Sherlock Holmes - Oyun Başladı kitabını Ankara 2017 kitap fuarından almıştım. Kitap da Gümüş Şimşek- Sarı Suat- Borsacı Katibi- Gloria Scott- Musgrave Töreni- Reigate Bulmacası- Albayın Ölümü- Brook Sokağı Cinayeti- Yunanlı Tercüman- Kayıp Antlaşma- Son Vaka olmak üzere 11 ayrı hikaye var. Ünlü dedektif Sherlock Homes'ın maceralarını keyifle okudum. Sherlock sevenlerin okumasını tavsiye ederim.
Dostoyevski den bir büyüleyici eser.Bir insanın iç çatışmalarını çok güzel anlatmış. Kitabı okumadan önce tiyatrosuna gitmiştim. Oyunu da çok güzeldi. İnceden bir mizahı, insanın kendisiyle mücadelesini ve o iç dünyanın sesini dinlemeyi sevenler için ideal kitap. Okumanızı tavsiye ederim oyununu da mutlaka izleyin.
Güneşimiz Tutsak kalmasın... Ayşe Kulin'in dispotya tarzındaki ''Tutsak Güneş'' adlı romanını kah gülümseyerek kah hüzünlenerek okudum. Güzel ve akıcı bir anlatımı var. Kitaptaki olaylar tanıdık gelince hiç sıkılmadım okurken yaşadım adeta. Her ne kadar da kitaptaki Ramanis Cumhuriyeti bir ütopya da olsa Türkiye'den soyutlayamadım. O kadar çok benzerlikler vardı ki. Uyuyanlar uyandırılmazsa ve günümüzdeki durumlar devam ettikçe maalesef ki Türkiye'nin geleceği Ramanis Cumhuriyet'inden pek farklı olmayacak kanımca. Bu nedenle de kitap bana çok anlamlı ve çarpıcı geldi. Tutsak Güneş de olaylar gelecek bir zamanda anlatılıyor. Teknoloji çok gelişmiş. Uçan taksiler, adresi yazınca kendi giden arabalar, düğmesini çevirince renk değiştiren kıyafetler var. Kanser gibi bir çok hastalığın tedavisi bulunmuş. Ama değişmeyen aynı kalan bir çok şey var: İktidarın para ve güç hırsı, kadınların kaderi, mutluymuş gibi görünen ama mutsuz olan hiçbir şeyden şikayet etmeyen insanlar... Kadınlar hala dayak yiyor, çok azı çalışabiliyor, kadınların tek görevi çocuk doğurup eşlerine hizmet etmek. Aileler çocuk doğurdukça para alıyor, kadın doğuramazsa kocalarının onları boşama hakkı var. İktidara yakın olanlar her yere gelebiliyor, sarılmak gibi bir çok saçma yasaklar, uyuyan dış dünyaya kapalı gerçekleri göremeyen iktidarın anlattığı her şeye inanan bir halk var. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Kitabın sonunu beğenmedim keşke güzel bir sonla bitseydi. Kitabı bitirince George Orwell'ın 1984 adlı kitabındaki bir söz aklıma geldi: Bilinçleninceye dek baş kaldırmayacaklar, baş kaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler. Umarım Ayşe Kulin'in kitabında dediği gibi bir gün mutlaka, özgür hukuk devletinde yaşamayı başaracağız. Okumanızı tavsiye ederim.
Sevgi her şeyin ilacıdır.. Beyaz Diş'in hüzünlü hikayesi beni derinden etkiledi. Jack London'ın eşsiz anlatımıyla hikayeyi adeta yaşadım. Başlangıçta Beyaz Diş'in yavruyken belgesel tadındaki hikayesini gülümseyerek okudum. Yavru kurdun gözünden annesini, babası tek kulağı, doğduğu mağarayı, hayatla ilk tanışmasını ve ilk mücadelelerini hayranlıkla okudum. Maalesef Beyaz Diş'in hayatı insanla tanışmasıyla altüst oluyor. Beyaz Diş'in tanrı olarak adlandırdığı insanlardan yediği dayakları, gördüğü işkenceleri ta içimde hissettim. Gözyaşlarımı tutamadım.Yaşadıkları yüzünden insanlardan nefret eden Beyaz Diş daha da zalim oluyor. Okurken hep umut ettim zavallı kurdu seven, birazcık da olsa başını okşayacak bir insanla karşılaşmayacak mı diye. Ve kitabın sonlarında içim rahatladı. Nihayet Onu seven biriyle karşılaştı Beyaz Diş ve bu sevgi onu değiştiriyor. Sevgi her şeyin ilacıdır diye boşuna söylememişler. Jack London bu eserinde şunu gösteriyor: insan kadar vahşi yaratık yoktur. İnsan dışında doğadaki tüm canlılar kurtlar, vaşaklar,gelincikler... yaşamlarını sürdürebilmek için iç güdüsel olarak avlanıyorlar ama insan öyle değil çıkarı için yapamayacağı kötülük, zalimlik yok. Kitabı okumanızı tavsiye ederim. Beyaz Diş dayak yerken işkence görürken kitabın içine girip Onu kurtarmak Ona için zor tutacaksınız kendinizi...
Akıcı,sürükleyici ve şaşırtıcı Tüm zamanların en iyisiydi, belki de en kötüsü... Bilgeliğin çağıydı. Aptallığın çağıydı, inançların dönemiydi, inançsızlığın da... Dickens İki şehrin hikayesin de 1789 Fransız ihtilali öncesi ve sonrasında Londra ve Paris şehirleri arasında kesişen hayatları, aşkı, nefreti, intikamı ve fedakarlığı konu alıyor. Dickens’a göre devrim öncesi Paris de acı egemendi. Bir yandan açlıkla, sefaletle mücadele eden halk, diğer yandan lüks yaşamlarıyla keyif süren asilzadeler. Ve öyle bir zaman geliyor ki, asilzadeleri o kocaman duvarlı sarayları bile koruyamaz olur. Fransız ihtilali ile halk asilzadelere karşı ayaklanır. Ancak intikam duygusuyla asilzadelere karşı kışkırtılan halk haklı, haksız ayırt etmeden bir çok insanı giyotine gönderir. İntikamı uğruna küçük bir çocuğun bile giyotine gönderilmesi isteyen kadın bana şunu hatırlattı: nefret nefreti, şiddet şiddeti doğurur.. Bence hikayenin asıl kahramanı hikayenin sonunda karşımıza çıkıyor. Sydney Carton'ın karşılıksız aşkı için yaptığı fedakarlığı asla unutmayacağım. Klasikleri okumayı sevenlerin mutlaka okuması tavsiye edeceğin bir başyapıt. Mutlaka okuyun.
Acılar iki insanı yakınlaştırıyor... ''Limon Kokusu'' beklentimi karşılamasa da yine de fena değildi.Başlangıçta biraz sıkıldım sonraları güzelleşti Final de baya heyecanlandım. Meksika dan ABD'ye daha iyi bir yaşam için göç etmeye çalışan insanların yaşadıkları dram yürek burkuyor. Okumanızı tavsiye ederim.
Hatırla,sakın unutma... 1942 yılında Fransa da yaşanan bir trajedi. Fransızların neredeyse hiç yaşanmamış saydığı bir trajedi. Fransız polisi tarafından ölüm kamplarına gönderilen on binlerce insan. Bunlardan biri 10 yaşındaki Sarah'dır. Sarah küçük kardeşini evlerindeki gizli bölmeye kilitleyip anahtarı cebine saklamıştır.ve geri döneceğine söz vermiştir. Kitabın hikayesi, Sarah'ın gözünden ölüm kampı, ailesinden ayrılışı ve olayları sorgulaması insanın tüylerini diken diken ediyor , sonunu merak ederken bir yandan da ümit ile bekliyorsunuz. Sarah'ın dramı kurgu olsa da 1942 yılında yaşananlar gerçek, ölüm kampları gerçek. Sanırım insanlar var oldukça bir kısım acı çekmeye bir kısım zevk sefa içinde yaşamaya devam edecek.Ama tarih unutmayacak unutturmayacak. Kitabı okumanızı tavsiye ederim.