Neden bilmem, bu serinin bende bıraktığı etki: Hüzün.
Özellikle kayıp çocukla ilgili kısım. Çalıştırılan çocuklar, var olduğunu reddetme eğiliminde olduğumuz için gözümüzü kapatıp yok saymayı tercih ettiğimiz durumları çağrıştırdı. Ondan olsa gerek.
Her cümlesinin yoğun bir şiirsel anlatımla yazıldığı Lawrance Durrell’in İskenderiye Dörtlüsünün ilk kitabı. Okuma edimi sırasında yorulduğunuzu hissedip kitabı tam elinizden bırakmaya niyetlendiğiniz anlarda, zeka ve yaratıcılık fışkıran öyle sarsıcı bir cümle ile karşılaşıyorsunuz ki bırakamıyorsunuz okumayı. Yani Justine’i okumak için emek sarfetmeniz gerekiyor ama emeğiniz mutlaka karşılığını buluyor.
Kitapta Justine’i İskenderiye’de öğretmenlik yapan –ismini, kitapta hiç geçmemesine rağmen kitap için yazılan önsözden öğrendiğimiz- Darley isimli sevgilisi anlatıyor. Darley’in, Justine’i sadece kendi gözünden değil başkalarının gözünden anlattığı bölümler de fazlasıyla mevcut. Bu anlatım sıralı ve ilerleyen bir zaman örgüsü içinde gerçekleşmiyor. Zaman ileri gidiyor, geri dönüyor. Sonunda ise zaman en başa, Justine’nin o kabına sığmaz, anlaşılmaz, tutarsız ve devamlı bir arayışın içinde kıvranan kişilik yapısının filizlendiği dönemlere dönüyor. Sanki L.Durrell, bu farklı anlatım tekniği ile “yahudi güzelinin” ve sınırları çok çok zorlayan hayatının anlayış görmesi için okuyucudan ricada bulunuyor ve onun ızdırabını hissettiriyor içinizde.
Kitabın bir diğer kahramanı İskenderiye şehri. Şehir ve insanları ile ilgili -Oryantalizm tohumlu- betimlemelerin sunum tekniği çok kuvvetli. Şehrin bir psikolojisi olduğunu ve roman karakterlerinin ruh halleriyle birlikte İskenderiye’nin de kılıktan kılığa bürünmesini okumak bana güzel geldi.
Farklı bakış açıları ve karışık zaman örgüsü içinde anlatılan kitap bittiğinde bir çok soru işareti ve boşluklar beliriyor kafanızda. Sanki Darley’in anlatmayı unuttuğu daha çok şey var. Sanırım bütün bu sorular ve boşluklar serinin son kitabı olan CLEA’da nihayete erecek.
Seriyi bitirebilmeyi ümit ediyorum.