Bazen öyle bir cümleye rastlarız ki kitapta, o tek cümleden koca bir roman yazılabilir... Bu grup, işte o sözler için...
Dip Not: Her kitap için ya da her yazar için bir konu açıp, o kitaptan veya yazardan alıntıları ekleyebilirz. Bol konulu, bol alıntılı, boooollll paylaşımlı bir grup olması dileğimle :)
Bir kasetçaların düğmesine basıp bir Chopin noktürnünü susturmakla bir düğmeye basıp nükleer başlıklı füzeler fırlatmak arasındaki mesafe çok büyük değildir. Çeşitli amaçlar için düğmeye basmaya o kadar alıştık ki, düğmeye karşı duyarsızlaştık. Düğmeye basmak bir parçamız oldu artık: Nefes almak ya da gözlerimizi kırpmak gibi. Otonom sinir sistemimizin bir parçası gibi oldu düğmeye basmak.
'An'lar yoktur. Zaman var (mı) dır? Sonsuza dek hızla akıp giden yaşam vardır. Yaşam sürüp gider...gider...gider... Yaşam sürer. Biz de sürüp gideriz. Bir şeyler her zaman sürüp gitmiştir ve bir şeyler daima sürüp gidecektir.
Anlar yaşamın akışını durdurur. Yaşamı durdurur. İnsan ormandaki kuşları işitmek için durup dinlememeli. Durup dinlemeden işitmeli okyanusun kükreyişini.
Sevişin. Yorum yapmadan. Kayıt kuyut koymadan. O 'an'ın huzuruna kabul edilmeyi beklemeden öpüşün. Yürüyün,yürüyün,yürüyün. 'An'ı beklemek için durmayın. 'An'lar, zaman içinde geri götürür sizi. İçinde bulunduğumuz 'an' ı dondurarak geçmişe kaçarız. O 'an'ı, şimdiyi dondurarak, geçmişin bir parçası haline geliriz. Zamanla birlikte akın, durmadan yürüyün.
Bir sonraki 'an'ı beklemeyin. Bir sonraki 'an' diye bir şey yok. Sonra diye bir şey yok. Akış sürer gider. 'An'ın parçası olun. Her 'an'la birlikte yaşayın. Böylece kaldırın 'an'ları.
Yirminci yüzyılda birer görüntü tüketicisi haline geldik hepimiz. Bir sahneyi asla donduramayacağımızı, bir anı asla yakalayıp kayda geçiremeyeceğimizi fark etmiyoruz.
Ölümü yadsımak, yaşamı yadsımanın en güçlü göstergesi. Ölümlü olduğumuzu, öleceğimizi hemen hiç düşünmeyerek kendimizi zihinsel bir deli gömleği içine sokuyoruz. Yaşadığımız, kokladığımız, gördüğümüz, dokunduğumuz her anın bir daha gelmeyeceğini hissettiğimiz anlar o kadar az ki. Yaşamı böylesine özel, böylesine benzersiz kılan şey, her şeyin yalnızca bir kez olması. Bunu algılamak, ölümün bilincine varmakla mümkün olabilir ancak. Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız ölüm unutkanlığı içinde geçiyor.
Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı.
Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize "seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.
Tarih boyunca bize, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.
Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.