu, böylece tespih ikisinin de elini çevrelemişti.
"Kabul ediyor musun…"
"Ediyorum…"
(Bu mu Zen, diye düşündüm.)
"Ve sen Hollis, kabul ediyor musun…"
"Ediyorum…"
Bu arada mum ışığında götün biri fotoğraf çekip duruyordu, yüzlerce. Canımı sıkmış, beni huzursuz etmişti, FBI olabilirdi.
"Klik! Klik! Klik!"
Hepimiz temizdik tabii ki. Ama tedbirsizlik söz konusuydu, sinir olmuştum.
Sonra mum ışığında Zen Üstadı'nın kulaklarını fark ettim. Mum ışığı kulaklarının içinden geçiyordu, son derece ince tuvalet kâğıdından yapılmışlardı sanki.
Bir erkekte şimdiye kadar gördüğüm en küçük kulaklara sahipti Zen. Onu kutsal yapan buydu! Bu kulaklar mutlaka benim olmalıydılar! Cüzdanıma koyabilir, erkek kedime verebilir veya anı olarak saklardım. Yastığımın altına da koyabilirdim.
Tabii ki biliyordum kendimle bu şekilde konuşmamın nedeninin viski olduğunu, ama bir yandan da hiç bilmiyordum bunu.
Zen Üstadı'nın kulaklarına bakıp duruyordum.
Birtakım başka konuşmalar yapıldı.
"… ve sen Roy, Hollis ile beraberliğin süresince uyuşturucu kullanmayacağına söz veriyor musun?"
Roy duraksadı. Sonra tesbihin içinden kenetlendi elleri: "Söz veriyorum, uyuşturucu kullanmayacağım," dedi Roy.
Kısa bir süre sonra bitmişti. Zen Üstadı doğrulup, gülümsedi hafifçe.
Roy'un omuzuna dokundum: "Tebrikler."
Sonra eğilip Hollis'in başını iki elimle tuttum ve o hari-kûlade dudaklarından öptüm.
Herkes oturmaya devam ediyordu. Geri zekâlılardan oluşmuş bir millet.
Kimse kıpırdamadı. Mumlar geri zekâlı mumlar gibi yanmayı sürdürdüler.
Zen Üstadı'nın yanına gittim. Elini sıktım: "Teşekkürler. Töreni çok güzel yönettiniz."
Hoşuna gitmişti, kendimi daha iyi hissettim. Ama diğer gangsterler, Oryantal'in elini sıkmayacak kadar aptal ve gururluydular.
Sadece bir kişi daha öptü Hollis'i. Sadece bir kişi sıkmıştı Zen Üstadı'nın elini. Yıldırım nikâhı yapsalar da olurmuş. Boş bir aile kalabalığı!
Düğün bitmişti ve daha bir soğumuştu ortalık. Birbirlerine bakıp duruyorlardı. İnsan ırkını asla anlayamayacaktım, ama birilerinin şarlatanı oynaması gerekiyordu. Yeşil kravatımı çıkarıp fırlattım:
"HEY! OROSPU ÇOCUKLARI! İÇİNİZDE ACIKAN YOK MU?"
Masaya gidip peynir atıştırmaya başladım, birkaçı yerinden kalkıp, bana katıldı, yapacak başka bir şey bulamayan insanlar gibi.
Onları orda bırakıp viski için mutfağa gittim.
Mutfakta içkimi tazelerken Zen Üstadı'nın, "Benim artık gitmem gerek," dediğini duydum.
"Aaa, gitmeyin…" diyen tiz bir kadın sesi geldi son üç yılın en kapsamlı gangster toplantısı kalabalığının içinden. O bile inandırıcı olamamıştı. Ne işim vardı benim bunların arasında? Veya UCLA profesörünün? Yok, UCLA profesörü oraya aitti.
Bir pişmanlık gösterisi yapılmalıydı. Olanları bağışlatacak bir şey.
Üstat'ın kapıdan çıktığını duyar duymaz içkimi dipleyip dışarı fırladım. Orospu çocukları ile dolu, mum ışığı ile aydınlatılmış odada, insanların arasından koşarak (hiç de kolay olmamıştı) kapıyı açtım, kapadım ve işte… Bay Zen'in on beş basamak gerisindeydim. Aşağı inmek için 45 veya 50 basamak daha vardı. Onun her adımına iki adım sendeleyerek peşine düştüm.
Bağırdım: "Hey! Üstadım!"
Zen döndü, "Evet, ihtiyar?"
İhtiyar?
Kıvrılarak tropikal bahçeye inen merdivende durmuş birbirimize bakıyorduk. Daha samimi bir ilişki kurmanın zamanı gelmişti.
"Ya koduğum kulaklarını vereceksin bana ya da kıyafetini – üstündeki o neon ışıklı robu!"
"Delirmişsin sen ihtiyar!"
"Böyle değersiz ve peşin hükümlü yargılarda bulunmaktan öte bir şeyler olduğunu sanırdım Zen'de. Beni hayal kırıklığına uğrattın Üstat!"
Zen yukarı bakarken avuçlarını bitiştirdi.
Basamaklardan aşağı bıraktım kendimi ona doğru uçarak, yere düşmek üzereyken bir yumruk savurdum ama yönü olmayan bir devinimdim, ıskaladım. Zen beni yakalayıp düzeltti.
"Oğlum, oğlum…"
Çok yakındık. Bir yumruk çıkardım. İyi yakaladım onu bu sefer. Tısladı. Bir adım geri çekildi. Tekrar salladım bir tane, ıskaladım. Yarım metre solundan geçmiştim. Cehennemden ithal edilmiş bazı bitkilerin içine düştüm. Kalktım, ona doğru yürüdüm tekrar. Ve ay ışığında pantolonumun önünü gördüm – kan, mum ve kusmuk lekeleri.
"Sen de kendi üstadın ile karşı karşıyasın orospu çocuğu," diye bir açıklama yaptım üstüne yürürken. Bekledi. Yıllardır ayak işlerinde çalışmak tamamen öldürmemişti kaslarımı. Boşluğuna iyi bir yumruk yerleştirdim, 110 kilo ağırlığımla destekli.
Zen küçük bir nefes bıraktı, bir kez daha gökyüzüne danışıp Doğu dilinde bir şeyler söyledi ve bana küçük bir karate darbesi indirdi, şefkatle, ve o anda bana Brezilya ormanlarının insan yiyen bitkileri gibi görünen birtakım saçma Meksika kaktüslerinin arasına düştüm. Ay ışığında iyice gevşedim, mor bir çiçek üstüme doğru eğilip nefesimi kesmeye çalışıncaya dek kaldım öylece.
Allah kahretsin, Harvard Klasikleri için 150 yıl geçmesi gerekmişti. Seçim yoktu: Yattığım yerden kalkıp sürünerek merdivenleri tırmanmaya başladım. Tepeye vardığımda ayağa kalktım ve kapıyı açıp içeri girdim. Kimse farkıma varmamıştı. Boktan muhabbetlerini sürdürüyorlardı. Köşeme yığıldım. Karate darbesi sol kaşımı açmıştı. Mendilimi buldum.
"Allah kahretsin! Bir içkiye ihtiyacım var!" diye bağırdım.
Harvey elinde bir içki ile geldi. Susuz viski. Bir dikişte içtim. İnsan vızıltısı nasıl bu kadar anlamsız olabiliyordu? Bana gelinin annesi diye tanıştırılan kadının bacaklarını iyice açtığını fark ettim, fena değildiler, naylon çoraplar, pahalı topuklular, artı uç kısmındaki küçük mücevherler. Geri zekâlı birini bile tahrik etmeye yeterdi, ve ben sadece yarı-geriydim.
Ayağa kalkıp gelinin annesinin yanına gittim, eteğini kalçalarına kadar yırtıp hızla dizinden başlayıp yukarı doğru öpmeye başladım.
Mum ışığının yararı olmuştu. Her şeyin.
"Hey!" diye kendine geldi birden, "ne yaptığını sanıyorsun sen?"
"Kıçından boklar çıkana kadar düzeceğim seni! Ne dersin?"
Beni itti ve sırt üstü yere düştüm, debelenip ayağa kalkmaya çalıştım.
"Allahın cezası Amazon!" diye bağırdım ona.
Nihayet iki veya üç dakika kadar sonra kalkabildim. Biri güldü. Kendimi tekrar ayakta bulunca mutfağa yollandım. Kendime bir içki koydum, dipledim, sonra tazeleyip dışarı çıktım.
Ordaydılar işte: Lanet akrabalar.
"Roy veya Hollis?" diye sordum, "Neden hediyenizi açmıyorsunuz?"
Hediye 50 metre folyo kâğıdına sarılmıştı. Roy folyoyu açıp duruyordu. Nihayet açtı hepsini.
"Bir yastıkta kocayın!" diye bağırdım.
Herkes görmüştü hediyeyi. Çıt çıkmıyordu.
İspanya'nın en iyi el işi sanatçılarından biri tarafından yapılmış küçük bir tabuttu. Alt kısmı pembemsi-kırmızı bir kaplamaydı. Gerçek bir tabutun küçük bir kopyasıydı, ancak bu sevgi ile yapılmıştı belki.
Roy bana öldürücü bakışlarından birini attı. Tahtanın nasıl cilalanması gerektiğine dair talimat kâğıdını tabutun içine atıp kapağını kapadı.
Kimse tek kelime etmiyordu. Düğünün tek hediyesi hoş karşılanmamıştı. Ama kısa sürede toparlanıp iki paralık konuşmalarına döndüler.
Suskunlaşmıştım. Küçük tabutum ile gurur duymuştum oysa. Saatlerce hediye aramıştım. Çıldırmak üzereydim ki rafların birinde tek başına duran tabut gözüme ilişmişti. Üstünde elimi gezdirmiş, ters çevirip içine bakmıştım. Fiyat yüksekti ama işçilik mükemmeldi. Tahtası, küçük menteşeleri, her şey. Aynı zamanda karınca zehirine ihtiyacım vardı. Karıncalar ön kapıma yuva yapmışlardı. Arka tarafta karınca zehiri bulup her şeyi kasaya götürdüm. Genç bir kız duruyordu kasada. Tabutu işaret edip sordum.
"Bunun ne olduğunu biliyor musun?"
"Ne?"
"Bir tabut."
Açıp gösterdim ona.
"Karıncalar beni deli ediyorlar. Ne yapacağım biliyor musun?"
"Ne?"
"Karıncaları öldürüp bu küçük tabutun içine koyacağım ve gömeceğim!"
Güldü. "Günüme renk kattın!"
Genç insanlara takılmak mümkün değil artık; tamamen üstün bir ırk. Parayı ödeyip dışarı çıktım…
Ama şimdi, düğünde, kimse gülmemişti. Kırmızı bir kurdele ile ambalajlanmış düdüklü bir tencere onları mutlu edebilirdi oysa. Yoksa etmez miydi?
Harvey, zengin olan, aralarında en nazik olandı nihayet. Belki de nazik olabilecek kadar parası olduğu için. Sonra okuduklarımın arasından Eski Çin'e ait bir şey hatırladım:
"Zengin olmayı mı yeğlersin, sanatçı olmayı mı?"
"Zengin olmayı çünkü sanatçılar sürekli zenginlerin ön kapısında bekleşiyor."
İçkimi içtim ve umursamadım artık. Birden her şey bitmişti. Kendi arabamın arka koltuğundaydım tekrar, Hollis direksiyondaydı yine, Roy'un sakalı yüzüme uçuşuyordu. Elimdeki şişeye asıldım.
"Baksanıza, benim küçük tabutumu çöpe mi attınız? İkinizi de seviyorum, biliyorsunuz bunu! Neden attınız benim küçük tabutumu?"
"İşte Bukowski! Tabutun burda!"
Roy bana doğru uzatıp, gösterdi.
"Ah, iyi!"
"Geri almak ister misin?"
"Hayır! Hayır! Sizin tek hediyeniz! Saklayın! Lütfen!"
"Peki."
Yolun geri kalan kısmı oldukça sessiz geçti. Oturduğum semtte park yeri bulmak güçtü. Evimden iki sokak ilerde bir yer buldular. Arabamı park edip, anahtarları elime sıkıştırdılar. Sonra karşıya geçip kendi arabalarına doğru gidişlerini izledim. Kendi yerime doğru yürürken onları izlemeyi sürdürdüm ve pantolonumun paçalarından birine basıp elimde Harvey'nin şişesi ile kapaklandım. Tepe üstü düşerken içgüdüsel olarak elimdeki şişenin kırılmaması gerektiğini düşündüm (anne ve bebek) ve asfalta düşerken başımı ve şişeyi yukarda tutup, omuzlarımın üstüne inmeye gayret ettim. Şişeyi kurtardım ama başım kaldırıma çarptı. KÜT!
İkisi de düşüşümü izlemişlerdi. Kendimden geçecek kadar sarsılmıştım nerdeyse ama onlara seslenmeyi başardım: "Roy, Hollis! Beni kapıma kadar götürün lütfen, yaralıyım!"
Bir an durup bana baktılar. Sonra arabalarına binip, çalıştırdılar ve arkalarına yaslanıp güzelce uzaklaştılar.
Bir şeyler için cezalandırılıyordum. Tabut? Her neyse – arabamın kullanılması, veya şarlatanlığım ve/veya sağdıçlığım… İşlerine yaramazdım artık. İnsanlık iğrendirmiştir beni hep. Aslında, onları özellikle iğrenç kılan o akraba-ilişkisi hastalığıydı, ki buna evlilik, güç değiş tokuşu ve yardımlaşma, mahalleniz, bölgeniz, şehriniz, ülkeniz, devletiniz, milletiniz de dahil… Herkes birbirini kıçından yakalamış bu hayvanca-korku aptallığı ile vızıldadıkları kurtuluş kovanında.
Her şey pırıl pırıldı, beni orda yardımlarını isterken terk ettiklerinde her şeyi kavramıştım.
Beş dakika daha diye geçirdim aklımdan. Kimse beni rahatsız etmeden beş dakika daha yatabilirsem burda, kendimde kalkabilecek gücü bulabilecek, evime doğru yürüyüp içeri girebilecektim. Kanunsuzların sonuncusuydum ben. Billy the Kid elime su dökemezdi. Beş dakika daha. İzin verin de inime varayım. Yaralarım kapanır. Bir dahaki sefere beni bu tür toplantılara çağırdıklarında onlara ne yapmaları gerektiğini söylerdim. Beş dakika. Hepsi bu.
İki kadın yaklaştı. Dönüp bana baktılar.
"Ah, şuna bak? Nesi var?"
"Sarhoş."
"Hasta olmasın?"
"Hayır, şişeye nasıl sarılmış baksana. Bir bebek tutar gibi."
Allah kahretsin. Bağırdım onlara:
"İKİNİZİ DE YALARIM! KURUYUNCAYA KADAR EMERİM İKİNİZİ DE, KANCIKLAR!"
"Oooooh!"
İkisi de oturdukları binaya doğru koştular. Cam kapıdan girip kayboldular. Ve ben hâlâ kalkamıyordum, bir şeylerin sağdıcı. Tek yapmam gereken şey evime ulaşmaktı – elli metre ilerde bir milyon ışık yılı kadar yakın. Kiralık bir kapıdan elli metre uzakta. İki dakika daha ve kalkabilecektim. Her deneme ile biraz daha güçleniyordum. Eski bir ayyaş her zaman ayağa kalkar, yeterince zaman tanıyın yeter ki. Bir dakika daha ve kalkmıştım.
Ve gelmişlerdi. Dünyanın kaçık aile yapısının iki ferdi. Yaptıklarını neden yaptıklarını sorgulamayan iki deli. Tepe ışığını açık bırakıp bir arabanın yanına yanaştılar. Dışarı çıktılar. Birinin elinde el feneri vardı.
"Bukowski," dedi elinde fener olan, "başını belaya sokmadan duramıyorsun değil mi?"
Adımı biliyordu bir yerden, başka seferlerden.
"Bak," dedim, "tökezledim sadece. Başımı çarptım. Bilincimi asla yitirmem, tehlikeli değilim. Kapıma gitmeme yardımcı olur musunuz? İzin verin de yatağıma girip uyuyayım, her şeyi unutayım. Doğru olan da bu olmaz mı sizce?"
"İki kadın onlara tecavüz etmek istediğinizi ihbar etti efendim."
"Beyler, asla iki kadına aynı anda tecavüz etmeyi düşünmem."
Polislerden biri elindeki aptal feneri yüzüme doğrulttu. Ona müthiş bir üstünlük duygusu veriyordu.
"Hürriyetimden elli metre uzaktayım! Bunu anlayamıyor musunuz?"
"Kasabanın en büyük eğlencesi sensin Bukowski. Bize bundan daha iyi bir neden göstermen gerek."
"Durun, düşüneyim – kaldırımda serilmiş olarak yatarken gördüğünüz bu şey, bir düğünün sonucudur, bir Zen düğününün."
"Biri seninle evlenmek mi istedi?"
"Benimle değil göt..."
El fenerini iyice yüzüme yaklaştırdı.
"Kanunu korumakla görevli memurlara daha saygılı olmanı isteriz."
"Afedersiniz, bir an için unuttum."
Kan boynumdan aşağı inmiş, gömleğimden içeri sızıyordu. Çok yorgundum – her şeyden.
"Bukowski," dedi el fenerini yüzüme tutan, "neden başını belaya sokmadan duramıyorsun?"
"Kesin bu boktan muhabbeti," dedim, "kodese gidelim."
Kelepçeleri takıp arka koltuğa fırlattılar beni. Alışık olduğum şeyler.
Yavaşça sürüyorlardı, mümkün ve delice şeylerden söz ederek – ön balkonu genişletmek gibi, veya bir havuz, anneanneleri için bir oda ilave etmek. Spora gelince –bunlar gerçek erkektiler– Dodgers hâlâ şampiyon olma şansına sahipti, onları zorlayan birkaç takıma rağmen. Tekrar aileye dönüş – Dodgers kazanınca onlar da kazanıyordu. Bir adam aya ayak basınca onlar da basmış oluyorlardı. Ama açlıktan ölen biri onlardan üç kuruş istemesin – kimlik yok, s..tir git, bok kafalı. Sivil dolaştıkları zaman tabii ki. Bir polisten para isteyen bir aç görülmemiştir henüz. Bu konuda şüpheniz olmasın.
Bir şekilde suç işlemişlerin kuyruğundaydım bir kez daha. Genç olanlar kendilerini ne beklediğini bilmiyorlardı henüz. ANAYASAL haklarından filan söz ediyorlardı. Genç polisler, şehir kodeslerinde olsun, kasaba kodeslerinde olsun, sarhoşların üstünde çalışıp eğitimlerini tamamlıyorlardı. Kendilerini bu şekilde ispatlıyorlardı. Gözümün önünde birini asansöre bindirip bir aşağı bir yukarı inip çıktılar, dışarı çıktıklarında adam tanınmaz haldeydi – İNSAN HAKLARI diye bağıran bir siyahtı asansöre binmeden önce. Sonra beyaz bir adam ANAYASA ile ilgili bir şeyler bağırmaya başladı, onu tutup o kadar hızlı götürdüler ki yürüyemedi, ayakları yere değmeden gitmişti. Geri getirdiklerinde onu duvara yasladılar, öylece durmuş titriyordu, vücudunun her yerinde kırmızı lekeler vardı, titremesi kesilmiyordu bir türlü.
Fotoğraf çektirdim tekrar. Tekrar parmak izi alındı.
Ayyaşların hücresine götürdüler beni, kapıyı açtılar, gerisi odadaki 150 kişinin arasında bir yer bulmaktan ibaretti. Bir lağım çukuru. Kusmuk ve sidikten geçilmiyordu yerler. Hemşerilerimin arasında kendime bir yer buldum. Charles Bukowski'ydim ben, Santa Barbara'nın Kaliforniya Üniversitesi'nin kütüphanesinde kitaplarım bulunuyordu, orda benim bir dâhi olduğumu düşünen biri vardı. Tahtalara uzandım. Genç bir ses duydum. Bir delikanlı.
"Bir çeyreğe üflerim sizi bayım!"
Bozuk paralarını, banknotları, kimliğini, anahtarlarını, bıçağını ve sigaralarını alıp sana bir depozit kâğıdı verirlerdi. Ki ya kaybederdin ya da çaldırırdın. Ama hep para ve sigara olurdu içerde.
"Üzgünüm evlat," dedim ona, "son kuruşumu bile aldılar."
Dört saat sonra uyumayı başardım.
İşte.
Bir Zen düğününün sağdıcıydım ve bahse girerim ki gelin ile damat o gece düzüşmediler bile. Ama birileri düzülmüştü.