Bazen öyle bir cümleye rastlarız ki kitapta, o tek cümleden koca bir roman yazılabilir... Bu grup, işte o sözler için...
Dip Not: Her kitap için ya da her yazar için bir konu açıp, o kitaptan veya yazardan alıntıları ekleyebilirz. Bol konulu, bol alıntılı, boooollll paylaşımlı bir grup olması dileğimle :)
‘’ Ben, tarihî ve sosyolojik esaslara göre konuşuyorum, gaybî sebepleri ne ben bilebilirim ne de başkası. Hz. Ali bütün bu şirk unsurlarıyla savaşıyordu, fakat bu unsurlar bir örtü altında gizliydi.
Bu örtü, şirk muhafızlarının yüzündeki tevhid perdesiydi. Hz. Ali’nin kendilerine kılıç çektiği Kureyşliler, putların değil Ka’be’nin muhafızları idiler. Onlar mızraklarının ucuna muallakat-ı seb’ayı değil Kur’an’ı takıyorlardı. Böyleleri ile mücadele etmek daha zordur. Bu dönemde şirk ne yapmaktadır? Cihada gitmekte, İslâmî fetihler yapmakta, mihrabı vardır, görkemli camiler yapmakta, bu camilerde cemaatle namaz kılmakta, Kur’an okumakta, bütün âlimler ve kadılar kendisine tabidir ve Peygamber (s) dinin savunucusu ve yücelteni olarak görünmektedir. Oysa içi şirktir.Dost görünüşlü bir düşman olan, takva ve tevhid elbisesi içindeki şirk ile mücadele etmek zordur; hem de o kadar zordur ki, Hz. Ali bile ona karşı mağlup olmuştur. Tarihteki bütün toplumsal olayların ve ıslahat hareketlerinin liderleri, milletlerine saldıran yabancı ve belirgin düşmanları kolaylıkla etkisiz hale getirebilmişlerdir. Bu liderler, büyük güçlerine rağmen yabancı düşmanları yok edebilmişlerdir. Ancak dünyanın en büyük ordularını mağlup eden bu kahramanlar, milleti perişan eden ve sıkıntıya düşüren ve sayısı oldukça az olan dâhilî düşmana yenilmişlerdir. Nitekim S. Radhakrishnan şöyle demiştir: “Kaba kuvvet ve hile, takva elbisesi giydiğinde, dünyanın en büyük gücü ve faciası meydana gelmiş demektir.”
‘’ Âlimlerin görevi, tarihte hayata hâkim olmamış olan dini, hayata geçirmek ve yerleştirmek için mücadele etmektir.’’
‘’ 19. yüzyıldaki materyalistlerin doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, tabiî tehlikelerden korkup da dine sığınanlar da bu şekilde korku ürünü olan bir dine sahiptirler. Kur’an, onlardan çok önce korku dininin mensuplarından söz etmiş ve bu korkudan türemiş olan muamele biçimini ve toplumsal sınıflaşmayı eleştirmiştir. Bu sınıflaşmayı kim icad etti? Bu sınıflaşmayı, “Yiyecek bir lokma ekmeğin ve besinin yoksa, dayan, senin için cennette sofralar hazırlanacaktır!” diyenler icad etmişlerdir. Sınıflı toplumların ürünü olan bu din, hak dine bir veba gibi nüfuz etmektedir.’’
‘’ Mademki peygamberlerimiz, tarihe hükmeden şirk dinine karşı mücadele etmişler, öyleyse biz de bu mücadeleyi sürdürmekle yükümlüyüz. Nitekim bu güne kadar mele’, mütref ve onların uşaklarına karşı yapılan mücadeleler ve tarihin seyrinin değiştirilmesi için gösterilen çabalar tevhid dini adı altında gerçekleşmiştir. Bizim amacımız, geriye gitmek değil hak peygamberlerin yolunu takip etmektir. Zira onlar, halkın içinden çıkmış olan dolayısıyla da mele’ ve mütrefi emrindeki din adamları ve prensler ya da ağalarla bir şekilde irtibatı olanların karşısında yer alan peygamberlerdi.’’
‘’ Tarih boyunca, aç olan, aç kalsın, ekmeği elinden alınsın ve fakirlik var olup devam etsin diyen bir dini, Ebu Zer’in dini ile aynı tutabilir miyiz? O Ebû Zer ki, İslâm’ın parlak yüzüdür, bizzat Peygamber’in (s) terbiyesi ile yetişmiştir. Onun, ırk, sermaye ve kültür adına hiçbir şeyi yoktu; o, kâmil bir insan olmaktan başka hiçbir şeye sahip değildi. O, hak din tezgâhının, kitabının ve okulunun ürünüydü. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!”
Sahibini söylemeden Avrupa’da bu sözü söylediğimde, bazıları bunun, Proudhon’a ait bir söz olduğunu düşündüler; çünkü Proudhon, sert konuşmasıyla bilinir. Onlara dedim ki, böyle bir söz söylemek Proudhon’un haddine değildir! Bazıları da Dostoyevski’nin bu sözü söylemiş olabileceğini düşündü. Zira Dostoyevski şöyle demiştir: “Bir yerde öldürme olayı varsa, olaya katılmayanların elleri de kana bulaşmış demektir.” Doğrudur!
Dikkat et bakalım, Ebû Zer ne diyor? Onun söylediğini din söylüyor, dine mensup olan biri değil.
Zaten Ebu Zer, dinin canlı şekliydi, başka bir şey değil. O, başka hiçbir etki altında kalmadı ve Fransız devrimini yapanlardan biri değil, Gıfar kabilesinin bir ferdiydi. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” O, fakirliğe neden olana ve sömürgecilere kılıç çekin demiyordu. Onun çağrısı, bütün toplumu hedef alan bir çağrıydı. O, toplumda yaşayan herkes, sömürgecilerden olmasa bile yaşanan açlıktan ve fakirlikten sorumludur, demek istiyordu. Zira bu durumun ortaya çıkmasında herkesin payı vardır.
Yani toplumdaki herkesin, aç kalmama neden olan sömürgecilere bir katkısı vardır! Herkes, benim açlığımdan sorumludur! Ebû Zer, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın dediği gibi “Bir toplumun hakları, baskıyla gasp edilirse, o toplum haklarını almak için ayaklanabilir.” demiyor. Ebû Zer, hak sahibi ve aç olan kişi hakkını alsın ya da bütün insanlara kılıç çeksin, demiyor. O, aç kalıp da kılıcını çekmeyene şaşarım, diyor…
Öyleyse, insana ve insan hayatına bu gözle bakan bir dini, açlık olgusunun müsebbibi olan bir din ile aynı değerlendirmeye tabi tutmak insafsızlık, mutlak cahillik ve hem ağlatan hem de güldüren bir durum olmaz mı?’’
‘’ Küfr, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça’da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi demektir.’’
‘’Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu olmuştur:
1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır.
2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur.’’
‘’ Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve ‘dinsizlik’ anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.’’
‘’ Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri, Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır.’’
Ali Şeriati, Bir toplulukta biraz sert konuşunca topluluktan biri üstada, "hep böyle konuşuyorsunuz, biraz da bizi rahatlatacak şeyler söyleseniz" diyor.
Ali Şeriati şöyle cevaplıyor; "Ben sizi rahatlatmaya değil, rahatsız etmeye geldim. Ben esrar ve eroin miyim ki sizi rahatlatayım?"
1933-1977 yılları arasında yaşamış İranlı sosyolog Şeriati, çağdaş İslam düşünce dünyasının en önemli isimlerinden biridir. Çağdaş İslam üzerine verdiği eserlerde devrimci düşünce ile birlikte ortaya koyduğu sonuçlar, bazı eserlerinde görebileceğiniz Marksizmden alıntılar onu farklı kılan noktalardandı.