Yeraltı edebiyatı, dili zincirlerinden kurtarmak için 19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan ben özgürüm diye bağıran edebiyat.
insanların birbirlerine aşıkken gündelik hayatlarına devam etmelerini anlayamıyordum.böylesi bir hareket bana ihanet gibi geliyordu. kötü sahnelenmiş bir piyes gibi! sanki bir insana değil de, bir koltuğa aşık olunuyormuş gibi! ben gece gündüz hissettiklerimi, kızı, birlikte neler yapabileceğimizi, ona neler anlatabileceğimi düşünürdüm.
Hakan Günday-Kinyas ve Kayra
Bir fahişe ile bir rahibenin, bir cani ile bir polisin yan yana yattığı mezarlıklar bana, hayattaki tek gerçek, tek yalansız manzara olarak görünürdü. Ama hoşuma gitmeyen şeyler, içinde yine karşıma çıkan o insani kurnazlığı, ikiyüzlülüğü barındıran mezar taşı yazıları, dini sembollerdi. yine devreye insanın yarattığı o tiyatro sahnesinin plastik dekorları giriyor ve ölümü dahi kendi çıkarına göre biçimlendiriyordu. Değil tanrı’ya kendine bile inanmamış bir insanın başına çakılan haçlarla, yıldızlarla oyunun devam etmesini sağlıyordu. Sevmiyordum ben, o ölüme bile iyimserlik ve inançla bakan, acıyı şarap gibi tasvir eden yazıları. Ölümün de para gibi, yoktu dini. Çürüyen cesetlere bu kadar yüklenmek onları ancak daha da parçalardı. Yer altı canavarlarından önce, o mezar taşı yazıları yemeye başlamıştı cansız bedenler, gittiğim her mezarlıkta. Seslerini duyabiliyordum.
Hakan Günday