Kadın, erkek, savaş, barış, din, ölüm, yaşam, mutluluk, öğrenmek... Neredeyse konuşulması ilginç her şeye dokunmuş Anne Rice.
Tüm o fantastik curcunanın yanında, olabildiğince insani, olabildiğince sıradan ve olabildiğince ilginç şeyleri derinlemesine, sanki başka bir canlı türü tarafından gözlemleniyor, değerlendiriliyormuş gibi sunmasına hayranım.
Belki de günlükler arasında en aksiyonlu olan bu kitap bile, aksiyondan daha çok derin tartışmalara yer veriyor. Beni de böylelikle çok mutlu ediyor.
En güzel vampir, okuyan, konuşan, düşünen, melankolik, durmaksızın aşık olan, optimist, sanata düşkün, yazan ve insanı insandan daha çok seven vampir...
Ve elbette Lestat...
Vampir Lestat kitabının son halkası. İlk kitap ise Vampirle Görüşme ki ben daha okumadım. Bunu da kaç sene sonra 2. el olarak bulup okudum çünkü yayınevi kapanmış. Millet 1. kitaptan başlar ben ortadan başlayıp, sonuncuyu okudum ve belki kafam eserse daha sonra 1. kitabı da okurum, Allah bilir artık.
Kafadan söyleyeyim kitabın tanıtım yazısında "erotizm sınırlarında dolaşan bir şehvetle dopdolu" falan diyor ama kanmayın, yok öyle bir şey. Bunların(vampirlerin) yegane şehvet ve erotizm anlayışı kan ve öpücük ile sınırlı, ölü oldukları için Anne Rice'in vampirlerinde insanlar gibi malum işlev çalışmıyor. :D
Önce öveyim sonra gömeyim romana. Anne Rice vampir edebiyatının en önemli ve ünlü yazarlarından biridir, öyle ki ünlü serisi filmlere bile çevrilmiştir; elbette kitaplardan biraz fazla farklı bir şekilde. Kitap boyunca tüm vampirlerin duygu, düşünce ve içinde bulundukları ruh hallerini gayet net ve güzel bir şekilde yansıtmayı başarmış. Okurken genelde zevk aldım ama elbet bazı kısımlar sıkmadı değil. O kısma sonra geleceğim. Bu kitapta sonunda Akasha ve Enkil'ın hikayelerini öğrenebiliyoruz, nasıl vampir oldular ve Akasha neyin peşinde vb. ne varsa en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor, kafanızda soru işareti kalmaz. Yani kitap bittiğinde ciddi bir son olmuş diyebilirim. Tatmin olursunuz.
Evet, övme kısmı buraya kadardı. Şimdi gömmeye geldi sıra. İlk kitabını okuduğum zaman varoluşçu felsefesi bıktı, gına getirdi demiştim ama beterin beteri varmış; bu sefer bu felsefenin yerine iyi-kötü; din-inanç olayına kafayı takmış yazar ve yazmış da yazmış ama öyle böyle yazma değil, böyle baygınlık geliyor artık, yeter ya! diyorsunuz. Çok uzatmış, bu kadın ayar bilmiyor, bir başladı mı sanki kendisi öğretmen biz de öğrenciyiz, bize ders anlatıyor gibi yazıyor. Haliyle bir şeyi "dikta" etme meselesinin canlı örneğini görüyoruz ki işinde usta bir yazar asla bu şekilde yapmaz bu iş; portakalda vitamin misali yapması gerekirken bu teyzemiz gözümüze sokmuş, görmek istemeseniz de görüyor; duymak istemeseniz de duyuyorsunuz. Hele ki Akasha ile girilen o "ikna" sahneleri... Aslında neredeyse tüm kitap boyunca bu konuşmalar ve tartışmalar var, kitap bunlardan ibaret desek yeridir. Vampir Lestat kitabında Jesse nerede? derken şimdi bu kızı niye eklemiş ki? diye soruyorum. Kitapta hiçbir etkili-etkisiz rolü yok, numunelik var kız. Filmde Jesse-Lestat aşkı falan yok burada, sıfır. Çok pis hayal kırıklığı. Ayrıca zırt pırt ağlayan bir Lestat var karşımızda, ne kadar itici ya. Amma da sulu gözmüş haberimiz yokmuş. Bir çok karakterin gözünden anlatılıyor hikaye, asoiaf serisinden buna alışkınım aslında ama öyle bir anlatmış ki zaman kavramını biraz yitirir gibi oluyorsunuz, kafa biraz karışabiliyor.
Özetle bana göre pek de başarılı bir kitap denemez, yani yazarın imajına yakışan bir iş değil; yine de zaman geçirmek adına çok fazla sıkılmadan, bir hafta içerisinde okudum bitti. Bu olumsuzluklar yüzünden ilk kitabı yakın zamanda alma düşüncem yok. :)