Tüm kadın filozofların haklarını vermek amacıyla derlenmiş bir çalışma.
Yazar bilinen ( kayıtlı ) ilk kadın filozofların Pythagoras'ın çevresinde olduğunu, ilkinin ise eşi Krotonlu Theano olduğu ifade edip "Altın Kesit" kuramını ona atfetmiş. Çileciliğin ve yoğun zihinsel çalışmanın revaçta olduğu dönemde Theano nun döneme hakim olan görüşleri benimseyip kadının kamusal alanda var olmasını desteklemediğini ifade etmiş. Kadınların kamudan dışlandığı bir dönemde Hetairalar ( eğitimli ve kültürlü eskortlar ) ın insan ilişkilerinde serbest olduğunu aralarında en önemlisinin ise Aspasia isimli okul yöneticisi olduğunu vurgulamış. Aspasia'ya akıl danışmak için gelen arasında Sokrates, Anaksagoras gibi önemli şahsiyetlerin bulunduğunu, eğitim konusunda evli kadınlardan çok daha üstün olduklarını, Aspasia'nın hitabet sanatında otorite kabul edildiğini ve bilgi tellallığı yerine insanları felsefe ile uğraşmalarını desteklediğini, teşvik ettiğini belirten yazar, Diotima'nın bağlayıcı unsur olarak sevgiyi ön plana çıkardığını, tek dünya görüşünü yıkan "İki Dünya Kuramı" nı ( maddi ve manevi dünya ) ortaya attığını, Phintys gibi filozofların kadın ve erkeğin beraber felsefe yapmasını savunduğunu ifade etmiş. Antik çağ kadın filozoflarının hepsi dünyaya teorik yönden nüfuz etme cesaretini gösterdiğini vurgulamış.
Ortaçağ'da kadın düşünürlerin yerini bulduğu akım: mistisizm. Gizemli bilginin ve ruhun felsefesi. Bingenli Hildegard 1150'de kendi kadın manastırını kurmuş ve 1158'de bağımsızlığını ilan ederek Kilise'de ciddi sarsıntı yarattı. İnsanın ikiliğini sorgulayan Hildegard kişisel sorumluluğa geniş yer vermiş. Marguerite Porete teoloji ve felsefe alanında serbestçe konuşmak istediği için canından olduğunu ifade eden yazar, Sienalı Caterina'nın özgür iradeye çok önem verdiğini belirtmiş, lüks içinde yaşayan papalara dinin gereklerini hatırlatarak utandırdığını, Ortaçağ'da kadın filozofları birleştiren en önemli unsurların inançları olduğunu vurgulamış. Rönesans döneminde kadınların bilgin olarak kamusal yaşama katılabildiğini, güzellik ve zekanın birleşmesi olarak görüldüklerini, eğitim olanaklarının evlendikleri zaman sona erdiğini ifade edip Engizisyon ve cadı avlarına rağmen dönemin kadın filozoflar açısından zengin olduğunu belirtmiş.
Marie le Jars de Gournay'in ilk kadın aktivistlerden olduğunu ve " Kadın ve Erkeğin Eşitliği Üzerine" yi 1622 'de yazdığını , Montaigne'nin onu himayesine aldığını ve büyük saygı duyduğunu, Rönesans'ta insanların Tanra düzeni dışında bir düzeni kendi düzenlerini aradıklarını, Margaret Cavendish'in Descartes'in 2 tözlü ayrımına karşı çıktığını, insan ve doğanın ayrılmaz bir bütün olduğunu, birinin diğerinin hakimi olmadığını savunduğunu ve Liebniz'e ilham kaynağı olduğunu,Anne Finch Conway'in determinist ve mekanik evren görüşlerini benimsemediğini, bireyciliği ve özgür iradeyi savunduğunu belirten yazar, "monad" kavramının esasen Liebniz'e değil Conway'e ait olduğunu Juana İnes de la Cruz'un ruhun cinsiyeti olmadığını ve tüm insanların münferit olduğunu savunduğunu ifade etmiş. Rönesans kadın filozoflarına göre insan evrenin parçasıdır hakimi değil.
Yazar, 18. yy da kadınların rehberliğe muhtaç büyük çocuklar olarak görüldüğünü, Mary Wollstonecraft'ın 1791'de "Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi" ni yazdığını erkekle kadın arasında fark gözetilmesinde çok belirleyici rolü olan hissetmek ve düşünmenin birbirinden ayrı tutulması olduğunu, kadının düşünmekten çok hisseden bir varlık olduğu görüşünün hakim olmasının döneme ait bir görüş olduğunu belirtip 19 yy da eşitlik taleplerinin örgütlenmiş kadın hareketi olarak ortaya çıktını ifade etmiş. Hedwig Dohm'un "kadın doğası" üzerinden kadına yapılan ayrımcılığa şiddetle karşı çıktığını, kız ve erkek çocuklarının sosyalleştirilmesindeki farkların doğa yasasına dayandırılarak haklı çıkarılmaya çalışılmasını sertçe eleştirdiğini, Rosa Mayreder'e göre "kadınsı" ve "erkeksi" gibi görülen tüm ifadelerin kültürel bir normlaşma olduğunu ve bu görüşlerin ileride Simone De Beauvoir'ı da etkileyeceğini söyleyen yazar,Hannah Arendt'in ünlü Eichmann davası üzerine " Kötülüğün Banalliği üzerine bir rapor"u yazdığını belirtmiş.
Beauvoir'ın bireyin yalnızlığını güçlü biçimde yaşadığını, etik konuların onun varoluşçuluğunda önemli yer tuttuğunu ve ateizmi güçlü şekilde savunduğunu, ahlakın olup olmadığının insana bağlı olduğunu, hiçbir ilahi yasanın breyin kendi yargılamasından daha önemli olmayacağını ifade ettiğini belirtip Agnes Heller'in insanların çevrelerini biçimlendirerek kendilerini de biçimlendirdiğini söylediğini , Martha Craven Nussbaum'a göre dünya bencil tutkularla dolu olduğu için etik felsefesine ihtiyaç duyduğumuzu belirten yazar, son bölümü felsefenin geleceği açısından geleceğe bakış olarak aktarmış. Tüm kadın filozofların hakkını veren derli toplu ve detaycı bir çalışma.