öğle vakti 12'sinden sonraki her saate bir öykü sığdırmış yazar bir de her öyküden sonra kısa kısa bölümler halinde sunulan 'Göçmüş Kediler Bahçesi' öyküsü. son öyküde anlatılana göre öykülerin umut ve umutsuzluk nitelikleri günün saatlerine göre ilerlemiş akşama doğru azalıp sabaha yaklaşınca artması gibi. -benim için öyle olmasa da-
genel olarak varoluş, yalnızlık ve toplumsallaşma sorunlarına ve temellerine hayvan ve bitkileri de işin içine katarak değinmiş. tabi bunu yaparken okuyucunun kendi emeğini katıp yorumlamasını da beklemiş. tarzı ve üslubu ilk başlarda anlaşılmaz ve karmaşık gelse de çok uzatmadan kendini alıştırıyor.
'yağmurlu kentin güneşçisi', 'dehlizde giden adam', ve 'geceden geceye arabayı kaçıran adam' öyküleri, bana kitabı fazladan sevdiren öyküler oldu.
Gerek Öz Türkçe diliyle ve masal/öykülerin metaforik bağlantılarıyla gerekse kitaba adını veren Göçmüş Kediler Bahçesi öyküsünün 13 parçaya bölünerek diğer masalların arasına serpiştirilmesiyle hem içerik hem şekil olarak çok farklı bir eser. Başlarda yazım diline alışmak biraz zorladı doğrusu. Ayrıca ciddi derecede derinlikli bir eser olduğu için kendini kolayca açık etmiyor. Fakat kitabın mantığını kavramaya başlayınca günün ilerleyen saatleri gibi gittikçe kararan ve “yoklukta” birleşen masallar bir girdap gibi içine çekiyor. Ayrıca kitap kendi anlattığı kadar okuyucunun şahsi yaşanmışlıklarıyla da anlam kazanan türden. Hani bazı şeylerin gerçek anlamını kavrayınca o şeyi artık eskisi kadar sevmeyiz, sevemeyiz ya. Bu kitapta da eğer alt metin tanıdık geliyorsa içerik olarak iyi ya da nispeten olumlu olan bir öykü sizi gerebilir hatta boğabilirken basit gibi duran bir öykü de sizi derinden yakalayabilir. Sınır zorlayan bir eser. Aynı zamanda kendi dilinde okuyabildiğime, kendi dilimden çıktığına sevindiğim bir eser.
“Korku, örtmeye en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur.” S.226