Kurtlara Söyle Eve Döndüm, bir kitap ancak bu kadar yavaş yavaş içinize işler ve sizi kendine aşık edebilir. Evet kitaba tam anlamıyla aşık oldum. Dayısı ile arasında müthiş bir bağ bulunan küçücük bir kız çocuğunun, June'un ağzından, onun o inanılmaz duygularıyla okuyorsunuz kitabı. Finn -dayısı- hayattaki en değerlisi June'un. Öyle ki Finn'e karşı kimselere anlatamayacağı özel fakat tertemiz duyguları var. Finn'in AIDS'ten ölmesi ve June'un bu acıyla nasıl başa çıkacağını bilememesiyle başlıyor kitap. Bu kaybediş ile bambaşka bir hayatın kapılarını aralıyor June.Dayısının hiç haberdar olmadığı hayatını keşfederken zaman zaman Finn'in neden bunları kendisiyle paylaşmadığına da içerliyor.Finn'in özel arkadaşı olarak adlandırılan Toby'nin yaşamına girmesiyle neler hissetmesi, nasıl davranması gerektiğini bilemeden yalpalayan Timsahçığın -bu Finn'in kitapta June'a hitap şekli- hallerini okurken kimi zaman tebessüm ettim kimi zaman kalbim bir yaprak gibi titredi, gözlerimin dolmamasına engel olamadım. İlk başta dayısının katili olduğunu düşündüğü için Toby'den nefret etmek isteyip daha sonra satır satır o küçük, tuhaf adama nasıl bu denli bağlandığını okumak inanılmazdı. Kimseyle paylaşamadıklarını Toby ile paylaşması, birkaç ay içinde birbirlerine bu kadar bağlanışları... Bu inanılmaz duygu yüklü kitabı okuyabildiğim için kendimi o kadar şanslı hissediyorum ki. Bu arada Finn eşcinsel. Kitap boyunca iki adamın birbirine olan aşkını okumak beni hiç mi hiç rahatsız etmedi hatta bu aşk o kadar derindi ki okuduğum bazı kitaplardaki kadın-erkek aşklarından daha dolu doluydu. June'un zamanla aslında gerçeğin kendinden saklanmasında Finn ve Toby'nin hiç suçu olmadığını öğrenmesi, Toby'nin sonsuz iyilikle dolu kalbini keşfedişi bu sayede son yıllarda uzaklaştığı kız kardeşi Greta ile yakınlaşması... hepsi hepsi o kadar güzeldi ki. Bu arada kitabın bu ilgi çekici ismi ressam olan Finn'in June ve Greta'yı çizdiği son tablosundan geliyor.Tablonun arka kısmına June dışında kimselerin fark edemeyeceği birde uluyan kurt iliştiriyor Finn. O kadar güzel betimlenmiş ki tablo okurken gözümün önünde beliren resme hayran kaldım. Kapakta da tablo resmedilmeye çalışılmış ve dikkatli bakarsanız kurdu orada da görebilirsiniz. Son olarak kitapta okurken boğazımın düğümlendiği, kalbimin titrediği altını çizdiğim yerlerin bazılarını paylaşmak istiyorum. *Ben buruşmuş zamanı hayal etmek istiyorum, kurtlarla dolu ormanları ve kırların kasvetli gece yarısı manzaralarını.Birbirlerini sevmek için seks yapmak zorunda olmayan insanları hayal ediyorum. Seni yalnızca yanağından öpecek insanları.(syf. 89) *Elimden gelirse şayet, hayalet olup Cloisters'a dadanacağım senin için. (syf.230-Finn'in June'a bıraktığı mektuptan) *Bazen zamanın dışına atıldığımı hayal ettiğim bir oyun oynardım.Gerçekten de ortaçağdan gelen ama 1987 yılında gezinen bir kızmışım gibi. (syf. 232) *İnsan çok bilince bazı şeyleri mahvedebiliyordu.(syf. 304) *Yalnızca dünyanın en mutsuz insanları sonsuza dek yaşamayı ister, çünkü hayatları boyunca istedikleri hiçbir şeyi yapamadıklarını düşünürler.Yeterince zamanları olmadığını, hayattan paylarına düşeni alamadıklarını hissederler. (syf.305) *Hayatım bir film olsaydı şimdiye çoktan sinemadan çıkmış olurdum. (syf. 305) *Hayatta hiçbir şey söylemesemde öylesine arayabileceğim tek insan oydu sanki. (syf. 315) *Sevgim öyle büyük ki, kalbim ortadan ikiye bölünecek neredeyse... (Finn'in Toby'e bıraktığı mektuptan. syf. 390) *Kimse öykümüzü bilmiyor, diye düşündüm. Kimse öykümüzün ne kadar acıklı olduğunu bilmiyor. (syf. 408) *Yanlış aşklardan haberim yok mu sanıyorsun June? Utanç veren aşkları bilmediğimi mi sanıyorsun? (syf. 417) Son bir şey daha June'un ortaçağ aşığı bir kız olmasına ve sürekli ortaçağ ile ilgili hayaller kurmasına bayıldım. Birde kitapta en çok hoşuma giden yerlerden biri Finn ile Toby'nin tanışma kısmıydı. Gerçek hayatta olsalar Fin ve Toby'e hemen tutulurdum sanırım bu konuda June'a kızmak imkansız. Yani ilk başta da söylediğim gibi kitaba aşık oldum, hayatım boyunca okuduğum en özel kitaplar arasında yer edeceğinden şimdiden eminim. Yorumumu dayanıp sonuna dek okuyanlara çok teşekkürler :)
İçinde tutku, gizem, az erotizm ve gerilim bulunan Amanda Quick romanını bitirmiş bulunmaktayım. İngiltere tarihi hep ilgimi çekmiştir, dönem kıyafetleri, mimari, insanların birbirlerine hitap şekilleri, burnu havada sosyete. İçinde birazda aşk olunca tadından yenmez olur Londra. Aslında böyle yazdığıma bakmayın kitap beni öyle çok çok tatmin etmedi, sanırım biraz fazla beklentiyle okumamdan kaynaklı bu.Ama yine de sevdim. Konuya gelirsek Iphiginia iyi eğitim görmüş, ailesini erken kaybetmesine rağmen kendini iyi yetiştirmiş kendi ayakları üzerinde durabilen genç bir kadındır.Bir gün halasına gelen bir şantaj mektubuyla kendini hiç beklemediği bir meceranın ortasında bulur. Genç kadın sosyeteye sızarak halasına şantaj yapanı bulabilmek için Londra'nın en gözde kontunun metresi rolüne bürünür.Halasına gelen mektupta kontun öldüğü yazmaktadır, fakat kont biraz kafa dinlemek için çekildiği taşradaki evinde kim olduğu konusunda hiçbir fikri olmadığı metresinin sosyetede fırtınalar kopardığını duyunca soluğu Londra'da, Iphigina'nın yanında alır.Öldüğünü sandığı adamı karşısında gören genç kadın Markus'a -kont- yaptığının nedenini açıklamaya çalışsada Markus ona inanmaz fakat Iphigina'nın oyunu devam ettirmesi için yalvarmalarına da kayıtsız kalamaz, çünkü kızdan hoşlanmıştır. Kitap böyle başlıyor, devamında daha da hareketleniyor tabi ki. Şantajcıyı çok kolay olmasa da kitabından başından tahmin etmiştim ben.Ve tahminimde yanılmadım.Ama yazarın kurgusu kolay kolay ele vermiyor konuyu, yani benim tahminim biraz şans eseri tuttu. Kitapta hoşuma gitmeyen birkaç detay var, tabi hoşuma gidenlerde ama ilk önce olumsuzlarla başlamak istiyorum. -Kitabın başında yazar Amelia'nın -Iphigina'nın kuzeni- Iphigina'dan daha güzel ve alımlı olduğunu söyleyerek beni küçük bir hayal kırıklığına uğrattı.Ne bilim insan kitapta tutkusuna tanık olacağı kişinin tüm yan karakterlerden her anlamda üstün olmasını bekliyor ki güzellik aşk romanlarında çok çok daha önemli bir unsur. -İlk sevişmelerinin daha özel ve güzel olmasını isterdim.Tamam Markus kızın bakire olduğunu öğrendiğinde kızıp sinirlenebilir kurallarında birini çğnediği için ama bu kadar abartmasaydı.Zaten adamın o sırada taş kesilip yüzükoyun yatması ve Iphigina'nın onun öldüğünü sanması kısmı tam bir faciaydı. -Kızın bulduğu her fırsatta adama onu sevdiğini söylemesi ve Markus'un kitabın sonuna kadar ağzından onu sevdiğini söyleyen sözcükler dökülmediği için çok öfkelendim.Tamam yazar kitabın sonuna saklamış onu ama napim biraz kzıdım işte. -Historicallerde çok olgun karakterlere alışık değiliz ya da ben değilim.Bilmiyorum benim okuduğum romanlardaki karekterler tasadüfi olarak mı 18-25 yaş arasında değişiyorlardı bilemiyorum ama Markus'un 37 yaşında olduğunu öğrendiğimde yine küçük bir kalp krizi atlatmadım değil, Iphigina da 27'ydi.Tamam Markus dul bir adam, ilk karısını kaybetmiş bir adam ama hiç değilse yaşı biraz kıza yakın olsaydı, 30 falan mesela. -Iphigina'nın Londra'ya gelmeden önceki hayatına değinilen yerlerde kız kardeşiyle evlenen Richard'a bir takım duygular beslediğini de öğrendik.Yazar biraz bu konu üstünde dursun isterdim.Hani biraz kıskançlık olsun Markus'la aralarında isterdim.Richard olması şart değildi, Iphigina'nın muhasebecisi Adam vardı, arkadaşı Hoyt vardı.Az biraz kıskançlık fena gitmezdi hani. -İkilinin -birbirini yeni tanımakta olan ikilinin- cinsel konularda o kadar rahat konuşmaları beni az da olsa rahatsız etti.Tamam birbirlerine karşı bi çekim duydukları su götürmez ama biraz daha üstü kapalı olsalardı.Hoş ne kitaplar okuduk ya neyse. -Kitabın sonunda Iphigina'nın beni sevmeyen bir erkekle evlenemem nazları öldürdü beni.Duyguya o kadar önem veriyorsan adamla ne diye yattın baştan. Birazda hoşuma giden taraflardan bahsedeyim, çok uzatıyorum sanırım ama :) -Markus'un taşrada Iphigina'yı ilk öğrendiği zamanki tavrına bayıldım.Sizin hiç haberiniz olmadan birisi sizin sevgiliniz olduğunu iddia ederek ortalığı birbirine katıyor ve siz hiç açık vermiyorsunuz olayın aslını astarını anlamadan.Çoğu insanın yapamayacağı -yapmayacağı- bir şey, Markus bu konuda tam bir beyefendi gibi davrandı. -Amelia'ya bayıldım, romanların çoğunda ana karakter kızımız yapayalnız oluyor ama burada yanından hiç ayrılmayan yaralı bir Amelia'mız vardı ki hiçbir nedeni olmadan Amelia'yı sevdim, Adam ile olan durumlarına bayıldım zaten, çok çok yakıştılar. -400 küsür sayfalık bir romanda sadece iki kez sevişmeleri oldukça yerindeydi.İçi dışı cinsellikle dolu historicaller oldukça itici çünkü. -Markus ve Leydi Sans arasındaki dostluğa bayıldım, her dönemde bir kadın ve bir erkeğin aralarında duygusal bir yakınlaşma olmadan arkadaş olabileceklerinin kanıtıydı bu. -Hannah'ın kocasının eşini Markus'tan kıskanması çok çok hoşuma gitti, biraz daha derin işlenebilirdi sanki bu konu.Ben sanırım aşk üçgenlerinden hoşlanıyorum :) -Evlendikleri günün gecesinde bile şantajcının peşinde olmaları harikaydı, Iphigina'nın Markus'un zekasına hem hayran olup az biraz da kıskanması, kendi planınınında gayet iyi olduğunu kanıtlama çabaları falan hoştu. Yazar güzel bir kurgu yaratmış, okuduğunuza pişman olmazsınız bence, hele benim gibi uygun bir fiyata bulursanız kaçırmayın derim, sevgiler :)
İlk Markus Zusak kitabım. Yazarın insanı sıkmayan nasıl akıcı bir dili var öyle.Herkesin ilgisini çok fazla çekmeyecek sıradan bir konuyu hiç sıkmadan anlatmış, su gibi aktı kitap. Kitap birbirleriyle pek sağlıklı bir ilişki içinde olamayan bir aileyi anlatıyor.Daha doğrusu o ailenin en küçük üyesi Cameron Wolfe'in hislerini, çevresini gözlemleyişini. Cameron henüz 15 yaşında, çevresiyle, hatta ailesiyle bile iyi ilişkiler kuramayan bir ergen.En yakını birlikte toplumda yasal ve ahlaki olarak suç sayılabilecek eylemlere giriştiği abisi Rube.Çoğu zaman bu eylemleri gerçekleştirmiyorlar bile sadece planda kalıyor.Planladıkları onlarca soygunun sadece sözde kaldığı gibi. Aslında sadece biraz fark edilmek istiyorlar ve planladıkları şeylerin çıkarlarını çok da göz önünde bulundurmuyorlar.Yapamayacaklarını bildikleri halde dişçiyi soyma girişimleri ve sonucunda oradan çaldıkları paralarla değilde diş tedavisi için randevu alarak ayrılmaları bu iki ergenin aslında neyin peşinde olduklarını bile bilmemelerinin göstergesi. Ya da çaldıkları yol tabelasını ertesi gün götürüp tekrar yerine asmaları aslında ikisininde kötü olamayacak kadar saf olduklarını gözler önüne seriyor. Ya da ablalarını terk etti diye Sarah'ın sevgilisini benzetme planları yapmaları... Veya Cameron'un çocukluk arkadaşına düşünmeden 1 hafta babasının yanında çalışıp didinerek kazandığı parasını düşünmeden vermesi. İki kardeşin bunun yanlış olduğunu bildikleri halde evin arka bahçesinde köpek gibi birbirleriyle dalaşmaları ve yinede aralarındaki bağ. Cameron'ın bir kıza karşı hissettiği geçek duygular, bu duygularla kendini keşfetmeye başlaması. Şans verilmesi gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum köpek Düşleri'nin. Cameron'ın rüya bölümleri de çok hoştu, özellikle Hz. İsa ile konuştuğu bölümle, hoşlandığı kızı incitmekten duyduğu korkuyla ormanda koştukları bölüm. Benim hoşuma gitti kısacası, hoş pek kısa olmadı ama :)