Jack London'un benim için yeri ayrıdır. Kitaplarını okurken hiçte bir klasik okur gibi hissetmem kendimi. Daha önce Jack London'un Beyaz Diş, Demir Yolu Serserileri, Ateş Yakmak, Adem'den Önce, Martin Eden ve Vahşetin Çağrısı kitaplarını okudum. En ağır kitabı Martin Eden'di. Demir Ökçe'de Martin Eden kadar olmasa da ağır bir kitap. Martin Eden'de Martin isimli bir işçi konuk olduğu evde sanırım Marta isimli bir kızdan hoşlanıyor ve onun gözüne girebilmek, etkileyebilmek için kitap okumaya ve daha sonra yazarlığa adım atmasına tanık oluyorduk. Demir Ökçe'de ise cinsiyetler değişmiş: Avis isimli bir sosyete kızının evlerinde düzenlenen gecede Ernest isim bir sosyalist ile tanışması ve kendini hen Ernest'e hemde sosyalizme kaptırmasına tanık oluyoruz. Elimizde tuttuğumuz kitapta Avis'in yazdığı ve bir ağaç kovuğunda bulunan el yazması ve bu el yazması tam 700 yıl sonra bulunuyor, yıl olmuş artık 2700 küsür. 2700'lü yıllarda çeşitli dipnotlarla hazırlanmış ve sunulmuş bir kitap gibi Demir Ökçe. Ezilen işçi sınıfı ve halkı sömüren kapitalist sınıf karşı karşıya. Kitapta konu edilen düzen sanki günümüzden bahsediyor. Jack London bence müthiş bir öngörü ile yazılmış.
Demir Ökçe distopyanın ilk örneklerinden biri; Amerika'da derin bir sınıfsal ayrışmayı ve bu ayrışmayı takip eden kanlı sınıf savaşını anlatıyor.
Bu romanı belki de yazıldığı 1908 yılının koşulları içinde değerlendirmek gerekiyor.
Roman iki farklı düzlemde ilerliyor. Bunların ilki, roman kahramanı Ernest Everhard'ın karısı Avis Everhard'ın günlük biçiminde tutulmuş anılarıyla 20. yüzyılın başları, ikincisi ise Avis'in günlüklerine dipnotlar biçiminde eklenmiş 27. yüzyıldan değerlendirmeler.
27. yüzyılda düşülen dipnotlardan anladığımız kadarıyla, 20. yüzyılın başındaki kanlı sınıf savaşı, oligarşinin zaferi ile sonuçlanmış ve oligarşinin diktatörlüğü 24. yüzyıla kadar devam etmiş. Bu tarihten sonra da İnsanlığın Kardeşliği çağı başlamış. Avis Evergard'ın günlüğü, yüzyıllar sonra bulunmuş ve 20. yüzyılın başındaki devrimci lider Ernest Evergard hakkındaki biyografik bilgiler de bu günlüklere dayanarak oluşturulmuş.
Romanın akışı içinde zaman zaman dipnotlarla düzeltmeler yapılıyor, 1900'lerin başı hakkında bilgiler veriliyor.
Romanın ilk yarısı neredeyse tamamen Ernest Evergard'ın "sert" ve "uzlaşmaz" sosyalizm monologlarından oluşuyor. Romanın ikinci yarısında ise, devrime hazırlık ve kanlı bir şekilde bastırılan başarısız Chicago ayaklanması anlatılıyor.
Romanın başarısız bulduğum unsurları:
1) Roman karakterleri çok sığ ve tek yönlü.
2) Avis'in burjuvalıktan proleterliğe dönüşümü inandırıcı değil.
3) Bir kadın olan Avis'in kaleminde London'ın erkek anlatımı çok belirgin.
4) Romanın ilk yarısındaki uzun kapitalizm-sosyalizm tartışmaları romanı zaman zaman sıkıcı hale getiriyor.
5) Gerek devrimciler, gerekse oligarklar fazla "sert" ve "uzlaşmaz". 318 sayfalık roman içinde ara renkler neredeyse hiç yok.
6) Piskopos Morehouse ve Avis'in akademisyen babası daha iyi resmedilebilirdi.
7) Romanını 700 yıllık bir zamana yerleştiren London, sosyalizm perspektifinde daha yaratıcı olabilirdi.
8) İyi bir distopya, sadece olayların akışını değil, insan trajedilerini de kapsar. London, roman kurgusunda insan trajedileri ile hiç ilgilenmiyor.
Romanın ikinci bölümünde "Chicago mezbahasında" katledilen uçurum insanlarını okurken aklıma Walking Dead filmleri geldi.