“Tam uykuya dalmak üzere olduğunuz o ânı düşünün. Henüz tamamen dalmadan, yarı uyanık olduğunuz o en son an. Uykuya teslim olmadan, o son çizgide, tuhaf düşler görürsünüz. Ama o sırada uyursanız, bu düşerin tümünü unutursunuz. İşte ben, o son çizgiden geçip, uyanıyor ve orada gördüğüm garip düşleri yakalıyorum. Benim yazdıklarımın bir kısmı da bu düşlerdir zaten!” diyordu Edgar Allan Poe, bir kitabında. Bu aslında, yazmak sanatı için bir tür hayalgücü sınırsızlığını anlatma çabasıydı ve biz de bunu görebilmeye çalıştık. Bütün bu deneyimler ile yıllardır öykücülüğün bize gösterdiği birkaç şeyden birisi-belki de teki- ise, öykülerin ve öykücülerin hayalgücü ile gerçeğin arasındaki “o son çizgi” sınırından geçip, gördüklerini bize anlatma marifeti olduğudur.
Bahsettiğim bu marifeti sergileyen, edebiyatımızın nadir yazarlarından birisi de Buket Uzuner'dir. '55 doğumlu Ankaralı yazar, bu yazının konusu olan öykücülüğünün dışında ayrıca iyi bir romancı ve gezi yazarıdır. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden Michigan Üniversitesi'ne kadar birçok eğitim/öğretim kuruluşunda akademik kariyerinin yanı sıra modern zamanlar seyyahı da olan yazar; Kuzey Sahra Afrikası, Kuzey Amerika ve Avrupa'da uzun tren yolculukları yapıp, deneyimlerini okuyucusuna, bir başka anlatımla, dostlarına aktarmıştır. '86 yılında yayınlanan “Benim Adım Mayıs” adlı hikâyesiyle adımlamaya başladığı edebiyat yolları, günümüze dek beş hikaye, üç gezi, dört roman ve bir otobiyografi olarak ulaşmıştır.
“Benim Adım Mayıs”tan bugüne öykücülüğünün dördüncü adımı -yayınlanan dördüncü öykü kitabıdır- olan Karayel Hüznü, tam da adını yansıtır nitelikte soğuk bir öykü kitabıdır. Son dönem hikayecilerinin o sözde 'içimizi ısıtan' öykülerinin yerine, Uzuner'in soğuk ve gerçek öyküleri daha kabul edilebilir. Aynı zamanda kitaba adını da veren şiir, Sivas Katliamı'nda can veren aydınlarımızdan, şair Metin Altıok'a ithaf edilmiş ve kaleme alınmıştır. Kitap bu şiirden başka üç de öyküden oluşuyor ve yazar hayalgücünün yansıttığı gerçeklik ile okuyucusuna kendi soruları sordurmaya başlıyor.
Kitapta yer alan üç öyküden ilki, “Otuz Yedi Yaş” adlı öykü. Otuz yedinci yaş gününün sabahına uyandığında, bir kadının kendi öziradesini sorgulamasıyla başlayan öykü, tam bir 'toplumcu alışkanlıklıklar' eleştirisi üzerinden gidiyor. Evli, üç erkek çocuk sahibi kadın, evlenmeden önceki ve evlendikten sonraki hayatı arasında çözümlemelerde bulunmaya ve toplum tarafından belirlenmiş, bilinen evlilik desturlarının saçmalığı ve yozlaşmışlığı üzerinden çıkarımlar yapıyor. Öykünün ilerleyişi ve gelişimi bir kadının, kadın olmaktan başka, anne, eş, çocuk bakıcısı, aile saadetinin yegane koruyucusu gibi özellikler barındırma zorunluluğu ile şekilleniyor. Otuz yedinci yaş gününün sabahında ise geçen günlere rağmen ayrıksı bir hisle uyanacaktır. Gitmek istiyordur, her şeyi bırakıp gitmek. Ancak yine de gidemeyecektir. Yeniden gözden geçirmesi gereken şeylerin olması ve yine toplumsal sorumluluklar alması gerektiği fikri yeniden zihnine yerleşince, bu sefer gitmek için planlar yapacak ve uygulamaya koyacaktır. İşlerin yolunda gitmemesi ise ona gitmeden de bir şeyleri değiştirebileceğinin farkındalığına kavuşturur. Bazen gerçekleşebilecek basit bir hata(?), dönülmesi daha zor bir hatadan geri dönmek zorunda kalmamanızı sağlayabilir.
İkinci öykü ise yine aile içi ilişkileri konu alan, iki kız kardeşin yaşadığı/yaşayabileceği olayları anlatan bir öyküdür. Çocuksu dünyasında oyunlar oynayan, içine kapanık bir kız çocuğu, ailesi ile olan bağlarını belirli bir seviyede tutan, karamsar, çözümlemesi zor, denge terazisi şaşmış bir ruh halinde bulunan anne, işten eve her zaman geç ve yorgun dönen bir baba, 'ailenin ayakta kalan asil bir üyesi' olan çocuk bakıcısı Ünzile, “İkizlerden Biri” adlı öykünün başlıca kahramanlarıdır. Diğer öyküde de olduğu gibi aile içi ilişkilere bir eleştiri niteliği taşısa da bu öykü daha çok bir çocuğun gözlerinden dış dünyaya bakmanın masumiyetini ve önyargısızlığını dile getirir. Öykünün etrafında döndüğü mektup olayı, ölüm ve sonsuzluk kavramları hakkında bir tane bile kesin ve doğru çözümlemesi bulunmayan bir çocuğun, bu konuda çıkarımlar yapma arayışında olmasıyla ilintilidir. Çocukken kurulabilecek en büyük hayalin bile maddi küçüklüğü, çocuksu isteklerin ve dışavurumcu hislerin garipliği, bir bakıma, yozlaşmakta olan ve yozlaşmaya devam eden çocukluğumuzun tasviri gibidir. Ayrıca öyküde yer alan Ünzile karakterinin adının anlamını öğrenmek için başladığı 'eğitim' sürecinin, öğrenme açlığı ile devam etmesi ve toplumun önceleri bu duruma şaşırıp, daha sonra kabullenmesi de kent-taşra oksimoronuymuş gibi görünse de temelde bir toplum eleştirisi niteliği taşımaktadır. Sezin'in öyküsü devam ederken, çocukça yaptığı tespitler her ne kadar gülümsetse dahi, biz yeni çağ şizofrenlerinin öyküsüne de ışık tutuyor ve öykü biterken yazar okuyucuyu tabiri caizse buzdan bir duvara çarpmışçasına soğuk bir acıyla tanıştırıyor.
“Bütün K Harflerinden Uzak” öyküsüyse, insanın kendine dışardan bakma cesaretini sorgular cinsten bir anlatım sürecinin ta kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Bir barda oturan üç arkadaşın ve onların yan masasında oturan 'doksan bir dolunay yılı' yaşında birisinin, onlar hakkında vücut hareketlerinden ilham alarak, onlara karakterler oturtmaya çalışma çabası ile başlıyor, öykü. Türkiye'nin yaşadığı ve Kadıköy'ün her yerden daha yoğun yaşadığı bir zamanın bohem yıllarını anımsatan bir ortamda -ve hatta “Kaybedenler Kulübü” filminde de söylendiği gibi, “bu bizim altmış sekimiz herhalde” - belki on, belki on beş yıl önce yaşanmış bir YAZ mevsiminin hayali ile sohbet eden iki erkek bir kadının karakter tahlilleri, yine tam da bir yazardan beklendiği üzere, gerçekçi gözlemlerle sunuluyor. Her zaman hayali kurulan ama hayatın bir türlü izin vermediği isteklerin gerçekleşmesi adına bir çaba içine girmenin gerekliliğinin irdelendiği öykü, yazarın artık tarzı haline gelmiş, okuyucuyu şaşırtma eylemiyle son buluyor. Toplumun bize giydirdiği sorumluluk elbiselerinin bize dar gelmesinden olsa gerek; öykü, sorumluluklarını birkaç saatliğine de unutmak isteyen insanların ortak paydası olmak için yazılmış, sanırım.
İnsanın toplum ve kendisiyle olan organik bağlarının eleştirilmesi, değiştirilmek istenmesi, hiç olmazsa “bu kuralları kim belirliyor” diye sorması açısından, bu kitap tam bir kılavuz niteliği taşıyor. Bir zamanlar toplumcu gerçekçilik adı altında, sosyal hayatın bir ideoloji ve felsefe ile yoğrulması gerekliliğini belirten insanlar gibi, edebiyat ve onun meyvesi öykü; bireye kendi yaşadığı sosyal çevre ve ortamın sorgulanması gerekliliğini hatırlatmaya çalışıyor. Buket Uzuner de bize bu sorgulama için Karayel Hüznü'nü yazmış olacak ki, siz de sorgulamaya ve değiştirmeye hazır olun!
---
26.11.2011 - BirGün Kitap'ta yayınlanan yazımdır.
Onur Koçyiğit
Sivas katliamı kurbanlarına güzel bir jestle başlıyor kitap. Başlangıçtaki şiiri sakin sakin sindire sindire okumalı. Ardından gelen 3 hikaye de birbirinden güzel ancak 1. hikayeye oranla 2. ve 3. hikayeleri daha rahat okuduğumu söylemeliyim. Hikaye severler ve Buket Uzuner okumaktan zevk alanlara iyi okumalar:)
Öykü kitabı okumayı seviyorken bu kitap beni çok sıktı açıkçası. Sadece "İkizlerden Biri" hikayesi güzeldi. Diğerlerine pek anlam veremedim.