Rutinlere ve Bırakılamayanlara Prangalı Hayatlar:
Hayatımızda bir şekilde var olan insanların kimi birlikte hoş vakit geçirdiğimiz için, kimi kendimizi mecbur hissettiğimiz için, kimi çok vefalı veya vefa götermeye değer olduğunu düşündüğümüz için, kimi de nedenini tam olarak bilemediğimiz halde sırf öyle istediğimiz için ve biz engel omadığımız sürece var olmaya devam ederler. Mesleğimiz, yaşadığımız mekan, taraftarı olduğumuz bir takım, çalıştığımız iş yeri, öğrenim gördüğümüz okul, desteklediğimiz herhangi bir sosyal veya siyasi oluşum için de benzer durum söz konusudur.
Aynı şekilde okuduğumuz kitapları da farklı motivasyonlarla okuruz. Keyifli veya dingin bir zaman geçirmek, zamanı faydalı ve öğretici kılmak, sınava hazırlanmak, ders çalışmak, araştırma yapmak, duygusal ve düşünsel kazanım elde etmek, vb. Bu bağlamda okuduğumuz kitap ya bir daha el sürmemek üzere rafta yerini alır, ya da bizi derinden etkiler ve içimizde, her fırsatta onu başkaları ile paylaşmak, sıkıntılı anlarımızın sığınağı veya başucu kaynağı yapmak isteği uyandırır.
Örneğin Küçük Prens, dünyayı bir çocuk gözüyle görebilmenin iyi, empati sahibi, ve sorumlu bir insan olabilmek adına gerekli olduğunu anlatır. Martı Jonathan Livingston, hayatın asıl anlamının daima daha iyiye, daha güzele ulaşmak ve bu yönde çabalamak olduğunu söyler. Don Kişot, başkalarının deli yakıştırmalarına, horlamalarına aldırmadan, inandıkları ve sevdikleri uğruna gözünü budaktan esirgemeyen bir adamın hikayesidir. Oblomov, anlamak isteyene, tepkisizliğinin ve toplumdan uzak kalışının nedeninin salt bir tembellik değil, aslında hayata ve insanlara karşı güvensizlikten, kırgınlıktan, ümidini ve inancını yitirmekten kaynaklandığını, bazen bunun da bir erdem sayılabileceğini düşündürür. Mesnevi, hikayelerle bezenmiş bir yaşam rehberi ve felsefesi sunar meraklısına. Amak-ı Hayal, Kelile ile Dimne, Andersen Masalları, Ezop Masalları gibi eserlerde ise fantastik hikayeler arasına serpiştirilmiş muhtelif mesajlar, öğütler bulursunuz.
Dolayısıyla, sadece okunan kitabın içeriği değil, okuyucuyu okuma eylemine yönlendiren motivasyon da okuma sürecini ve sonucunu şekillendirir. Örneğin Hayvan Çiftliği kimi için sadece bir fabldır kimi için de düşündürücü dersler veren bir eserdir. Sefean Zweig'i kimi romanlarındaki şahane betimlemeleri için sever, kimi de onun asıl değerli eserlerinin yazdığı biyografiler olduğunu düşünür. Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castello Calvin'e gibi.
Okumayı seven birisi ve 50'li yaşlara gelmiş birisi olarak Tatar Çölü'nü neden geç keşfettiğimi doğrusu anlamakta zorlanıyorum. Bu güzel ve düşündürücü eseri daha önce, en az yirmi-yirmi beş yıl önce okumuş olmayı isterdim. (Cemil Meriç'in "İrade Terbiyesi" için "ah bu kitap on sekiz yirmi yaşlarımdayken elime geçmeliydi" dediği gibi)
Tatar Çölü aslına bakarsanız temposu ve ritmiyle okuru öyle alıp götüren bir eser değil. Hayali bir ülkede Güney Krallığı'nın bir genç subayı olan Giovanni Drogo'nun Kuzey Krallığı sınırındaki kaleye atanması, hayalini kurduğu hayatı yaşama adına buradan ayrılmak istemesi, daha sonra da rutinin sıkıcı ama güven veren iklimine kendini kaptırmasının hikayesi.
Ancak bu hikaye öyle sıradan bir hikaye de kesinlikle değil. İnsanın hayat döngüsü içerisindeki gidişata dair farkındalık sahibi olmasının önemini vurguladığı gibi, konumunu ve uğrunda çabaladıklarını sorgulamasının da gerekliliğini fısıldıyor satır aralarında.
Dino Buzzati, "Ya her şey bir yanlışlıktan ibaretse?" diyerek bu kritik sorgulamanın kapısını aralıyor okura.
Tatar Çölü, şunları bir kez daha hatırlatıyor. Zaman bir taraftan bizi rutinlere hapsederken, diğer taraftan çok hızlı geçiyor. Gençliğimizin enerjisi ve sahip olduklarımızın hiçbiri sonsuza kadar sürüp gitmeyecek. Bunu farketmemizin çok uzun sürmesi durumunda ise, ruhumuzun bile yaşlanmaya vakit bulamadan tükenip gittiğini göreceğiz. Bir süre sonra ise, kariyer sahibi olma, yeni bir hayat kurma, yeni yerler görme, yeni insanlar tanıma, güzel bir yuva kurma gibi beklentilerin yerini sadece maruz kaldığımız hastalıktan kurtulma ve iyileşme umudu alacak.
Rutinlerimizin kısır döngüsüne girmeden önce, yaşantımızı, alışkanlıklarımızı, çevremizi, tercihlerimizi sorgulamak belki de hayatın en önemli şifrelerinden birisi. Uzun yıllardır hayatımızın içinde yer alan, hatta bizi kendisine esir bırakan ancak bizi tükettiğini fark ettiğimiz şeyleri, insanları, varlıkları kendi ederlerine göndermek, onlarla aramıza sınır çekmek ya da tamamen onları terk edebilmek gerekiyor bazen. Fiziksel, ruhsal, düşünsel çevremizi gözden geçirmemiz gerektiği gibi. Tatar Çölü bunu düşünmeye zorluyor okurunu; tıpkı "Yalnızca Yavaşladığında Görebileceğin Şeyler"in yaptığı gibi.
Eser, bunun dışında yalnızlık duygusunu, kendisini ve çevresini aslında var ve gerekli olmayan bir savaşın savaşçıları haline getiren insanların kaçınılmaz tükenmişliğini ve güdükleşmesini anlatıyor ve uyarıyor adeta:
"Elveda kendini bu yapıdan bir türlü kurtaramayan melankolik dost; elveda, senin gibi çok uzun zaman inatla umut eden ve sana benzeyenler: Zaman elini sizden daha çabuk tuttu, sizinse artık her şeye yeniden başlama hakkınız yok!"
Tutunmak kadar bazen bırakmanın da en doğru alternatif olduğunu anlatan bu değerli eser, bence her kitap sevdalısı, yaşama dair bir farkındalık kazanma çabası içindeki her insan için ideal bir okuma seçeneği.
Esen kalın, kitaplarla kalın...