Kitap insanoğlunun birincil ihtiyaçlarını, bu ihtiyaçları karşılarken ne kadar vahşileceğini, Freud’un superego olarak tanımladığı sosyal kuralların aslında id’i ne kadar bastırdığını tüm çıplaklığıyla önümüze seriyor. Bize insancıl yönler katan acaba bulunduğumuz toplumun normları mı sorusunu sordurtuyor. Kitapta insanoğlunun üç yönünü temsil eden üç ana karakter var. Adalet, bilgelik ve içgüdüler kontrolündeki fiziksel güç. Başlangıçta kabul görür gibi olan adalet ve bilgeliğin zamanla içgüdülerin gölgesinde nasıl küçüldüğünü, önemsizleştiğini, insanın aslında değerleri olmadığında vahşi bir hayvan olduğunu acımasızca anlatıyor. İyilik ve kötülük, aydınlık güçler ve karanlık güçler arasında asırlardır süren savaş...
Anlatılanların tamamen yaşanmış hikayeler olması daha da acıtıyor insanın içini. Yalın anlatım dili her hikayeyi okutmuyor, seyrettiriyor. Zaten yazar da önsüzünde böyle bir amaç edindiğini belirtmiş. Belki de anlatım dilinde geçen, doğup büyüdüğüm coğrafyaya ait kelimeler hikayelerden daha da etkilenmeme neden olmuştur. Pek çok anıda göğsümün genişlediğini, nefes almakta zorlandığımı, boğazımın düğümlendiğini, burnumun ucunun sızladığını hissettim. Bazılarında ise bu iç ağlama gerçek göz yaşı olup döküldü gözlerimden. Gerçekten insanın içine işliyor.
Genç Werther’in coşkun ruhu ve sonsuz aşkı... Kitabın hemen hemen her cümlesinde karşımıza çıkıyor. Sevgi ve aşka dair çıkarımlarının yanında insalığa hayata dair yaptığı çıkarımlar da ayrı bir tat veriyor insana. Her an ben bunu daha önce hiç böyle düşünmedim dedirtiyor. Hayata dair söylediği bir söz ve bu sözün devamında gelen ve sözü çok güzel açıklayıp destekleyen anıları... Defalarca okunması gereken bir kitap. Her okuduğunuzda yeni bir şey keşfedebilirsiniz.