bu türü seven herkese açıktır..
Kitapları 35 ülkede 25 dile çevrilen, polisiyenin kraliçesi olarak adlandırılan Camilla Läckberg'in 'Buz Prenses'i Türçede
(Radikal Kitap Eki- Bahar Çelİk Omur Arşivi)
Avrupa’nın en çok okunan polisiye yazarlarından Lackbert, ‘Buz Prenses’le hayli sürükleyici bir romana imza atıyor. Okuyucu, karakterleri tanımaya başladıkça katilin kim olduğu hakkında tahminler yürütürken, yazar, okuyucuyu şaşırtma konusunda oldukça başarılı hamleler yapıyor. Böylelikle romanın sonuna kadar heyecanınızı yitirmiyorsunuz.
Gelelim kitabın konusuna... Mesafeli tavırları ve güzelliğiyle tanınan Alexandra Wijkner zaman zaman ziyaret ettiği kasabasında, artık pek de sık kullanmadığı eski evinde ölü bulunur. Evin bakıcısının, Alex’i bulmasının ardından olaya müdahil olan kahramanımız Erica ile Alex’in bulunması esnasında daha kitabın başında karşılaşırız. Biyografi yazarı olan Erica, Alex’in ölüsünü bulanlardan biri olarak, istemeden de olsa dahil olduğu bu durumdan artık sıyrılamayacaktır. Zira ölüyü onun bulmuş olmasının ötesinde, Alex onun aynı zamanda yıllardır görüşmediği çocukluk arkadaşıdır. Alex’in ailesi Erica’dan kızları hakkında bir biyografi kitap yazmalarını istediğinde Erica’nın Alex’in geçmişini araştırma isteği daha da perçinlenir.
Sıradan olmayan bir ölüm
Erica’nın Alex’i bulmasının ardından elbette polis teşkilatı devreye girer. Alex’in ölümündeki baş şüpheliler sıra ile sorgulanır. Katilin kim olduğuna dair oldukça güçlü veriler vardır. Erica da diğer taraftan kendince bir araştırma yürütmektedir ve çoğu zaman polisten bir adım önde gider. Erica kitabı için çalışma yaparken aynı zamanda geçmişini ve Alex ile olan ilişkisini de sorgulamaya başlar. Ve geçmişinde sisle örtülü zamanlar olduğunu fark eder. 10 yaşına kadar çok yakın iki dost olan Alex ve Erica, Alex’in zamanla başlayan soğuk tavırları ve ardından aniden kasabadan taşınmaları ile birlikte tamamen birbirlerinden koparlar. O sırada henüz çok küçük yaşlarda olmalarına rağmen, Erica geçen yıllar boyunca Alex’in ondan neden bir anda koptuğunu anlamaya çalışır ve hep kendinde bir problem olduğunu düşünür. Soruşturma geliştikçe Alex’in ölümün hiç de sıradan bir ölüm olmadığı, onu ölüme sürükleyen pek çok neden olduğu ortaya çıkar.
‘Buz Prenses’, başlı başına sadece bir polisiye roman değil. Çok katmanlı yapısı içerisinde pek çok toplumsal soruna dikkat çekiyor. Toplumsal baskının yol açtığı meseleler, pedofili, aile içi şiddet gibi konular kurguya oldukça başarılı bir şekilde dahil ediliyor. Bir polisiye romanda böylesine önemli meselelere değinilirken yazarın didaktizmin kuru anlatısına düşmemesi de sevindirici. Lackberg’in aile içi şiddete yaptığı vurgu son derece önemli. Kahramanımız Erica’nın kız kardeşi Anna’nın yaşadıkları Türkiye ’de aile içi şiddete uğrayan kadınların yaşamlarının ufak bir özeti gibi. Kadına karşı şiddetin ne yazık ki sadece eğitimsizlikle açıklanamayacağının da minik birer örneği oluyor bu kurgu hikâye. Yaşadıklarının suçunu kendinde görme, devamlı mükemmel olma çabası, çocukları için yaşanılan tüm zorluklara katlanma Türkiyeli kadın okurlar için oldukça tanıdık geliyor olmalı. Ayrıca namus cinayetlerini sadece gelişmemişlikle açıklayıp belli bir bölge ile sınırlandırmak isteyen kafalar için de zihin açıcı olabilir ‘Buz Prenses’. Bunun yanında toplumsal baskının ne kadar yüz değiştiriyor olsa da farklı şekillerinin dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinde de kendine yer buluyor olmasının bazı kafalarda gelişmiş batı imajını sarsacağını söyleyebiliriz.
Kitapları 35 ülkede 25 dile çevrilen, polisiyenin kraliçesi olarak adlandırılan bir yazarın kadın duyarlılığı üzerinden yazması, kadın sorunlarının fark edilir olmasında çaba göstermesi biz kadınlar için elbette sevindirici. Böylelikle Läckberg’in bu yıl ülkesinde Expressen gazetesi tarafından Dünya Kadınlar Günü’nde yılın kadını da seçilmesinin tesadüf olmadığını daha iyi anlıyoruz.
BUZ PRENSES
Camilla Läckberg
Çeviren: Elif Günay
Doğan Kitap
SİSLE GELEN YOLCU- Jean-Christophe Grange
Doğan Kitap
(KİTAP YORUMU-SELİN OKYAY-RADİKAL KİTAP EKİ)
Zor bir akşamın ardından ancak saat üç buçukta uyuyabilen nöbetçi psikiyatr Mathias Freire, yarım saat sonra bir telefonla uyandırılır. Saint-Jean Garı’nda bir adam yakalanmıştır, nöbetçi bir hekim, hafızasını kaybetmiş olan bu adamı ona, onun çalıştığı hastaneye yolladığını söyler: Neredeyse iki metre boyunda, kovboy şapkalı, ismi dahil hiçbir şey hatırlamayan bir adam. Elindeki plastik torbada resmi evraklar vardır.
Jean-Christophe Grangé’nin yeni kitabı ‘Sisle Gelen Yolcu’ böyle başlıyor ve bir anda derin bir esrarın içine dalıyor. Daha doğrusu, biz esrarın derinliğini, birbirini izleyen gelişmelerle öğreniyoruz. Farklı karakterler (Mathias Freire, Victor Janusz, Narcisse, Nono, Kubiela), farklı şehirler (Bordeaux, Marsilya, Nice, Paris) ve birbirini izleyen mitolojik cinayetler: Minotauros, İkaros, Uranos, Kronos. Hepsi bir baba-oğul çatışması üzerine, babasının beklentilerini karşılamayan oğullar üzerine kurulu cinayetler ve hepsinin faili olan Olimpos katili... Öyle mi gerçekten? Yoksa gerçek katil polisin peşinde olduğu Mathias Freire mi?
‘Sisle Gelen Yolcu’yu uzun uzun anlatmak, yazara da, okurlara da haksızlık etmek olur. Her zaman parlak fikirlere sahip olan Grangé, burada da gene parlak ama uçuk bir fikir peşinde. Matruşka sözüyle tanımlanacak bir esrarı var. Ancak bu esrar hakkında bir fikir edinmek için epeyce okumak gerekiyor. Kimsenin şikâyetçi olacağını da sanmam. Fransız yazar, hikâyesini, daha doğrusu hikâyelerini her zamanki gibi akıcı bir dille anlatıyor. Şiddetten de uzak durmamış, üstelik bu seferkiler olimpik boyutta...
Kahramanlarımız (lafın gelişi tabii, yoksa çoğu bu tanımı hak etmiyor) Bordeaux’da yaşayan psikiyatr Mathias Freire, Marsilya’nın evsizlerinden Victor Janusz, Nice’li deli ressam Narcisse, Paris’e yerleşmiş kalpazan Nono ve gene Paris sakinlerinden Doktor François Kubiela. Maktuller ise daha çok evsizler olmakla birlikte, arada mitolojik cinayetler dışında da cinayetler işleniyor.
İşin hem bulmaca, hem şaşırtmaca yanı ise, Olimpos katilinin cinayetlerinde elbette: “Paris’te Hugues Fernet’yi öldürdü. Aralık 2009’da Marsilya’da, Tzevan Sokow’u İkaros’a dönüştürerek katletti. Şubat 2010’da ise Minotauros’a benzeterek Philippe Duruy’ü öldürdü. O bir mitolojik katil. Kriminoloji tarihinde bugüne dek görülmemiş bir vaka.”
Katilin delilik coğrafyası
Ama Jean-Christophe Grangé ölçütlerinde eşi emsali görülmemiş bir vaka değil. Fransız yazar, önceki kitaplarını da akla hayale gelmez buluşlarla bezemişti. Bu yüzden de boğazlanmış Minotauros, yakılmış İkaros, hadım edilmiş Uranos insana o kadar da sıra dışı gelmiyor. Grangé, insan vücudunu değiştirmek için tıbbın yapabileceği her şeyi keşfetmiş, hatta kurbanın vücudunu “katilin delilik coğrafyası” ilan etmişti. Bu sefer de beynini ele almış.
Kendisi de insan beyni ve ruhunun bahçıvanı ve şifacısı olan Mathias Freire, Minotauros cinayetini çözmeye çalışarak işe başlamak zorunda kalıyor. Şüpheler üzerinde toplanmış, çünkü bu cinayete başkaları da katılmış. Garda bulunan, fahızasını kaybetmiş adam da ilgisini çekiyor. Kovboy şapkalı adam, aslında hatırladığını söylediği şeyleri bile hatırlamıyor. Verdiği bilgilerin tümü yanlış. Ya bir hafıza yanılgısı söz konusu, ya da iddia ettiği kadar ‘temiz’ değil.
İşin içinde bir de polis var, bir kadın polis. Anaïs Chatelet, kendi nöbetinde bulunan parçalanmış ceset haberini sevinçle karşılıyor. Çünkü bu, nihayet ona bir şans verilebileceği anlamına geliyor. “Çıplak olarak bulunmuş genç bir adam. Çok sayıda yara. Sapkınca bir mizansen. Net bir şey yoktu ama delice, acımasız, karanlık bir şeyler olduğu kesindi... Ne kötü sonuçlanmış sıradan bir kavga ne de alçakça bir soygundu. Ciddiye alınacak bir şeydi.” Anaïs 29 yaşında, bu da taze bir başkomiser olarak ilk cinayet vakası olacak. Gazetelerin birinci sayfalarına çıkmayı hayal ediyor. Genç ve kadın olmasının yanı sıra, bir başka dezavantajı daha olduğunun farkında: 2002 yılında Şili’de ölüm mangalarının eylemlerinde etkin bir rol oynayan şarap üreticisi babası Jean-Claude Chatelet’nin adı ve varlığı. Ancak, skandal patlak verdikten sonra nasıl hukuku bırakıp polis olmaya karar verdiyse, şimdi de aynı kararlılıkla ve Komiser Hervé Le Coz’un desteğiyle katili bulmaya kararlı.
Bir ülkeden diğerine
Grangé, bizi iki ayrı kanaldan, Freiere ve Chatelet’nin araştırmaları–soruşturmaları üzerinden ilerletiyor. Şehirden şehire gidiyoruz: Hep var olan Anaïs’le, ama farklı erkek karakterlerle. Ancak bunlar, hep aynı ülkede, Fransa ’daki şehirler. Oysa Grangé okurları, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya savrulmaya alışkındır: Tayland, Kuala Lumpur, Bangkok’da gezen ‘Siyah Kan’, İstanbul ’a da gelen ve Nemrut dağlarında noktalanan ‘Kurtlar İmparatorluğu’, Yargıç Jeanne Korowa’yı Guatemala , Nikaragua ve Arjantin’de soluk soluğa bir takibin göbeğine savuran ‘Ölü Ruhlar Ormanı’, baharda Avrupa’ya gelmiş, ama yaz sonunda Afrika’ya dönememiş göçmen leylekleri, parçalanmış cesetleriyle yazarın ilk romanı ‘Leyleklerin Uçuşu’nda olduğu gibi...
‘Sisle Gelen Yolcu’nun ana karakterlerinden Başkomiser Anaïs Chatelet’nin müstakbel mesleğini, dışarıya yansıttığı kişiliği, kılığını, dünyaya bakışını değiştiren, onu mahveden kötülük, ‘Koloni’den aşina olduğumuz bir eyleme gönderme yapıyor. Bu kitapta, katıksız masumiyetin yanı başında, saf bir kötülük de vardı ve ikisini şahıslarında birleştirenler ise, çocuklardı. Grangé ‘Koloni’de, Şili’de yaşananlara da değiniyordu. Bir söyleşisinde, kitaptaki tüm bilgileri Şili’de yaptığı röportajlardan öğrendiklerine bağlamıştı. Fransız ordusunun Pinochet döneminde Şili kolluk kuvvetlerine işkence dersleri verdiğini de orada keşfetmiş. Anaïs’in küçükken çok sevdiği, özellikle aklını kaçırmış Şilili annesi hastanede öldükten sonra (ki, niye olduğunu tahmin etmek pek zor değil) daha da fazla bağlandığı, onu el üstünde tutan babası da bir işkenceci.
Öte yandan yazar, tarih romanı yazmak gibi bir iddiası olmadığını da özellikle belirtiyor. Ama bir araştırmacı, dahası röportajcı. Çünkü Grangé edebiyata gazetecilikten geldi. Gerçek olaylarla kurguyu ve araştırmalarını, dünyayı dolaşmış biri olarak yabancı ülkeler hakkındaki birinci elden bilgilerini, söyleşilerini biraraya getiriyor. Serbest gazeteci olarak çalıştığı dönemin meyvelerini deriyor. Ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya sıçrarken kendini hep evinde hissediyor izlenimi vermesinin nedeni de, o yerleri gezip görmüş, sorunlarına vakıf olmuş olması.
Grangé aynı deneyimlerden, senaryolarında da yararlanmış olsa gerek. Kızıl Nehirler’in özgün senaryosu ile Jean-Christophe Comar’ın yönettiği Vidocq’un senaryosunu yazdığı gibi, beyazperdeye aktarılan bütün kitaplarının senaryolarında da katkısı vardır: Kızıl Nehirler 2, Kurtlar İmparatorluğu (hatta Emre Kınay da oynamıştı), Taş Meclisi, Koloni.
Doğrusu, Jean-Christoph Grangé çok da beğendiğim bir yazar değildir. Bunun başlıca nedeni ise benim sevdiğim türde polisiyeler yazmayışı olsa gerek. Ama örneğin ‘Koloni’den, orada yarattığı bir-iki karakterden çok etkilenmiştim. ‘Sisle Gelen Yolcu’da ise, yazar olarak kendini aştığını düşünüyorum. Çünkü bu kitapta ilgi çekici, yanıltıcı bir çeşitliliğe, bir bölünmeye gitmiş. Bunun şemsiyesi altındaki tüm karakterleri de gene bütünlüklerini bozmadan, eksiksiz yaratmayı başarmış. Gerçi bana evsizlere karşı biraz zalimce davranıyor gibi geldi ama, karakterlerinin dolaştığı çevreleri özenle, ayrıntılarıyla yarattığını inkâr edemeyiz. Mitoloji cinayetlerini anlatırken, kendisi de neredeyse mitolojik bir kitap yazmış.
Gerçi ben, yazarın kusursuz kurgusunu ve sürprizlerini zedelememek için pek çok şeyi kendime saklamak zorunda kaldım. Bu yüzden de yer yer yanıltıcı davranmış olabilirim. Ama dedim ya, hem yazara haksızlık etmek, hem de sizin heyecanı eksilmeden bir kitap okuma zevkinizi kösteklemek istemem. Onun için, size kitabın tanıtımını sunuyorum. Sürprizi bozmadan, bir tekerlemeyle, özet halinde en iyi o anlatıyor çünkü:
“Ben gölgeyim.
Ben avım.
Ben katilim.
Ben hedefim.
Kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak.
Peki ya diğeri de bensem?”
Türkiye’de ilk polisiye roman 1881 yılında yayımlandı. Bu, Ponson de Terrail adlı bir Fransız yazarının ‘Paris Faciaları’ diye çevrilen eseridir. Türkiye’de ilk polisiye romanın basımı, bu türün ilk örneği sayılan Edgar Allan Poe’nun ‘Morgue Sokağı Cinayeti’ adlı yapıtının Amerika’da neşrinden kırk yıl sonraya rastlar. Roman türünde ülkemizde yayımlanan eser olan Yusuf Kamil Paşa’nın Fransız yazarı Fénélon’un ‘Telemaque’ adlı çevirisinden ise yirmi yıl sonra okuyuculara sunulmuştur. Bu tespitimiz Türkiye’de polisiye romanın tarihinin 130 yıl önceye gittiğini gösterir. Bu ilk çeviriden sonra II. Meşrutiyet’in ilanına yani 1908 yılına kadar 55 çeviri polisiye roman yayımlanmıştır. Bu romanların büyük bölümü o dönemde çok tutulan Fransız yazarlarının kaleme aldığı melodram ağırlıklı polisiye romanlardır.
Telif polisiye romana gelince, ilk telif polisiye roman 1883’te Tercüme-i Hakikat gazetesinde tefrika edilen ve 1884’te ayrıca kitap olarak yayımlanan Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Esrâr-ı Cinayât’ isimli eseridir. Ahmet Mithat pek çok konuda olduğu gibi polisiye romanda da öncülük etmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar telif polisiye roman yazılmasında Ahmet Mithat’a katılan tek bir yazar görüyoruz. Bu da Selanik’te Asır gazetesini çıkaran Fazlı Necip’tir. 1901’de Selanik’te yayımladığı ‘Cani mi, Masum mu?’ adlı yapıtı tıpkı Ahmet Mithat’ın polisiye romanları gibi melodram ağırlıklı ve Fransız polisiye okulunun etkisi altında bir eserdir.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkiye’de polisiye roman yayıncılığı büyük bir ivme kazanır ama bu ivmenin sonucu basılan eserlerin neredeyse tamamı Anglosaksonların “dime novels” dediği bizim “onparalık öyküler” diye dilimize çevirmeyi yeğlediğimiz klasik polisiye romanın bir alt türü olan, az eğitimli ve genç bir okuyucu kütlesini hedef alan, aynı kahramanın çeşitli maceralarını anlatan öykü formatında kitapcıklardır. Bunlar ilk önce Nat Pinkerton, Nick Carter gibi o günlerde bu türün çok tanınan kahramanlarının çeviri öyküleri olarak okuyuculara sunulmuştur. Bu alt türün edebi nitelikleri bakımından tamamen popüler edebiyat içinde mütalâ edilmesi gerekir ve Sherlock Holmes ve Arsène Lupin öykülerinin çok kötü kopyalarından ibarettir.
Ancak dönemin okuyucuları katında bu tür öykülerin büyük beğeni kazanması ve yüzlercesinin dilimize çevrilip satılması Türk yazarlarını da bu tür öyküler yazmaya heveslendirmiştir. 1913 yılında Ebüssüreyya Sami’nin Amanvermez Avni hikâyeleriyle başlayan bu yeni çığır okuyucu katında başarı kazanınca bu ilk örneği; Hüseyin Nadir’in Fakabasmaz Zihni’si başta olmak üzere diğerleri de izlemiştir. Bu türün en başarılı örneği ise hiç kuşkusuz Peyami Safa’nın Server Bedi adıyla yazdığı Cingöz Recai öyküleridir.
Tuğla kalınlığında iki cilt
II. Meşrutiyet’in ilanından Latin harflerinin kabul edildiği 1928 yılına kadar Türkiye’de polisiye roman alanına egemen olan tür bu onparalık öyküler türüdür. Bu türün dışında klasik polisiye roman tanımına uyacak telif polisiye roman sayısı bu yirmi yıllık dönemde topu topu altı tanedir. Bunlar Yervart Odyan’ın ‘Abdülhamid ve Şerlok Holmes’i , Server Bedi’nin roman formatında yazdığı bir Cingöz Recai macerası, M. Akil’in ‘Karanlık Konakta Ne Var?’ adlı ilginç romanı ile Necip Fazıl Kısakürek’in yaşamında yazdığı tek roman olan ve kendisinin hiç söz etmekten hoşlanmadığı eseri ‘Meş’um Yakut’, Alevcan mahlasını kullanan ve kim olduğunu saptayamadığımız bir yazarın ‘Bir Polis Hafiyesinin Harikulade Maceraları’ ve size sunduğumuz Sâmi Aziz’in ‘Hortlayan Cellat’ isimli romanlarıdır. Aslında altı olarak saptadığımız bu roman sayısı aşağıda açıklayacağımız gibi altı değil beştir. Çünkü bu romanlardan ikisi bazı ufak değişikliklerle aynı romandır. Bu ilginç durum, Türk polisiye roman tarihinin emekleme dönemindeki çok şaşırtıcı bir olayı da açığa çıkarmaktadır.
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir polisiye roman tutkunu olan ve Türkiye’deki polisiye romanın gelişimi hakkında sahafların alaycı tâbiriyle tuğla kalınlığında iki cilt kitap kaleme alan bu satırların yazarının kıymet hükümlerine göre bu altı roman içinde polisiye roman tekniğine en uygun ve başarılı olan yapıtlar ‘Karanlık Konakta Ne Var?’ ve ‘Hortlayan Cellat’ isimli kitaplardır. Ancak bu iki kitap ayrı romanlar değillerdir; aynı romanın çok az değiştirilmiş iki ayrı versiyonudur ve bunları aşağıda açıklayacağımız gibi tek yapıt kabul etmek gerekir.
Bu romanların ikisi de 1928’de yayımlanmıştır. İlk olarak ‘Karanlık Konak’ta Ne Var?’ isimli yapıtın yayımlandığını sanıyoruz. Kitabın yayıncısı belli değildir. Yazarı M. Âkil olarak gösterilmektedir. Milli Kütüphane kayıtları M. Âkil’i “Âkil Koyuncu” olarak tanımlamaktadır. Âkil Koyuncu (1886- 1977), Selanik doğumludur; yazarın Selanik’te yayımlanan dergilerde ve özellikle II. Meşrutiyet sonrasının etkili dergisi Genç Kalemler’de Ziya Gökalp’in önderliğindeki dildeki sadeleştirme akımına Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem ile birlikte en etkin katılımlarda bulunanlardan biri olduğu bilinmektedir. Öğretmenlik, gazetecilik, banka müdürlüğü gibi görevlerden sonra uzun yıllar yaşadığı İzmir’i terk edip İstanbul’a yerleşmiş ve burada ölmüştür.
Âkil Koyuncu Cumhuriyet’in ilk yıllarında da şiir, roman ve tiyatro olarak eserleri yayınlanmış bir yazardır ama yazma konusunda süreklilik göstermediği gözlenmektedir. A.Asfer takma adıyla kaleme aldığı mizahi yazaları da dikkate değer olan yazar; özellikle 1930’dan sonra edebiyattan uzak kalmasıyla unutulup ihmal edilmiştir. Kooperatifçilik konusunda yazdığı ve çevirdiği bazı kitaplar ise 1940’lı yıllarda yayınlanmıştır. M. Âkil’in kitabında olaylar Sacit isimli bir gazetecinin başından geçmekte ve romanın asıl gizemli kahramanı olan kadın Belkis Süreyya adını taşımaktadır. Kitapta ilginç ve açıklanması zor cinayetler işlenmekte ve bu cinayetlerin gizemli Belkıs Süreyya ile ilişkisi ana kurguyu oluşturmaktadır.
Ahmet Ümit'in 10 Nisan'da yayınlanan romanı Sultanı Öldürmek bu satırlarla başlıyor. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin hikayesi bu. Şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikayesi... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin'in başından geçen dört günlük tuhaf bir serüven. Sapında Fatih Sultan Mehmed'in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri "Ulu Hakan"ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?
Fatih Sultan Mehmed'i kim öldürdü?
"...Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin hakimi. Allah'ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye'yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu'nun doğal varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed'in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han'ın cansız bedeni..."
100 milyon nüfuslu Japonya’da yılda 600 milyon kitap satılırken (1 kişiye 6 kitap), 75 milyonluk Türkiye’de 15 milyon kadar kitap satılmaktadır (6 kişiye 1 kitap). Böyle bir ülkede bilim, sanat, edebiyat, teknoloji, araştırma, üretme hak ettiği değeri göremez.
Milyonlarca yurttaşımız üniversiteyi bitirdi. Ancak 17 milyon ailenin 12.5 milyonuna hala gazete, dergi, kitap girmiyor. Varsa yoksa aptal TV dizileri, şizofren yapıcı bilgisayar oyunları…
KORKU EDEBİYATI
Korku edebiyatının en başarılı ilk örneklerinden birine hayat veren William Beckford, Vathek'le aynı zamanda roman sanatının da en hakiki 'cehennem'ini yaratıyor. TURGUT BARAN yazdı
Gotik edebiyat, sırf adıyla bile bir tür efsun yaratıyor. İnsanın gözünün önüne hemen karanlık şatolar, isimlendirilemeyen varlıklar, kısaca tekinsiz bir dünya geliyor. Gotik akımı, 18. yüzyılın ikinci yarısıyla, 19. yüzyılın başı arasında, yani Akıl Çağı sonrası, romantizm akımının öncesi bir dönemde görülmüş. Murat Belge, Vathek'e yazdığı nefis önsözde hem gotik edebiyatının gelişimini hem de William Beckford'ın yaşamını anlatıyor. Belge, gotiğin doğuşu için şöyle söylüyor: "İngiliz edebiyatında bir 'fantazi' eğilimi hep olmuştur. Belki buna bağlayabiliriz Gotik Roman'ı -ama çok gevşek bir biçimde." Belki de gelmiş geçmiş en tuhaf edebiyat akımı olan gotik, çok sayıda ürün vermez belki ama etkileri bugüne dek uzayan bir güçte olacaktır. Yine Belge'nin notlarından devam ediyoruz gotiğin nasıl kendinden sonra gelen romantizm akımına nefes verdiğine: "Gotik Roman'da görülen birçok özellik, Ortaçağ sevgisi, eksotik ve eksantrik olanın yüceltilmesi, göreneksel ahlakın mahkum ettiği şeylerin erdem olarak görülmesi (cinsel tutku olabilir, her türlü tutku olabilir) Romantizm'in de arsenalinde vardı. Diyebiliriz ki, Romantizm, Gotik'e ihtiyaç bırakmadı. Ama Romantizm de Gotik'ten yararlandı. Mary Shelley'nin Frankestein'ı (1818) 'Gotik Roman'la özdeşleştirebileceğimiz pek çok ögeyi, o romanları kat kat aşan bir hayal gücüyle bir araya getirebilmiştir. Yüzyıl sonunda Bram Stoker'ın Dracula'sı (1897) yayımlandı; bu da, bildik Gotikçilerin ağzının suyunu getirecek ya da dişlerini sivriltecek bir hikayeydi; Stevenson'ın Dr. Jekyll'ı (1886) ondan da erkendir."
ORYANTALİZM VE GOTİK
Ama devir yalnızca gotiğin değil, oryantalizmin de devridir. Oryantalizmin yani doğuya vakfedilen her türlü büyülü ve doğa üstü malzemenin... İşte Vathek'in edebiyat tarihindeki önemi, tam da bu iki akımı mükemmel bir şekilde kesiştirmesinde yatıyor. Vathek, korku edebiyatının en başarılı ilk örneklerinden biri olarak bir dönüm taşı gibi diğerlerinin arasında sivriliyor, kendinden sonra gelen pek çok esere de ilham kaynağı oluyor. Belge roman için, "Vathek hem kendi başına hem de genellikle birlikte anıldığı bir avuç romanla birlikte, ilginçtir. 'Korku edebiyatı'nın erken örneklerinden biridir," diyor. Doğal olarak Vathek'i bugünün gözüyle okuduğumuzda bize biraz çocukça görünüyor. Öyküdeki her şey abartılı bir şekilde anlatılmış, bu da ona çocuk masallarına yaraşan bir naiflik katmıştır. Vathek'te karakter gelişimi yoktur. Sürekli olarak olaylar olur, bir olay diğerini takip eder ve roman aslında bölümlere ayrılmaya müsait olmasına rağmen, hiç ara vermeden tek bir metin olarak devam eder ve sonlanır. Bununla birlikte merkezinde en doğal ve en saf biçimde 'kötülüğü incelemesiyle', çağdaşı diğer eserlerden ayrışır ve bir ilk olur. Ancak Vathek'i anlamanın asıl yolu ,önce yazarını tanımaktan geçiyor. Çünkü Vathek'e dair pek çok gizem Beckford'ın yaşamında saklı olduğu gibi, Beckford'ın bizzat kendisi de tekinsiz bir portre çiziyor. Bir İngiliz asilzadesi olan Beckford, sahip olduğu büyük servetin de gücüyle elinden geldiğince özgür bir hayat yaşamaya çalışsa da, maalesef dönemin toplum kuralları buna pek de izin vermiyor. Örneğin farklı cinsel tercihleri nedeniyle adı bazı skandallara karışıyor. Özellikle de yine Belge'nin tabiriyle 'ona vurulmuştu' dediği çocuk yaştaki genç bir erkek için verdiği ve birkaç gün boyunca, kapalı kapılar ardında süren ünlü bir Noel partisi sonrasında; adı, evini bir süresine terk etmesine neden olan bir skandala karışıyor. Ancak birkaç yıl sonra geri dönüyor ve gotik tarzda bir malikane inşa ettirip, kendine özgü bir tarzda yaşamaya devam ediyor. Bu arada evli ve çocuklu olduğunu da atlamayalım. Gizli bilimlere ve ezoretiye meraklı olduğunu da... Vathek'in, o ünlü Noel partisinden sonra doğduğu da söyleniyor. Kendi sıkışmışlığını bir anlamda bu öykü aracılığıyla dışa vuruyor, bir yandan da belki kendi günahlarını (!) da cezalandırıyordu. Belge, William Beckford'ın oryantalizm ve ezoterizm düşkünlüğünün nasıl doğduğunu ve Vathek'in ardında yatan kendi psikolojisini şöyle anlatıyor: "Çocukluğundan resim öğretmeni olan Alexander Cozens muhtemelen pek resim öğretememişti ama ona Bin Bir Gece Masalları'nı okutan ve böylece Oryantalizmin yolunu açan oydu. Daha başka şeyler de (büyü vb.) öğretmiş olabilir. Bazı tanıdıkları ise kendisine böyle şeyleri kesinlikle okumamayı salık veriyorlardı. Beckford onlara kulak asmadı, ama öte yandan belli ki hayatı boyunca da fazla huzurlu olmadı. Şark, bir zamanların İtalyası gibi, günahın ve ahlaksızlığın (ve tabii ki de her türlü egzotizmin, zenginliğin, bolluğun) diyarıydı. Onun için, bu Batı'da inşa edilmiş Doğu, William Beckford'un kendi ruhunun bir aynası gibiydi; içini dışavuruyor, ama bunu yaparken ötekileştiriyordu.
ARAP BİR YAZARIN ESERİ OLARAK TANITILDI
Beckford, Vathek'i nedense Fransızca yazar ve çok geçmeden bir uyanık tarafından İngilizceye çevrilen eser piyasaya çok eski, isimsiz bir Arap yazarın eseri olarak sürülür. Neyse ki Bekford da kısa bir süre sonra eseri kendi adıyla yayınlatır. Beckford'ın yaşamına dair son ve hafif tüyler ürpertici bir not daha: 80 küsur yaşında öldüğünde yüzünde hiçbir yaşlılık izinin bulunmadığı söyleniyor! Vathek'in konusuna gelince: Abbasi soyunun dokuzuncu halifesi Vathek, yıldızların sırrını çözmek için Babil kulesinin benzerini inşa ettirir. Bu kulede Vathek, bilinmeyen bir ülkeden gelecek bir adam aracılığıyla bir dizi mucizenin gerçekleşeceğini öğrenir. Bu arada gizemli kılıçlarla hükümdarlığın başkentine gelen bir yabancı da, merak uyandırır. Kılıçların üzerindeki harflerin esrarını çözmek isteyen Vathek, bu yabancının istek ve emirlerinin esiri olur. Yabancı, Vathek'e, inancını değiştirmesi karşılığında Yeraltı Ateşi Sarayı'nın hazinelerini vaat eder. Bu vaat karşısında her türlü emre uymaya hazır olan açgözlü halifenin bilmediği bir şey vardır: Yeraltı Ateşi Sarayı korkunç bir cehennemdir.
KORKUNÇTAN ÇOK KOMİK
Vathek'te en dikkat çeken özellik, yazarın kadınları, 'en kötü' olarak tasvir edilen Vathek'ten bile daha kötü canlılar olarak anlatıyor olması. Özellikle Vathek'in annesi Karathis, zekasıyla oğlunu parmağında oynatan, kara büyüyü yapan, güç elde edebilmek için masumların canına kıymaktan çekinmeyen ve hatta vicdan gibi bir şeyi bile barındırmayan bir varlık olarak tasvir ediliyor. Vathek ise doyurulamayan merakı nedeniyle başı dertten kurtulmayan, annesinin elinde kukla, büyümemiş bir çocuk gibi ortalıkta dolanıp duruyor. Bu haliyle de korkunçtan çok, komik bir karakter sergiliyor.
Polisiyede yeni eğilimler Sabah Gazetesi Kitap Eki: ELİF TANRIYAR 21.02.2012
Polisiye edebiyatı bizde olduğu kadar dünyada da çıkışını sürdürürken, kendi içinde yeni akımlar ve eğilimler yaratarak yoluna devam ediyor. Bu eğilimlerin içinde en dikkat çekici olanıysa, son zamanlarda giderek bir ivme kazanan Orta Avrupa polisiyeleri... Yakın zamana kadar İsveç polisiyeleriyle heyecanlanmaya alışmışken, görünen o ki şimdi de Orta Avrupalı yazarlar tarafından baştan çıkarılacağız. Üstelik onların bir de geçmişten gelen bölgesel avantajları var. Polisiye denilince ilk akla gelen büyük ustaların (Köstebek / E Yayınları, ile yeniden gündemimizde olan John le Carre) hemen hepsi soğuk savaş döneminde geçen ve dolayısıyla da Orta Avrupa şehirlerini mesken tutan polisiyeler yazmışlardı. Şimdi ise bizzat bu topraklardan çıkan yazarların elinden çıkan polisiyelerle karşı karşıyayız. Bu akımın ilk yükselen değerleri ise şu isimler; Macar yazar Vilmos Kondor, Le Carre karışımı bir yazar olarak gösterilen Ukraynalı Andrey Kurkov, Polonya tarihini fantastik edebiyatla harmanlayan Marek Krajewski ile bir diğer Polonyalı yazar olan Zygmunt Miloszewski... Eh bu arada Avrupa'nın daha batısında yer alan yazarlar ile Amerikalı polisiye yazarlarının da eli armut toplamıyor elbette. Onlar da polisiye türüne kendi içinde yeni akımlar ve ivmeler kazandırarak ortaya çağdaş bir edebiyat yorumu çıkarıyor. Örneğin geçtiğimiz hafta içinde Siren Yayınları'ndan çıkan Hafiyenin El Kitabı'nın 2009 Dashiell Hammett Ödüllü yazarı Jedediah Berry... Borges, Kafka ve Calvino'dan ilham aldığını söyleyen, eserleri Terry Gilliam ve David Lynch filmlerini anımsatan Berry'nin tarzını, bu referanslarla sezmişsinizdir sanırım. Berry, ilk romanı Hafiyenin El Kitabı'nda eşi benzeri olmayan bir şehri hem karanlıkları hem de kabusları ile bir arada inşa ediyor. Polisiye ile fantastik edebiyatı iç içe geçiriyor. İthaki Yayınları'ndan yayınlanmayı sürdüren Rodolfo Martinez imzalı Sherlock Holmes serisi ise Arthur Conan Doyle'ın unutulmaz kahramanına, yeni maceralarla yepyeni bir yorum getiriyor. Sherlock Holmes ve Şairin Ayak İzleri adlı serinin son halkasında Holmes'ü İspanya İç Savaşı'na götürmekle kalmıyor; H.P. Lovecraft, Robert Capa, Clark Kent, Jorge Luis Borges gibi isimleri de macerasına dahil ediyor.
kendi adıma maxim chattam-gaia teorisidir...yazarın tüm kitaplarını seven biri olarak bu kitap bir türlü ilerlemek bilmedi benim için...