Bazen elimizde birçok kitap oluyor ve hangisini okuyacağımıza karar veremiyoruz. Bazen de canımız bir kitap okumak istiyor ama bu kitabın ne olduğuna dair bir fikrimiz olmuyor. İşbu sebeple kurulan bu grupta, okuduğumuz kitaplar hakkında birbirimize yardımcı olabilir, okumak istediğimiz kitaplar hakkında fikir teatisinde* bulunabiliriz diye düşündüm.
* Hep cümle içinde kullanmak istemiştim buraya kısmetmiş.
Roma, Akdeniz’de yayılmaya devam ederken çok büyük bir zenginliğe kavuştu. Ancak bu zenginliğin büyük kısmı senato sınıfından birkaç varlıklı aile tarafından paylaşıldı ve zenginlerle yoksullar arasındaki eşitsizlik arttı. Senatörler zenginliklerini yalnızca kazançlı eyaletlerin kontrolünü ellerinde tutmalarına değil aynı zamanda italya’nın her yanındaki çok büyük malikânelerine borçluydu. Bu malikânelerde ekseriya savaşlarda tutsak edilmiş esirler çalıştırılıyordu. Cumhuriyet dönemi Roma orduları önce Roma’dan, ardından italya’nın başka bölgelerinden gelen küçük toprak sahibi yurttaş-askerlerden oluşuyordu. Genellikle ihtiyaç olduğunda orduda savaşıp sonra topraklarına dönüyorlardı. Roma genişleyip seferler uzadıkça bu model işlemez hale geldi. Askerler her defasında topraklarından yıllarca uzak kalıyordu ve çoğu arazi kullanılamaz hale gelmişti. Asker aileleri bazen kendilerini bir borç dağının altında buluyor ve açlığın eşiğine geliyorlardı. Böylelikle pek çok arazi zamanla terk edildi ve senatörlerin malikânelerine dahil oldu. Ms 2. yüzyılın sonlarında bu durum hem zenginle fakir arasındaki uçurumun benzeri görülmemiş bir düzeye erişmesi hem de Roma’da bu adaletsizliğe isyanla karşılık verip roma aristokrasisine cephe almaya hazır hoşnutsuz yurttaşlardan oluşan yığınlar nedeniyle tehlikeli bir noktaya ulaştı. Fakat siyasal güç son iki yüzyıldaki değişimden fayda sağlayan senatörler sınıfının zengin toprak sahiplerinin elindeydi. Çoğunun kendilerine gayet iyi hizmet eden bu sistemi değiştirmek gibi bir niyeti yoktu.
Gidişatın farkında olan Tiberius Gracchus İtalya’da bulunan bir bölge olan Etruria’dan geçerken yurttaş- askerlerin ailelerinin çektiği zorlukların farkına vardı. İster bu deneyim yüzünden olsun isterse güçlü senatörlerle arasındaki başka anlaşmazlıklar yüzünden, çok geçmeden İtalya’daki arazi tahsisatını değiştirmek üzere tehlikeli bir planı uygulamaya koydu. M.Ö. 133'te pleb tribinus'luğu için adaylığını koydu, ardından bu makamı bir toprak reformu hazırlamak için kullandı. Buna göre, bir komisyon kamu arazilerinin yasadışı bir biçimde işgal eidlip edilmediğini soruşturacak ve yasal sınır olan 300 akrenin üstündeki araziyi yeniden topraksız Roma yurttaşlarına dağıtacaktı. 300 akrelik sınır aslında göz ardı edilerek yüzlerce yıldır uygulanmayan eski bir yasanının parçasıydı.... Tiberus kendisini destekleyen güruhtan güç alarak, toprak reformunu veto etmekle tehdit edene başka bir tribunus'e devre dışı bırakmayı başarınca teklif ettiği komisyon sonunda kuruldu. Ancak senato komisyonun fonlarını kısarak uygulamayı engelledi.
Tiberus Gracchus'un toprak reformu komsiyonu Yunan şehri Bergama'nın kralından gelen fonlar üzerinde Roma halkı adına hak talep edince sorun doruk noktasına ulaştı. Ardından, biraz da görevden ayrıldıktan sonra Senato'nun yapabileceklerinden korkarak, Tiberius Gracchus tribunus'luk için ikinci kez adaylığını koydu. Bu da senatörlere Tiberus'u kendisini kral ilan etmeye çalışmakla suçlamak için bahane oldu. destekçileriyle birlikte saldırıya uğradı ve çoğu öldürüldü.
Etiyopya’da da imparatorun toprak hibe etmesini içeren gult adında bir sisteme
dayalı olarak aynı şey oldu. 13. yüzyıla ait elyazmalarında bu kurumun adı
geçiyordu fakat kökeni çok daha eskiye dayanıyor olabilir. Gult terimi “ona bir fief
tahsis edildi” anlamına gelen Amharca bir sözcükten türemişti. Terim gult sahibinin toprak karşılığında imparatora hizmet –özellikle de askeri alanda– sunmakla yükümlü olduğu anlamına geliyordu. Buna karşılık gult sahibi de toprağı sürenlerden vergi toplama hakkına sahipti. Çeşitli tarihsel kaynaklar gult
sahiplerinin köylülerin tarımsal üretiminin yarısı ile dörtte üçü arasında değişen bir
bölümüne el koyduklarını ileri sürüyor. Bu sistem Avrupa feodalizmiyle dikkate
değer benzerlikler taşıyan bağımsız bir gelişmeydi fakat muhtemelen daha da
sömürücüydü. İngiltere’de feodalizmin en güçlü olduğu dönemde serfler maruz
kaldığı sömürü daha az eziyetliydi ve ürettiklerinin yarısı şu ya da bu biçimde
lordlara gidiyordu
19. yüzyılda Afrika’da Avrupa sömürgeciliği başladığında Etiyopya İmparator
II. Tevodros unvanıyla 1855’te taç giydirilen Ras (Dük) Kassa’nın idare ettiği
bağımsız bir krallıktı. Tevodros bir devlet modernizasyonuna girişti ve bu sayede
daha merkezi bir bürokrasi ve yargı sisteminin yanı sıra ülkeyi kontrol altına
alacak, belki de Avrupalılarla savaşabilecek güçte bir ordu oluşturdu. Her eyalete,
görevleri vergi toplamak ve bu vergileri kendisine göndermek olan askeri valiler
atadı. Avrupalı güçlerle görüşmelerde sıkıntı yaşıyordu ve bir öfke anında İngiliz
elçiyi hapse atmıştı. 1868’de İngilizler gönderdikleri kuvvetle tüm sermayesini
yağmalayınca da intihar etti.
1583’te William Lee, Cambridge Üniversitesi’ndeki çalışmalarını bırakarak rahip olmak için Calverton-İngiltere’ye döndü. I. Elizabeth yakınlarda bir karar çıkararak halkının her daim örgü başlık takmasını zorunlu kılmıştı. Lee şöyle yazıyor: “Bu tür giyim eşyalarını üretmenin tek yolu örgücülerden geçiyordu fakat ürünü bitirmek çok zaman alıyordu. Düşünmeye başladım. Akşamın alaca karanlığında oturmuş örgü şişleriyle iş gören annemle kız kardeşimi izledim. Eğer giyecekler iki örgü şişi ve bir sıra iplikle yapılıyorsa neden ipliği alan birkaç örgü şişi olmasın diye düşündüm.”
Bu çığır açıcı düşünce tekstil üretiminin mekanizasyonunun başlangıcıydı. Lee
insanları el örgücülüğünün bitmez tükenmez zahmetinden kurtaracak bir makine
yapmayı saplantı haline getirdi. O zamanları şöyle hatırlayacaktı: “Kiliseye ve
aileme karşı görevlerimi ihmal etmeye başladım. Makinemi ve onu nasıl yapacağımı düşünmek beni yiyip bitiriyordu.”
En sonunda, 1589’da örgü makinesi hazırdı. Makinenin ne kadar işe yarayacağını gösterip başkalarının tasarımını taklit etmesini engelleyecek bir patent istemek için I. Elizabeth’le (1558–1603) bir görüşme yapabilme umuduyla heyecanlanarak Londra’ya gitti. Makineyi kurmak için bir bina kiraladı ve kendi bölgesinin parlamento üyesi Richard Parkyns’in yardımıyla Kraliçe’nin Danışma Meclisi üyesi Henry Carey, Lord Hunsdon’la tanıştı. Carey Kraliçe Elizabeth’in gelip makineyi görmesi için bir buluşma ayarladı; fakat kraliçenin tepkisi kahrediciydi. Lee’ye patent vermeyi kabul etmediği gibi, ona “Hedefiniz çok yüksek Efendi Lee. Bir düşünün icadınızın zavallı kullarıma neler yapabileceğini.
İşlerini ellerinden alarak mutlak surette yıkımın eşiğine getirir ve böylece hepsini
dilenciye çevirir” diyerek karşılık verdi. Kırılan Lee şansını denemek için Fransa’ya gitti; fakat orada da başarısızlığa uğradı. Ardından İngiltere’ye dönerek
Elizabeth’in halefi I. James’ten (1603–1625) patent istedi. James de Elizabeth ile
aynı gerekçelerden ötürü patent vermeyi reddetti. İkisi de çorap üretiminin
mekanizasyonunun siyasal istikrarsızlığa yol açacağından endişe etmişti. İnsanları
işlerinden edecek, işsizlik ve siyasal istikrarsızlık yaratacak ve kraliyetin gücünü
tehdit edecekti. Örgü makinesi muazzam bir verimlilik artışının yanı sıra yaratıcı
yıkım da vaat eden bir yenilikti.
Parlamento düzenli bir biçimde toplanmıyordu ve oturumlar için kralın çağrıda
bulunması gerekliydi. Magna Carta’nın ardından ortaya çıkan düzene göre yeni
vergilerin onaylanması için kralın parlamentoyu toplantıya çağırması gerekiyordu.
1625’te tahta geçen I. Charles 1629’dan sonra parlamentoyu toplantıya çağırmayı
reddetti ve I. James’in izinden giderek daha katı bir mutlakıyetçi rejim inşa etmeye
yoğunlaştı. Zorunlu kredi uygulaması başlatarak insanları kendisine “borç”
vermeye mecbur bıraktı fakat kredinin şartlarını tek taraflı olarak değiştirerek
borçlarını ödemeyi reddetti. Tekel Kanunu’nun ona bıraktığı tek alanda, yani
uluslararası ticaret girişimlerinde tekeller oluşturdu ve bunları sattı. Ayrıca
yargının bağımsızlığını zedeledi ve hukuki davaların sonuçlarına müdahale etmeye
çalıştı. Pek çok para cezası ve harç uygulaması başlattı. Bunların en tartışmalı
olanı 1634’te Kraliyet Donanması’nı desteklemeleri için kıyısı olan vilayetlerden
alınmaya başlanan “gemi parası” idi; 1635’te iç kesimlerdeki vilayetler de bu harç
kapsamına alınacaktı. Gemi parası 1640’a kadar her yıl tahsil edildi.
Etiyopya, MÖ 400’lerde bu ülkenin kuzeyinde kurulan Aksum Krallığı’nın ardılıdır. Aksum zamanına göre gelişmiş bir krallıktı; Hindistan, Arabistan, Yunanistan ve Roma İmparatorluğu’yla ticaret yapıyordu. Pek çok yönden Doğu Roma İmparatorluğu’yla mukayese edilebilirdi. Para kullanıyordu, anıtsal kamu binaları ve yollar inşa ediyordu ve mesela tarım ve gemicilikte oldukça benzer bir teknolojiye sahipti. Ayrıca Aksum ve Roma arasında ilgi çekici ideolojik paralellikler mevcuttu. MS 312’de Roma İmparatoru Konstantin, Aksum Kralı Ezana’yla hemen hemen aynı zamanda Hıristiyan oldu.
Roma İmparatorluğu’nun gerilediği sıralarda Aksum da geriledi ve gerilerken
Batı Roma İmparatorluğu’nunkine benzer bir kalıbı takip etti. Roma’nın
gerileyişinde Vandalların ve Hunların üstlendiği rolü 7. yüzyılda Kızıl Deniz’e ve
Arabistan Yarımadası’na yayılan Araplar üstlenmişti. Aksum Arabistan’daki
sömürgelerini ve ticaret yollarını kaybetti. Bu ekonomik gerilemenin hızlanmasına
yol açtı: Madeni para basımı durdu, şehir nüfusu azaldı ve devletin merkezi
ülkenin iç kesimine ve modern Etiyopya’nın dağlık bölgelerine kaydı.
Gelgelelim, Tevodros’un yeniden yapılandırdığı hükümet İtalyanlar karşısında
19. yüzyılın en büyük sömürgecilik karşıtı zaferlerinden birine imza atmayı
başarmıştı. 1889’da taht II. Menelik’e geçti. Menelik tahta geçer geçmez
İtalyanların bu bölgede bir sömürge kurma isteğiyle yüz yüze geldi. 1885’te
Almanya Şansölyesi Bismarck, Berlin’de Avrupalı güçlerin gizlice “Afrika
Yarışı”nı planladıkları, yani Afrika’nın farklı çıkar grupları arasında nasıl
bölüşüleceğini kararlaştırdıkları bir konferans düzenledi. İtalya konferansta hem
Etiyopya sahili boyunca uzanan Eritre’deki hem de Somali’deki sömürgelerinin
haklarını güvence altına aldı. Etiyopya konferansta temsil edilmemesine karşın her
nasılsa zarar görmemeyi başardı. Ancak İtalyanlar planlarından vazgeçmemişlerdi
ve 1896’da bir orduyu Eritre’nin güneyinden harekete geçirdiler. Menelik’in yanıtı
Avrupalı bir ortaçağ kralının vereceği türdendi; soylulara silahlı adamlarını
getirterek bir ordu kurdu. Bu yaklaşım bir orduyu uzun süre cephede tutamazdı
fakat muazzam bir orduyu kısa süreliğine bir araya getirebilirdi. Bu kısa süre,
1896’da Adowa Savaşı’nda 15 bin kişilik orduları Menelik’in 100 bin kişilik
ordusu tarafından ezilen İtalyanları bozguna uğratmak için yeterliydi. Bu,
sömürgecilik dönemi öncesinde bir Afrika ülkesinin Avrupalı bir gücü uğrattığı en
büyük yenilgiydi ve Etiyopya’nın 40 yıl daha bağımsızlığını korumasını sağladı.
Etiyopya’nın son imparatoru, Ras Tafari, 1930’da Haile Selassie adıyla tahta
çıktı. Haile Selassie 1935’te başlayan ikinci İtalyan işgaliyle tahttan indirilinceye
dek hüküm sürdü. 1941’de İngilizlerin yardımıyla sürgünden geri döndü. Ardından
1974’te ülkeyi daha büyük bir fakirliğe ve tahribata sürükleyecek bir grup Marksist
subaydan oluşan Derg, yani “Komite” tarafından devrilinceye dek hüküm sürmeye
devam etti.