“Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku… Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz. İnsan muhittin bayağı, manasız, soğuk tesirlerinden kurtulmak istediği zaman yalnız okumak fayda verir. Bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin.”
Bu satırlar; babasının subay olması nedeniyle Çanakkale savaşınında tanığı olan, o savaştan derin yaralar alan ve izlerini uzun süre taşıyan çocuklardan Sabahattin Ali’ye aittir. Sosyalist düşüncelerinden dolayı memleketinde yaşam hakkı tanınmayan, mesleğinden ihraç edilmekten tutunda, "Aldırma Gönül" ya da diğer adıyla "Hapishane Şarkısı V" gibi şiirlerin yazılmasına vesile olan cezaevlerine atılmasına kadar, en sonunda da Kırklareli’nde bir ormanda katledilerek öldürülen ve tarihe “Cumhuriyet tarihinin faili meçhul aydın cinayetlerinin ilki” olarak geçen 41 yıllık çileli bir hayat öyküsüdür Sabahattin Ali.
Pekiyi yazılmasının üzerinden 73 yıl geçmesine rağmen kitap raflarında ilk sıralarda yer alan ve yıllardır çok satanlar listesinden düşmeyen Kürk Mantolu Madonna çok güzel bir aşk hikayesi olduğu için mi bu kadar seviliyor? Hayır. Kürk Mantolu Madonna; işte bu hala aydınlanamamış, katledildiğinde üzerinde bulunan eşyaların bile köylülere satıldığı faili meçhul cinayet için, Türk halkının Sabahattin Ali’den özür dileme şeklidir. Hani günümüzde her faili meçhul cinayetin, her bombalı eylemin, her şehit haberinin ardından “unutmadık unutturmayacağız” dediğimiz sahip çıkma şeklidir. Utanç müzesinde anıtı dikilmesi gereken insanlardan biridir Sabahattin Ali. Pardon utanç müzeleri; böylesi katliamları unutturmamak adına yabancı ülke devletlerinin açtığı müzeydi. Bizim ülkemizde unutturmamak adına bir şey yapılması şöyle dursun bir önceki katliam unutulsun diye yeni katliamlar yapılıp halk katliamlara alıştırılıyordu. Utanç müzesi bizim ülkemizde bu nedenden yok, bu da bizim utancımız olsun!!
Sabahattin Ali; daha önceki yazdıklarına bakılarak, en verimli döneminde öldürülmeyip daha fazla eser yazmasına izin verilseydi kültürel yaşamımız nasıl etkilenirdi sorusunu sorduran edebiyatçı olarak akıllarımızda kalacak. Ancak elimizde var olan Kuyucaklı Yusuf , İçimizdeki Şeytan ,Kürk Mantolu Madonna gibi 3 romanı, Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ,Sırça Köşk gibi öyküleri, birçok deneme, tiyatro, çeviri ve her biri; hikâyesi olan dilimize pelesenk olmuş şiirlerinden benim de ”eşkıya dünyaya hükümdar olmaz, çocuklar gibi ve ben sana vurgunum” gibi severek dinlediğim şarkı dizelerinin sahibidir.
Türk edebiyatındaki yerini anlatmakla ifade edemeyeceğim bu önemli yazarımızı anlatmaya neden “etrafın seni sıktığı zaman kitap oku” satırlarını içeren yazısıyla başladığıma gelince; bu satırlar benim anlatmakla ifade edemeyeceğim ama kendisinin içinde bulunduğu sosyolojik ve psikolojik durumunu, hayata bakışını ve en önemlisi neden kitap okumamız gerektiğini anlatan satırlar. Bazı kaynaklara göre Ali’nin kitap okurken öldürüldüğü söylenir. Bu ülkede bir zamanlar ölürken bile kitap okuyan, Cemil Meriç gibi okumaktan gözleri kör olan insanlar varmış. Mış diyorum çünkü elimdeki son verilere göre "Japonya'da yılda kişi başına düşen kitap sayısı 24, Fransa'da 14, Türkiye'de ise bir yıl içinde bir kitaba düşen kişi sayısı 6… Ve çok acı bir gerçek daha var. Türkçede 111 bin sözcük bulunmasına rağmen biz günlük hayatımızda bunun 200’ünü kullanıyoruz. Diğer gelişmiş ülkelerde bu sayı 600 den fazla. Bu ne demektir kullandığımız sözcük kadar sayısı kadar kendimizi ifade edebiliyoruz, etrafımızda olan biteni de bu kullandığımız sözcük sayısı kadar algılıyoruz. İşte ülke olarak, üçüncü dünya ülkesi sanılmamızın ya da şöyle söyleyeyim; iddia edildiği gibi birinci dünya ülkesiysek neden bundan eminmişiz gibi davranamayışımızın nedeni bu. “Osmanlı torunuyuz dünyada bir adımız şanımız var” safsataları ülke milletinin aydınlanmamasını, sığ kalmasını isteyen kendi çıkarları adına çalışan kişilerin uydurması. Evet dünyada ülkeleri sıralamasında; trafik kazalarıyla, işçi ölümleriyle, kadın cinayetleriyle, çocuk ölümleri ve tecavüzleriyle her yıl ilk sıralarda olmak gibi bir adımız var. İnsanlığımızın, vicdani değerlerimizin yerlerde olduğunu söylemiyorum bile. Benim baktığım yerden bu ülke; siyasetinden ekonomiye, sağlıktan eğitime ve en önemlisi beşeri ilişkilerimiz neresinden bakarsan bak tam da üçüncü sınıf ülkesi gibi durduğumuz yönünde. Bunun nedeni işte bu kullanmadığımız sözcükler, sınırlı düşünceler yani okumayan bir toplum oluşumuz.
Sabahattin Ali ile ilgili aktarmak istediğim çok bilgi var. Mesela büyük dedesinin asıl adı Karl Detroit olan Mareşal Mehmet Ali Paşa olduğu ve bu soyağacı kütüğünün Sabahattin Ali ile Nazım Hikmeti birbirine bağladığını es geçemem. Niye bu önemli detayı es geçemem çünkü Sabahattin Ali’nin yazmasına vesile Nazım Hikmet’tir. Sabahattin Ali’nin ve edebiyatımızın içerik olarak ilk Anadolu romanı olan Kuyucaklı Yusuf içinde Nazım’ın da bulunduğu bütün devrimci yazarların toplandığı Resimli Ay dergisinde basılmıştır. Ali’nin Kuyucaklı Yusuf kitabındaki en önemli detay babasının ölümünden sorumlu tuttuğu annesini kitabın kötü karakterlerinden Şahinde hanımdan yansıtması. Kürk Mantolu Madonna kitabında ise, kadınların bir erkekte görmek istedikleri aşk anlayışını Raif Efendide yansıtıp yine bu büyük aşka rağmen sevdiği kadının Maria Puder’in peşinden gitmeyen Raif efendiyle birlikte romanı basit bir aşk romanından çıkartıp ardından “aşk, kavuşmanın engellenmesi ile hikayeye dönüşür” felsefesinin vurgulanmasına neden olan Kürk Mantolu Madonnaya dönüştürür.
İçimizdeki Şeytana gelecek olursak; henüz okumamış ve okumak isteyen okurlar için aşk, para, faşizm, ahlak, müzik, sanat gibi kavramlarla kurgulanmış kitabın olay örgüsüyle ilgili spolier vermemek adına karakterlerin özelliklerine değinmeden geçmek istiyorum ancak şunu belirtmekte fayda var kitaptaki karakterin her biri aslında Sabahattin Ali’nin ta kendisi. Kendi yalnızlığı, kendi güçsüzlüğü, kendi iç dünyasındaki kavgaları, kendi şeytanı… Diğer önemli bir detay da kitaptaki karakterler aracılığıyla 1940’lı dönemin Peyami Safa, Necip Fazıl gibi sağ kesimi temsil eden, Hüseyin Nihal Atsız gibi ırkçı-Turancı dünya görüşüne sahip aydınlarına “aydınların ne kadar aymaz ve vurdumduymaz bir tutum içinde” oldukları mesajını vererek üzerine alınan kişiler tarafından da eleştiri oklarının hedefi olması. Psikolojik roman özelliği taşıyan kitap karakterler üzerinden sadece o döneme mahsus kalmayan toplumsal yapı ve karakterlerin iç dünyasına yaptığı yolculuklarla Anadolu insanına dair ipuçları vermektedir.
Kitaptaki diyaloglardan benim çok beğendiğim bence özellikle dikkat edilmesi gereken iki yer var. Birisi Ömer’in Macide’ye aşkını ilan ettiği bölüm, diğeri ise veznedar Hafız Hüsamettin beyin Ömer’le konuştuğu yer var ki insanlık manifestosu niteliğindedir. Sanırım unutamayacağım satırlardan biri. Bu kitabı okuduktan sonra tokat yemiş hissine kapılıyorsunuz. Kişiyi; erdemli olma çabasında bir şeylerin eksik kaldığı konusunda iç hesaplaşmalara itiyor. Kısa ve net kitabı okuduktan sonra kendi kendime dedim ki: “Masum değiliz hiç birimiz.”
Sabahattin Ali’nin kitaplarında tasvir gücünü ve imgelerini görmemek imkânsızdır fakat kitapları roman edebiyatımızda öncü eserlerden olması nedeniyle Ali'nin -romanın akışını keserek söze karışması - gibi eksiklikleri vardır. Yine de cumhuriyetle birlikte gelen dili sadeleştirme ve yayma eğiliminden başarılı çıkmıştır. Türkçeyi en iyi kullanan yazarlarımızdandır. Cümlelerini anlaşılır, dil bilgisi kurallarına dikkate alarak kısa cümlelerle ve yalın bir dille anlatır. Kitaplarını, okuyucuyu sıkmadan hikayenin içindeymişsiniz hissine kapılmanızı sağlayacak muazzam güzellikte anlatır. Kitaptan sürekli gözlerinin içi parlayarak bahsederek beni bu kitabı okumaya teşvik eden sevgili dostum Ali Uçar'a ve kitabı hediye eden yine çok sevgili dostum Ali Fuat Bektaş'a teşekkür ediyorum.
Kitaptan Altını Çizdiklerim:
- İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.
- Günün birinde ya çıldıracağız, ya da dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalizin şerefine birkaç kadeh içelim.
- İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa ve tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…
- İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir...
-... lakin hilkat bize bu felaketi hafifletecek bir vasıta vermiş : etrafı çeşmi ibretle temaşa kabiliyeti..