Ahmet Ümit’in yeni romanı ‘Sultanı Öldürmek’, kendi kendisini bir cinayetle itham eden Müştak Serhazin ile başlıyor. Altmışlarındaki bir tarihçi olan Müştak Bey, cinayeti işleyip işlemediğini bilemiyor, çünkü psikojenik füg hastalığından mustarip. Romanın bir diğer ana karakteri ise ondan 550 yıl önce yaşayan Fatih Sultan Mehmed. Ümit, bu kez iki ana karakterinin psikolojisine bir hayli eğilmiş ve psikolojik bir roman ortaya çıkarmış. Elbette bu aynı zamanda tarihi bir roman. Belki de şöyle demek daha doğru olacak; tarihçiler üzerinden yazılmış tarihi bir roman. Ahmet Ümit’in sadık okurları Başkomiser Nevzat’ın sürüklediği polisiye gerilimi de yine tadacaklar. Ama baştan söyliyeyim, biraz değişik ve sürprizli bir şekilde...
‘Sultanı Öldürmek’in çatısını ‘baba’ oluşturuyor. Buna baba sorunsalı da, baba katilliği de diyebiliriz. Baba derken güç ve iktidarı kastediyorum…
Çok doğru yakalamışsın. Aslında bu roman Türkiye’de olmayan baba katilliği meselesini inceliyor. Türkiye’de olmayan derken, insanların babasını fiili olarak öldürmesinden söz etmiyorum. Bu topraklarda, Osmanlı, Hitit, Roma döneminde taht kavgalarında babalar öldürülmüştür. Ama burada kültürden söz ediyoruz. Babayı öldürmek derken, geçmiş kültürle hesaplaşmayı kastediyorum. Baba dediğimiz şey geçmişi temsil ediyor. Ne yazık ki Türkiye muhafazakâr bir toplum ve bu muhafazakâr toplumun hem nedeni hem sonucu olarak geçmiş kültürü, yani babayı eleştirmiyoruz. Bunun sosyolojik nedenleri de var gerçi. Türkiye uzunca bir süredir kırdan kopan, sanayileşmeyi yaşayan bir ülke. Kültür olarak babayla ilişkimiz, babaya bağlılığımız, baba eviyle irtibatımız, babadan geçinmemiz, babaya diklenemememiz devam ediyor. Baba figürü, eski kültürde padişah, kral ya da imparator bunlar aynı zamanda kendini tanrının temsilcisi olarak görüyor. Baba figürü; iktidar, kral, yönetici olan kimse... Osmanlı döneminin bitmesiyle birlikte güya cumhuriyete geçtik ama baba figürü devam etti. Atatürk hepimiz için babaydı aslında. Adnan Menderes geldi. O da babaydı. Askerler her zaman babaydı. Bugün Tayyip Erdoğan da babayı oynuyor. Babayla bir meselemiz var. Evet, doğrudur bu romanın sorunsallarından bir tanesi babayla hesaplaşmak, geçmiş kültürle hesaplaşmak ve bu bizim yapamadığımız bir şey. Ruslarda ya da Batılılarda bu hesaplaşma daha yaygın bir şey, ki Turgenyev’in romanı bile vardır, ‘Babalar ve Oğullar’ diye. Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşleri’ başlı başına babayla hesaplaşma meselesidir. Oysa bizim romanlarımızda, sinemamızda babayla hesaplaşma yoktur. Babayı adeta geleneğin, kutsalın, hayatın devamı olarak görme alışkanlığımız sürüp gelir. Aslında bu topraklara baktığımızda, özellikle Akdeniz kültüründe babayı öldürmek Sofokles’in Oidipus’u ile başlar. Farkına varmadan babayı öldürür. Ama daha sonraki süreçte baba meselesi başka bir anlam kazanır.
Tarihi zaferler yönüyle değil de biraz da başka taraflarıyla yakalayalım diyorsun yani bir anlamda…
Hitit, Roma ve Osmanlı İmparatorluğu’na referans vermek lazım… Hititler’de de taht kavgaları için aile içi şiddet hüküm sürüyordu. Bunu önlemek için Telipinu Fermanı bile yayınlanmıştı. Romalılar’da da devam etti. Ne yazık ki Osmanlı’da da baba, oğul, kardeş katli sürdü. Bu anlamda Osmanlı’daki örneklere baktığımızda Fatih’in zehirlenmiş olma ihtimali çok yüksek. Kimin yaptığından emin olamayız fakat Fatih’in oğlu II. Beyazıt’i, oğlu Yavuz Sultan Selim’in öldürdüğünü biliyoruz ve tarihçiler bunu kabul ediyor. Padişahların kendi oğullarını öldürttüğünü de yakinen biliyoruz ki bunların arasında Yıldırım Beyazıt da var. Yıldırım Beyazıt kendi oğlunu öldürmüştür. Kardeşler birbirini öldürmüştür. Bu kanlı kavga devam etmiştir. Bu anlamda tarihi ve taht kavgasını okurken bu yönüyle de ele almak gerekiyor. Sadece zaferlerden kahramanlıklardan oluşan bir tarih değil aynı zamanda iktidarda kalmak için bedeller ödenen; kardeş, baba, oğul kanı dökülen bir tarih gibi okumakta fayda var.
“Bu ülkede o kadar çok kutsal vardı ki, insanı insan yapan o sıradan değerlere pek yer kalmıyordu,” dedirtiyorsun karakterine. Bu eleştiriyi açalım mı biraz…
Bunu, yine baba katilliği meselesiyle bağlayabiliriz. Babanın yaptığı her şeyi kutsal görürüz. Oysa ki bugün bir problem varsa öncelikle babalarımız suçlu. Bugün bir ülke kötü yönetiliyorsa, gelişemiyorsa, töre cinayetleri varsa, insan haklarında geriyse burada birinci derecede babalar suçludur. Çünkü buradaki baba figürü devlet figürüyle aynı. Baba figürünü besleyen şeyleri söyleyeyim: Din, devlet, gelenek. Oysa kutsal olan insan hayatıdır. Bütün bunlar insan hayatı içinden çıkmış olan olgulardır. Zamanla değişecektir, değişe değişe geldi zaten. Bugünkü devlet insanların ilk kurduğu devlet değil. Demokrasi, Yunanların bulduğu demokrasi değil. Ama bunları korumaya çalışan insanlar tutucu insanlar. Bu tutuculuk mahvediyor her şeyi. O zaman ne oluyor? Birbirimizi öldürmeye başlıyoruz. O zaman insanları Sivas’ta yakıyorlar, başörtüsü olana gerici diye bakıyorlar, ateisti yok etmek gerekir diye bakıyorlar, farklı cinsel yönelimi olanları akıl hastanesine koymak gerekir diyorlar, solcuyu yok edelim, sağcıyı mahvedelim diyorlar. Kutsallık bizim birlikte yaşamamızı engelliyor. Kutsallık bölüyor parçalıyor. Oysa yukarda da söylediğim gibi kutsal olan tek şey hayattır. O bizi birleştirir. O hayatın içinde farklılıklar olacak, olmalı.
Bunlarla uğraşa uğraşa gitgide psikolojisi bozulan bir toplum olduk. Buradan senin romana geleceğim… ‘Sultanı Öldürmek’, psikolojik bir roman olmuş, yanılıyor muyum?
Yanılmıyorsun... Bence ‘Sultan’ı Öldürmek’ dört şekilde okunabilir. Birincisi, büyük bir aşk hikâyesi... İkincisi, tarihçilerin üzerinden bir tarih romanı… Üçüncüsü polisiye roman ve son olarak psikolojik bir roman. Çünkü Müştak Serhazin’in, psikojenik füg diye bir hastalığı var ama bence daha derin bir hastalığı var. Öte yandan hepimiz Müştak Serhazin’in hastalığından mustaribiz. Unutma ve içe kapanıklık, otoriter bir babanın gölgesinde, otoriter bir devletin gölgesinde kalma hastalığımız var. O yüzden de hayata atılmak yerine kendi küçük dünyalarımızda yaşamayı daha güvenli buluyoruz. Bu güvenli dünya adına açığa çıkmak istemiyoruz.
Yine psikolojik açıdan bakarsak romanda iki farklı ana karakterin var…
Evet… Romanı iki büyük karakter üzerine kurduğumu söyleyebilirim. Bir yandan kendi kabuğundan çıkmak istemeyen Müştak Serhazin, diğer yandan dünyayı fethetmeye çalışan Fatih Sultan Mehmed. Bu anlamda sadece psikolojik roman derken Müştak Serhazin’in kişiliğinde bir psikolojik roman değil, ‘Sultanı Öldürmek’ aynı zamanda Fatih Sultan Mehmed’in şahsında da bir psikolojik çözümleme romanı diyebiliriz. Küçük bir çocuk, bir şehzade ya ölecek ya tahta çıkacak. Bu ikilem içinde olan, şansın gülmesiyle taht yolu açılan bir çocuk… İki yıl tahtta kaldıktan sonra büyük bir entrikayla, 14 yaşındayken tahttan uzaklaştırılan ve bunun travmalarını yaşayan ve belki de bu yüzden bu kadar hırslı olan padişahın olgunlaşması ve onun psikolojik profili de diyebiliriz bu romana.
Rüyaları da bu kez işin içine katmışsın. Bilinçaltının izlerini de sıklıkla görüyoruz.
Bu romanda farklı anlatım teknikleri kullandım mesela bilinç akışı tekniği. Müştak, gördüğü her şey hakkında yorum yapmaya başlıyor. Genellikle benim romanlarımda diyaloglar vardır. Karakterlerimin karşılıklı konuşmasıyla psikolojilerini ve durumu anlatırım. Ama burada öteki romanlarımda çok da görülmeyen kendi içinde bir konuşma var. Müştak Serhazin, annenin hastalıklı sevgisi, Baba’nın otoriteyle bastırdığı içindeki öteki Müştak’la konuşuyor. Belki içindeki saldırgan Müştak’la barışsa biraz daha normal bir adam olacak. Ama o hanım evladı çocuk, öteki saldırgan Müştak’la bütünleşemediği için onunla buluşmayı özlüyor. Burada yine baba meselesine dönmemiz gerekiyor. Suçluluk duygusu da ondan kaynaklanıyor. Hepimizde o suçluluk duygusu var. Bu, kültürümüzün beslediği bir psikoloji. Müştak’ta da bu duygu hep devam ediyor. Fatih, ondan çok uzakta bir kişilik.Ama olaylar onu düşünmesini sağlıyor. Birdenbire farkına varmadan kendisiyle Fatih arasında kıyaslamalara başlıyor. Burada rüyalara dönüyoruz. Bilinçaltı en iyi rüyada ortaya çıkıyor çünkü. Önce Freud’la karşılaşıyor. Freud’la iktidarı, erkek ve çocuk olmayı tartışıyor. Sonraki rüyasında ise Fatih’le karşılaşıyor. Fatih karşısında kendi aczini görüyor ama öte yandan kafasında Fatih çözümlemesini de yapıyor. Fatih’in öldürülmüş olabileceği düşüncesi rüyasında alttan çıkıveriyor. Bunu biliyor ama dile getirmekten korkuyor. Bugün birçok tarihçi, muhtemelen zehirlenmiştir der. Ama bunu yüksek sesle dile getiren bilim insanı çok azdır. “Aman ceddimize zarar gelecek” mantığı işler. Yani hâlâ babayı koruma durumu var. O zaman şu soru akla geliyor: Bilim insanları gerçekleri mi söyleyecek yoksa bir şeyleri mi korumaya mı çalışacak? Halbuki 1964 yılında Abdi İpekçi bir açık oturumda bunu gündeme getirmişti.
Kitapta Ahmet Ümit okurlarına değişik gelecek taraflardan biri de Başkomiser Nevzat’ın ortalarda öyle çok da görünmemesi.
Bu kahramanlarının arasında Nevzat’ın olduğu üçüncü romanım. Bir süre sonra insan hep aynı şeyleri anlatmaktan sıkılıyor. Bu üç yıldır yazdığım bir kitap. ‘İstanbul Hatırası’ndaki Fatih bölümünü yazarken bu romanı yazmayı düşünmüştüm. Hep aynı şeyleri yazarsam yazarlığım bitecek. O nedenle farklı şeyler yazmalıyım. Nevzat, Zeynep ve Ali’yi bir zanlının gözünden görmek çok şık oldu. Romanın sürprizlerinden bir tanesi bu. ‘Sultanı Öldürmek’i yazarı olarak değerlendirdiğim zaman, Ahmet Ümit romanlarının bir halkası olduğunu söyleyebilirim ama elbette mantıksal olarak biraz daha farklı. Tarih, polisiye, gerilim, aşk hepsi var ancak bu sefer psikolojik taraf biraz öne çıkıyor.
‘İstanbul Hatırası’ söyleşimizde “İstanbul talan ediliyor bu roman onun çığlığı,” demiştin. ‘Sultanı Öldürmek’ için ne dersin?
Ben tarihçi değilim. Tarihçilerin malzemesini aldım ve bir roman malzemesine çevirdim. Tarihimize ciddi bakmıyoruz. Tarihimize bakmak için daha cesur olmamız gerekir. Osmanlı devletini bir imparatorluğa dönüştüren bir padişahın ölümü hakkında kuşkular var ve bunların üzerine gitmiyoruz. Bu romanı yazarken Edirne’ye gittim. Edirne, Fatih’in doğduğu şehir. Oradaki Cihannüma Kasrı, eski Osmanlı saraylarından biri. Fatih Kostantiniyye’nin fethini orada tasarladı. Ama şimdi orasının durumu içler acısı. 1453 diye bir film yapılıyor, insanlar o filme büyük bir istekle ve merakla gidiyor öte yandan bu önemli şahsiyetin İstanbul’un fethini tasarladığı saray rezil bir durumda. Yani samimi değiliz. Riyakârlık toplumun her tarafına sızmış durumda. Oradaki yetkililere şurayı bir telle çevirin bari dedim. Tarihe bakmakta daha cesur olalım. Bunun bir sakıncası yok. Bunu yapınca geçmişimiz lekelenmiyor. Fatih çok büyük bir figür. Ona bakarken daha gerçekçi olmak lazım. Onun kadar cesur olmak lazım. Fatih, kendi tarihine cesur bakan biriydi... Sorun belki de tarihe bakarken Fatih kadar cesur olmamaktan kaynaklanıyor.
Klasiklere göndermeler
Bu kez edebiyat göndermeleri bol bir roman olmuş…
Bu romanda Müştak Serhazin’in ‘Yeraltından Notlar’daki kahramanla,‘Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov’la, bizde ‘Anayurt Oteli’nden Zebercet karakteriyle bir akrabalığı da var. Beni etkileyen ve aynı zamanda Müştak Serhazin’in okuyabileceği klasik kitaplara göndermeler yaptım. Tolstoy, Dostoyeski, Çehov gibi. Aslında bütün yazarlar aynı kitabı yazıyoruz. En başından itibaren, Gılgamış destanından bu yana kutsal kitaplardan beri yazdığımız kitap hep aynı. Şiir, öykü, tiyatro, destan, masal hep aynı... Ne peki bu yazdığımız şey? İnsanı, insan ruhunu, insanın çevreyle, doğayla ilişkisini anlatmak... O yazarların hepsi beni biçimlendiren yazarlar. O nedenle onlara göndermeyi bir görev bildiğimi söyleyebilirim. Bu bir hoşluktur benim için. Tabii felsefeci olarak da Nietzsche’yi anmalıyım.
‘Fatih için üzüldüm’
‘Sultan Öldürmek’i okuyacaklar bildikleri Fatih dışında nasıl bir Fatih bulacaklar?
Umarım güzel şeyler bulurlar ama ben bu kitabı yazarken Fatih’i bir çocuk olarak gördüğümde üzüldüm. Neden üzüldüm? Çünkü padişah olma şansı nerdeyse yok. Tümüyle rastlantıyla yahut Osmanlı derin devletinin çatışmaları sonucu padişah olmuş biri. O günlerde koca Çandarlı Halil bu çocukla uğraşıyor. II. Mehmed’i düşürmek için yeniçerileri ayaklandırıyor. On dört yaşında bir çocuğun başına gelmedik kalmıyor. Ölme ihtimali çok yüksek başlarda. Çünkü önünde iki abisi var. Büyük abisi eceliyle ölüyor. Babası küçük abisi Alaeddin Ali’yi seviyor. Alaeddin Ali’nin öldürülmesi II. Mehmed’in yani Fatih’in yolunu açıyor. Fatih, mayasında padişahlık olan biri. Çok iyi bir eğitimi var. Aldığı eğitimde de kendisine Büyük İskender’i, Jül Sezar’ı örnek seçmiş. Bir dünya imparatorluğu kurma ideali var. Babası II. Murad öyle değil. Yapısındaki bu çelikleşme saray entrikalarında hakkının yenmesiyle oluyor. Çandarlı Halil çok büyük kazık atıyor ona. Babası da buna bir anlamda göz yumuyor. Hep şu şekilde anlatılıyor. Fatih, dirayetli, kararlı, tuttuğunu koparan bir hükümdar. Ama iktidarın zirvesinde yapayalnız bir insan, çevresi düşmanlarla dolu kimseye güvenmeyen bir adam... Ama bu adamdan bir dünya imparatoru çıkıyor. Bir devleti alıyor imparatorluk haline getiriyor. Korkusu, kuşkusu onu güçlü kılıyor. Korku, tehlike ve entrika bir çocuktan bir padişah yaratıyor. Kitabı okuyanlar Fatih’le ilgili bunları görecekler.
Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin hikâyesini bulacaksınız bu kitapta. Aynı zamanda şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikâyesini de... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin’in başından geçen dört günlük tuhaf serüveni okumaya başlarken Konstantiniyeyi zapt eden, iki denizin hakimi Fatih Sultan Mehmed’in eşliğinde tarihi yolculuğa çıkmaya hazır olun.
Ahmet Ümit’in kitabı “Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?” sorusuyla başlıyor.
Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?
“...Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han’ın cansız bedeni...”
Ahmet Ümit, kusursuz bir kurguyla ele aldığı bu cinayet-aşk-tarih örgüsünde edebiyat okurlarının gözündeki ayrıcalıklı yerini bir kez daha sağlamlaştırıyor.