Bazı yazarlar, yaptıklarıyla ya da yaşam hikayeleriyle yazdıklarının önüne geçiyor. Tıpkı eserlerinin takma isim kullanarak yayınlayan ve vasiyeti dolayısıyla mezarının yeri dahi bilinmeyen Şibumi’nin yazarı Trevanian gibi Yann Martel’de benim için o yazarlardan. Onu ilk “kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir” sözüyle tanıdım. Bu sözü söylemek ciddi ego olarak algılandığından söyleyen haliyle bende merak uyandırdı. Bakın Yann Martell bu sözü neden ve kime söylemiş.
Martel, bir konferansta, Kanada başbakanıyla karşılaşır ve onun yazarları görmezden geldiğine şahit olur, biraz araştırınca da başbakanın roman kitapları okumadığını öğrenir. Ve ona her pazartesi içlerinde Tolstoy, Shakespeare gibi yazarların da bulunduğu yüz kitap gönderir. Tabi başbakandan olumlu hiçbir mesaj gelmez, kitap okumaya ikna edemeyeceğini düşünüp kitap göndermekten vazgeçer ve benimde tamamıyla katıldığım yukarıdaki bu yazıyı yazar. Kitap okumayı ciddiye alan insanlar, etrafında kitap okumayan insanlara –kitap okumadığını çok belli eden insanlara- yardımcı olmak ister. Çünkü kitap okumak ne demektir okuyanlar bilir ve okumayanların yaşamda ne denli zorluk çektiklerini bilir! Kamu spotu: Kitap okuyun, okutun.
Martel’e 2002 Man Booker Ödülü'nü kazandıran hikaye; bir hayvanat bahçesi sahibinin, hayvanların bir kısmını satıp bir kısmını da yük gemisiyle Kanada’ya göndermesi sırasında geminin kitabın sonunda da hala nedeni aydınlatılmamış bir sebepten batmasıyla birlikte başlıyor. Gün ağardığında Pasifik Okyanusu'nun orta yerinde, hayvanat bahçesi sahibinin 16 yaşındaki Pi ismindeki oğlunun bir filika içinde, Richard Parker isimli bir Bengal kaplanı, Portakal suyu isimli bir orangutan, bacağı kırık bir zebra, bir sırtlan, fareler ve sineklerle birlikte kaldığını görüyoruz. Sonra soluk soluğa yaz, kış, açlık, susuzluk dahası can korkusu içinde geçen, adrenalinin bir an bile düşmediği filikada hayatta kalma mücadelesiyle geçen bir 227 günü yaşıyorsunuz.
Kitaptaki en etkileyici bölümlerden birisi, hayvanat bahçesinde bilet satılan yerin hemen yanındaki duvarda yazılı olan yazıydı. "HAYVANAT BAHÇESİNDEKİ EN TEHLİKELİ HAYVANIN HANGİSİ OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?" Sizde içinizden benim gibi kendinizce aslan, kaplan, yılan gibi hayvanları saymaya başladınız değil mi? Başladınız. Ne yazık ki onlar değil. Bakın hangisi. Yazının hemen yanında bir ok, küçük bir perdeyi gösteriyor. Perdeyi merakla açtığınızda, hayvanat bahçesinin en tehlikeli hayvanını görüyorsunuz. Ta ta ta tam karşınızda bir ayna! Günümüzde sebepsiz yaşanan savaşları, tecavüzleri, çocuk istismarlarını, hayvan katliamlarını gördükçe yazarın bu düşüncesine hak veriyor “hayvanları insanlardan daha çok seviyorum” demekten kendimi alamıyorum.
Buna bağlı olarak kitabın bir diğer etkileyici kısım ise; sekülerleşen dünyada kitapta anlatılanlara inanıp inanmadığınız. Kitabın kahramanı bir Hintli. Hindu dinini benimserken, bir yandan İslamiyet diğer yandan Hristiyanlıkla ilgili inanışları da merak ediyor. Her bir dinden alim onu kendi dininin doğru olduğuna inandırmaya çalışsa da o “din değil Tanrı arayışı içinde olduğunu” söyleyerek tüm dinlere saygılı olmakla birlikte hangi dinde olursak olalım amacımızın tek olduğunu vurguluyor. İnanç önemli bir kavram fakat insanı hayatta tutan tek şey değil. Bunu kaplanla birlikte kaldığı filikadaki yaklaşımından anlıyoruz. Bilimin nimetleri ve kendi zekası sayesinde kaplanla mücadele ederken diğer yandan içindeki inanç, vicdan, şefkat gibi kavramlar ona hayatta kalmada bir pusula görevi görüyor. Kitabın sonu vefa denen şeyi sorgulattığından bence hüzünlü bitiyor. Ama burada da şunu düşünmeden edemiyorum.
Bengay Kaplanı aslında Pi’nin kendisinin hayvanlı bir alegorisi miydi?