MOLL FLANDERS - DANIEL DEFOE
MOLL FLANDERS
Yazar: DANIEL DEFOE
İLETİŞİM KLASİKLERİ
1. BASKI 2017
596 SAYFA
Defoe roman yazarlığına başladığında artık yaşlı bir adamdı, Richardson ve Fielding’den yıllar önce yazmıştı, roman türünü biçimlendiren ve yol almak üzere denize indiren öncülerden bir tanesiydi. Onun öncülüğü üstünde fazla durmaya gerek yoktur, fakat roman yazmaya bu sanata dair birtakım fikirlerle başlamıştır, bunların kaynağı da ilk tecrübe edenlerden biri olarak kendisidir. Ona göre roman, varlığı haklı çıkartmak için gerçek bir hikaye anlatmalı ve sağlam bir ahlak dersi vermeliydi. ‘’ Uyduruk bir hikaye ortaya koymak kesinlikle en rezil suçtur ’’ diye yazmıştı. ‘’ Bu, bir insanın kalbinde büyük bir delik açan türde bir yalandır ve bu deliliğe gitgide yalan söyleme alışkanlığı dolar. ‘’ Bu yüzden her eserinin önsözünde ya da metnin içinde hayal gücünü hiç kullanmadığını, gerçeklere bağlı kaldığını, amacının kötü olanı değiştirmek ve masum olanı uyarmak yönünde yüce bir ahlaki kaygı içerdiğini vurgulamak için epeyce uğraşmıştır. Neyse ki saydığı bu ilkeler, mizacı ve yetenekleriyle gayet iyi örtüşmüştür. Deneyimlerini romanlaştırma yoluna gitmeden önce altmış yıl boyunca sürekli değişen talihiyle gerçekler adeta içine işlenmiştir.
Moll Flanders’in hikayesini yazmadan önce Newgate hapishanesinde on sekiz ay kalmış, orada hırsızlar, korsanlar, haydutlar ve kalpazanlarla konuşmuştu. Fakat yaşayarak ve tesadüfler sayesinde bu bilgileri mecburen elde etmek başka şey, bunları adeta açgözlülükle yutarak etkilerini kalıcı bir biçimde muhafaza etmek başka şeydir. Söz konusu olan yalnızca Defoe’nin yoksulluğun sıkıntılarını bilmesi ve bunun mağdurlarıyla konuşmuş olması değildir. Bu korunmasız, şartlara tümüyle açık ve kendiliğinden değişime zorlanan hayat tarzı, sanatı için doğru bir konu olarak düşünce dünyasına hitap etmiştir. Büyük romanların hepsinin ilk sayfalarında erkek veya kadın kahramanı öylesine kimsesiz bir sefalete sürükler ki varoluşları sürekli bir mücadele gerektirir, kurtuluşları ise şans ve kendi gayretleri sonucunda gerçekleşir. Moll Flanders, Newgate hapisanesinde mahkum bir annenin kızı olarak dünyaya gelir; Albay Jack ‘’ bir beyefendi olarak doğmuş olsa da bir yankesicinin yanına çırak olarak verilir ‘’ ; Roxana daha iyi bir himaye altında başlar yaşamına, ancak on beş yaşında evlenir, kocası iflas eder ve beş çocuğuyla ‘’ kelimelerle ifade edilemeyecek denli içler acısı bir hale düşer. ‘’
Bu erkek ve kızların her birinin yaşamaya başlayacakları bir dünyaları ve kendileri için çarpışacakları savaşları vardı. Bu şekilde yaratılmış koşullar Defoe’nun beğenisine tam anlamıyla uygundu. İçlerinde en dikkate değer olan Moll Flanders doğumundan itibaren ya da en fazla altı aylık bir soluklanmanın haricinde ‘’ şeytanların en kötüsü olan yoksulluk ‘’ tarafından kışkırtılmış, dikiş dikebildiği andan başlayarak geçimini kendisi sağlamak zorunda kalmış, bir yerden diğerine sürüklenmiş, yaratıcısının sağlayamayacağı evcimen bir ortam için ona taleplerde bulunmamış, hatta onu ilgiç insanlar ve adetlere yöneltmiştir. Başından beri varolma hakkını ispatlama yükü onun omuzlarına yüklenmiştir. Tümüyle kendi zekasına ve muhakemesine bel bağlamak durumunda kalmış ve acil bir durumla başa çıkacağı vakit kendi kafasında el yordamıyla yarattığı ahlak kurallarına sığınmıştır. Bu hikayeyi canlı kılan şey, Moll’un kısmen kabullenilmiş kuralları çok küçük yaşta çiğnemeye başladığı için bundan böyle dışlanmışlığa özgü bir özgürlüğe sahip olmasıdır. İmkansız olan tek şey rahat ve güvenli bir biçimde yerleşik bir düzen kurmasıdır. Öte yandan başından itibaren yazarın kendisine has yeteneği ön plana çıkar ve macera romanının bilindik tehlikelerini bertaraf eder. Mol Flanders’in başlı başına bir kadın olduğunun, yalnızca bir dizi maceraya malzeme olmadığını anlamamızı sağlar. Buna kanıt olarak da hikayesini tıpkı Roxana gibi talihsizce de olsa tutkuyla aşık olarak başlar. Fakat kendisini toparlaması, başkası ile evlenmesi, hesaplarını ve beklentilerini gözetme zorunluluğunu, tutkusundan daha geri planda değildir, bu da içine doğduğu şartları bedelidir ve Defoe’nun tüm kadınları gibi o da keskin bir kavrayışa sahiptir. Amacına hizmet etiği sürece yalan söylemekte hiç tereddüt etmez, öte yandan doğruyu söylediğinde de bunun gerçekliğinden yadsınamaz bir yan mevcuttur. Duygusal yakınlıkların incelikleriyle kaybedecek vakit yoktur, gözünden bir damla yaş düşer, üzüntüye kısa bir anlığına hoşgörü gösterir, sonra hikayeye kaldığı yerden devam eder. Fırtınaya göğüs germeyi, seven bir tabiatı vardır. Kendi güçlerini hayata geçirmekten keyif alır. Virgina’da evlendiği adamın kardeşi olduğunu öğrenince büyük bir tiksinti duyar, onu terk etmeye kararlıdır, buna rağmen Bristol’a ayak basar basmaz ‘’ ‘’Bath’da biraz oyalanmaya karar verdim, çünkü hala yaşlı olmaktan çok uzaktım ve her zaman neşeli olan tabiatım da o taşkın çoşkusundan bir şey yitirmemişti, ‘’ der. Kalpsiz değildir, kimse onu hoppalıkla da suçlayamaz, yalnızca yaşam ona keyif vermektedir ve hayatını yaşayan bir kadın kahraman da hepimizi peşinden sürükler. Dahası, onu hırsına hayal gücünden izler de bulunur, ki bu da onu soylu tutkular kategorisine dahil eder. Her ne kadar zorunluluklara dair kurnaz ve pratik bir bakış açısı olsa da romantizme ve onun algısına göre bir adam beyefendi yapan kaliteye dair büyük bir arzunun tesiri altındadır. ‘’ Gerçekten de centilmen bir tabiatı vardı, bu da benim için çok daha üzücü. Alçak bir adamdansa onurlu bir adam tarafından mahvedilmekte dahi teselli edici bir yan var ‘’ diye yazar, bir haydut onu servetine varıncaya kadar dolandırdığında. Son eşiyle de aynı bakış açısını sürdürerek gurur duyar, çünkü çiftliğe geldiklerinde o da çalışmayı reddedip ava çıkmayı tercih eder ve Moll de ‘’ gerçekte olduğu gibi hoş bir beyefendi olarak görünmesi için ‘’ ona peruklar ve gümüş kabzalı kılıçlar almaktan büyük zevk duyar. ‘’ Sıcak havaya düşkünlüğü devam eder, oğlunun ayak bastığı toprağı öperken duyduğu tutku ve her türlü hataya karşı o soylu hoşgörüsü de devam eder, yete ki ‘’ zirvedeyken alçak, buyurgan, zalim ve gaddar, aşağıdayken ise aşağılık ve rezil olunmasın ‘’ Dünyanın geri kalanına ise yalnızca iyi niyet besler.
Bu deneyimli yaşlı günahkarın nitelikleri ve erdemlerinin listesi asla tükenmeyeceğinden Borrow’u Londra Köprüsü’ndeki elmacı kadın ona ‘’ Kutsal Mary ‘’ deyişi ve onun kitabını tezgahındaki tüm elmalardan daha değerli sayışını, Borrow’un kitabı kulübenin içine götürüp gözleri ağrıyana dek okuyuşunu gayet iyi anlayabiliriz. Fakat karaktere ilişkin bu tür izler üzerinde dururken Moll Flanders’ın yaratısının bu hususa hiç eğilmediği söylenebilir, nitekim yalnızca bir gazeteci olmakla, psikolojik bağlamda hiçbir yorum katmadan salt olayların kaydını tutmakla eleştirilmiştir. Doğrudur, onun karakterini kendilerinden varlık gösterir ve biçirlerlenirler, adeta yazara karşı koyarak ve tümüyle onun beğenisine uymayacak şekilde davranırlar. O ise incelikle veya dokunaklı hiçbir hususun üstünde durmaz, bunları vurgulamaz, oraya ondan habersiz gelmişlermiş gibi sakin bir biçimde devam eder. Prens oğlunun beşiğinin yanına oturduğunda Roxana’nın bebek uyurken ona bakmayı ne denli sevdiğini gözlemleyişi gibi bir hayal gücü dokunuşu kendisine kıyasla bizim için çok daha fazla anlam ifade eder görünür. Newgate’deki o hırsız gibi önemli konuları uykumuzda sayıklamak için ikinci bir şahısla konuşma ihtiyacına dair ol ilginç, modern tezinin ardından konudan saptığı için özür diler. Karakterinin zihninin öylesine derinliklerine yerleştirmiştir ki nasıl olduğunu bilmeden onları yaşar görünür ve tüm kendinden geçmiş sanatçılar gibi o da eserine kendi jenerasyonunu yüzeye çıkarabileceğinden daha fazla altın bırakmıştır.
Bu yüzden karakteri hakkında yorumlarız belki de onun kafasını karıştırır. Biz onun kendi gözünden dahi dikkatle gizlediği anlamları çıkarırız. Bu yüzden Moll Flanders’ı kınamaktan ziyade ona hayranlık duyarız. Defoe’nu onun günahlarının tam olarak kararlaştırdığına inanasımız gelmez; alhlak yoksunlarının hayatını ele aldığı sırada pek çok ince derinlikli soru uyandırdığını ve açıkca söylemese de inanca dair beyanlarıyla ters düşen cevapları ima ettiğinin farkında olmadığını da. ‘’ Kadınların Eğitimi’ne ilişkin makalesinin belgelediği üzere biliyoruz ki bu konuya epeyce kafa yormuş ve çağdaşlarının çok ilerisinde düşünmüş, kadınların ellerinden çok şey geldiğini , onların gördüğü haksızlıkları çok sert bulduğunu dile getirmiştir.
Moll Flanders ve arkadaşları kendilerini ona bizim diyeceğimiz üzere ‘’ pitoresk ‘’ oldukları iç,n sunmamışlardır, ne de kendisinin ileri sürdüğü gibi halkın faydalanabilmesi açısından bizimle yaşayan kötülerin örnekleri oldukları için değildir. Onun ilgisini cezbeden şey onların zorlu bir yaşamla içlerinde geliştirdikleri doğal gerçeklikleridir. Onlar için bahaneler yoktur, hareketlerini gizleyerek güzel sığınakları yoktur. Onların patronları yoksulluktur. Defoe onların hatalarına dudak bükmenin ötesinde bir yargılamada bulunmamıştır. Hatta onların cesaretlerini, becerileri ve azimleri hoşuna gitmiştir. Onların camiasına güzel sohbetler ve keyifli hikayelerle dolu, birbirlerine bağlı ve ev yapımı türünde ahlak kurallarının işlediği bir topluluk olarak görmüştür. Talihlerinin sonsuz değişkenliğini övmüş, beğenmiş ve kendi hayatında hayretle gözlemlemiştir. Her şeyin ötesinde bu erkek ve kadınlar zamanın başlangıçından beri erkek ve kadınları harekete geçiren tutkular ve arzular hakkında açıkça konuşmakta özgür olmuş, bu yüzden de şimdi dahi canlılıklarından bir şey yitirmemişlerdir. Açıkça bakılan her şeyde bir asalet vardır. Hikayelerinde büyük rol oynayan paranın bayağı konusu dahi rahatı ve getirisini değil ama onuru, dürüstlüğü ve yaşamın kendisini ifade ettiğinde bayağı olmaktan çıkıp trajik bir hal alır. Defoe’nun sıkıcı olduğu itirazında bulunabilirsiniz ama asla önemsiz şeylerle de uğraşmamıştır.
O, eserleri, insan doğasından en cekici olmasa da en kalıcı olanın bilgisi üzerine kurulmuş olan açıksözlü, büyük yazarların ekolündendir.
VIRGINIA WOOLF