İtalo Calvino nasıl desem, belki de hakkını çok yediğim bir yazar. Görünmez Kentler ve Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu gibi başyapıtlarıyla edebi ölçülerime estetik bir nakış dokumuş olsa da ismini pek çok defa referans verirken anımsamam. Belki de kendisinin yazdıklarına olan hayranlığım böyle yerini buluyordur. Borges ve Marquez'in dolaştığı çizgileri ayrımlayan çizgidir, aralarında durur Calvino. Bu biçimde onlardan da arınır. Kendi özgün hecesini oluşturur dünyasında.
Atalarımız üç Calvino novellasının bir araya getirilmesinden oluşan bir eser. İkiye Bölünen Vikont, Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye; atalarımıza veya Calvino'nun hristiyan atalarına tutturduğu bir masal türküsü. Anlatılan üç hikayede geçmişimizin aslolan dönemlerinde fakat düşsel coğrafyalarda geçmektedir. İlk iki hikayede yaşamlarının belirli bir noktasında değişen yazgılarıyla yaslanıyor okura. Son hikaye Varolmayan Şövalye ise kahramanlar çağına yönelik eğlenceli ve ironilerin dolup taştığı bir son bırakıyor okurun gözlerinin ucuna.
İkiye Bölünen Vikont'u ifade ederken Calvino 'yeni gerçekçilike' dair öyküler yazdığı sıralarda olduğunu belirtir. 1950-1960'lardır seneler, Soğuk savaş tiryakiliği henüz yeni başlamıştır ve Görünmez Kentleri yazmasına yirmi yıl, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcuyu yazmasına neredeyse otuz yıl vardır daha. İki Bölünen Vikont bir diyalektiğin zincirlerinde iyilik ve kötülüğün net ayrımlarını ifade ederken bu kusursuz iki olgunun da bir insan üzerindeki olanaksızlığını vurguluyor Calvino. Türklerle yapılan bir savaşta ikiye bölünen ve yarım haliyle şatosuna kapanan ardından tarladaki çiçekleri, defterleri kısacası bölünebilecek her türlü canlı ve cansızı ikiye bölmeye başlayan bir Vikontun hikayesini aktarır bize yeğeni. En hafif suçları bile idamla hükmüyle yargılar Vikont. Ve diyalektik bu noktada yaşanır, Vikont'un kaybolmuş yarısıda köye gelir ve o da tam aksine erdemlidir. Herkese yardıma koşar,
Hikayeyi yazıldığı zamanın karanlığıyla ele aldığımızda idam sehpaları tasarlayan ve bu işten kuşku götürmez bir pişmanlığa karşın haz da duyan Pietro ustayı işaret eder İtalo Calvino. Atom bombasını tasarlayan bilim adamlarının da yaptıkları şeyin getireceği sonuçlardan bihaber olmalarından dem vurur. Eh pek sanmasak da.
Atalarımızın ikinci hikayesi ise Ağaca Tüneyen Barondur. Kendi açıklamalarıma girmeden önce Calvino'nun kitabın sonunda getirdiği açıklamaya baktığımızda şöyle seslenir okura; "1956-1957 yılında yazılmış Ağaca Tüneyen Baron'da buluruz kendimizi. Burada da yapıtın oluşum tarihi, kaynağındaki ruh durumunu aydınlatır. Tarihsel devinimde üstlenebileceğimiz rolü yeniden düşündüğümüz bir çağdaydık, yeni umutlarla yeni burukluklar birbirini izliyordu. Her şeye karşın zaman insanı iyiye doğru götürüyordu; sorun bireysel bilinçle tarihin gidişi arasındaki ilişkiyi bulmaktı" Umutlu bir yazarmış Calvino, insanın becereksizce sürdürdüğü tüm umutsuzluğa karşın iltihapsız bir kederle umutluydu bence.
Neticede Ağaca Tüneyen Baron Calvino'nun kendi yaşadığı ateş çemberinin ardından, dünya tarihinin sönmeyen ateş çemberinin arasına fırlatıyor okuru. Yani 18. yüzyıla. İhtilallerin giyotinlerin gölgesinde kaldığı, umutların en fazla olduğu fakat tüm o yeşeren umutların ölü bebek misali doğduğu bir döneme. Pek çok duygusal tutumun bir araya getirdiği ağaca çıkma hikayesi yaşama tutkusuna dönüşür. Başkaldırının ve inatlaşmanın neticesinde 13 yaşından itibaren malikhanesinin bulunduğu gür ağaçlıkların orada yaşamaya başlayan baronun hikayesidir anlatılan. Ceviz ağacı, dut ağacı, kiraz ağaçları ve çam ağaçları ile ağaçların üstünde koşarak, yetişkinlerin ifadesiz yaşam biçimlerine bir başkaldırı taşımaktadır. Malikhanesinin içindeki şaşaadan ve konfordan uzak akıl dışı yeni bir yaşam formunu taşır Baron Cosimo. Yine de yaşamdan asla uzak kalmaz. Kentlilerle, kasabalılarla konuşur. Meyve çalan çetelerin bir üyesi olmaktan çıkar edebiyat ve felsefeyle ilgilenir ve çağının sorunları hakkında soruları ve çözümleri arayan bir ağaç gezen haline gelir. Başka ülkelere gider, aşık olur ama asıl aşkı her zaman Malikhanesinin karşısında yaşayan o küçük iğne dilli sarışın Violadır. Ve birinin yabanıllığı bir diğerinin arayıştaki yaşamında çözümsüzlüğe karışır.
İşte bu hikayenin sonu çetindir. Bir çok açıdan belki de. Hani kendi okur yazarlığımla bir huşu düşüyor içime; burada aklıma gelen Marquez'in metinsel ezgileri oluyor. Sonra hayır deyiveriyorum, Calvino'nun anıtı Görünmez Kentlere gömülüyorum. Tüm o kentlerin mezarcılarını anlatırken Calvino yerleşik kentlerin kalabalıklarını yavaş tempoyla o soyulmaz resimlerle aktarırken bir şiir tümce uyumu yakalıyordu ya işte saplanıp kalıyorum. Ağaçların kesilmesine yanıyorum. Ağaçlar eksiliyor ve Cosimo'da öyle...
Varolmayan Şövalye ise Calvino'nun parlak zekasının estetik sahne şovudur sanki. Finali yaparken Calvino açılır ve yaslanır; çünkü 1959 da şekillenen bu hikaye rahatlıkla oyduğu bir karakter birikimini yansıtır. Varolmayan Şövalye Agilulfo, sahnenin görünen yüzüdür ancak sahnede varlığıyla! dikkat çeken bir diğer karakter Guruldu'dur. Tüm o efsanevi şövalyelerin arasında Guruldu varlıksal sorgulamanın en itinalı karakteridir. Varolmayan Şövalye Agilulfo sadece irade gücüyle var olurken Guruldu ise irade gücüyle tüm varlıksal sorgulamaların fotoramanıdır.
Kahramanlar çağının bu ezgisiz dizelerinde Varolmayan şövalye sapkınlığa kapılmayan, inançların tedarikçisi, kurallara itinayla uyan, abartısız ve sallantısız tek şövalye iken belki de sorgulanmasına neden olan bir karmaşaya giriyor. Ve böylece işte, Agilulfo var olmuyor belki de.
Leziz bir Calvino anlatısı. Büyüsel bir masal gezisi; geçmişe seslenen metinsel retoriklerden.