"Yararlı oldukları sürece dostluk ilişkilerine saygı gösterelim bunu kabul ediyorum; bunlardan bir şey sağlayamadığımızda da unutalım gitsin; insanları ancak kendimiz için sevmeliyiz; onları kendileri için sevmek bir aldatmacadır; doğa asla insanlara kendilerine iyi gelebilecek hareketlerden, duygulardan başka bir şey esinlemez; doğadan daha egoist bir şey olamaz; o halde, doğanın yasalarına uymak istiyorsak, böyle davranalım.
Minnete gelince Eugenie, bu kuskusuz tüm bağların en zayıfıdır. İnsanlar bizi kendimiz için mi minnettar kılıyorlar? Buna asla inanmayalım sevgilim; gösteriştendir, kibirdendir. Başkalarının gururunun oyuncağı olmak aşağılayıcı olmaz mı? Minnettar kalmak daha da aşağılayıcı değil midir? Yapılan bir iyilikten daha fazla yük olamaz. Ortası hiç yoktur: ya karşılığı verilmelidir ya da aşağılanmıs olunur. Gururlu ruhlar iyiliğin ağırlığı altında
kendilerini kötü hissederler: Onların üzerine iyiliğin ağırlığı öyle şiddetle çöker ki, iyilik yapandan nefret ederler yalnızca."
(Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe)
“Bir ulusun tüm bireylerinin kararı olan bir yeminin özü nedir? Yurttaşlar arasında kusursuz bir eşitlik sürdürmek, herkesin mülkiyetini koruyacak yasaya herkesi eşit olarak tabi kılmak değil midir bu? Şimdi, hiçbir şeyi olmayanın her şeye sahip olana saygı göstermesini emreden bir yasa pek mi adildir, sorarım size? Toplumsal sözleşmenin öğeleri nelerdir? Her iki tarafın sahip olduklarım güvence altına almak ve korumak için kendi özgürlüğünden ve mülklerinden bir bölümünü bırakmak değil midir?
Tüm yasalar bu temellere dayanır; kendi özgürlüğünü kötüye kullanana çektirilen cezanın saikleri bunlardır. Hatta vergilendirme emredilir ki yurttaş kendisinden bir şey istendiğinde kızmaz, bilir ki bu verdikleri sayesinde geri kalan mallan korunacaktır. Ama bir kez daha yineliyorum, hiçbir şeyi olmayan kişi, yalnızca her şeyi olanı koruyan bir sözleşmenin altına hangi hakla girer? Eğer siz, ettiğiniz yeminle, zenginin mülkiyetini koruyan bir hakkaniyet sözleşmesi yapıyorsanız, bu “koruyucu” yemine hiçbir şeyi olmayan kişinin uymasını isteyerek adaletsizlik yapmış olmuyor musunuz? Sizin yemininizden onun çıkan nedir? Ve zenginlikleri bakımından kendisinden bunca farklı birinin yalnızca isine yarayacak bir şeye söz vermesini niçin istiyorsunuz? Kesinlikle bundan daha haksız bir şey olamaz! Bir yeminin, bunu eden tüm bireyler üzerinde eşit bir etkisi olmalıdır; bu yemini tutmakta hiç çıkan olmayan birini yeminin bağlaması imkânsızdır, çünkü artık özgür bir halkın sözleşmesi olmaktan çıkmıştır: Bu yemin güçlünün zayıf üzerindeki silahıdır ve buna karşı, zayıf hiç durmadan isyan etmelidir. Ulusun talep ettiği mülkiyete saygı yemininde olup biten budur; yalnızca zengin, yoksulu bu yemine bağlar, yoksulun bunca düşüncesizlikle ettiği yeminden çıkarı olan yalnızca zengindir ve yoksul öyle düşüncesizce etmiştir ki bu yemini, iyi niyetinden yararlanarak zorla kabul ettirilmiş bu yemin aracılığıyla kendisine karsı kimsenin yapmayacağı şeyi yapmayı kabullendiğini göremez.
Bu barbar eşitsizliğe ikna olmuş olan sizler, tek suçu her şeye sahip olandan bir şeyler çalmaya cesaret etmiş olmak olan kişiyi cezalandırarak adaletsizliğinizi artırmayın: Sizin hakkaniyetten uzak yemininiz ona bu hakkı hiç olmadığı kadar vermektedir. Onun açısından saçma olan bu yemin aracılığıyla onu yalan yere yemine zorlayarak, bu yalan yeminin yol açabileceği tüm suçlan meşrulaştırıyorsunuz; dolayısıyla, nedeni olduğunuz bir şeyi cezalandırma hakkınız yoktur! Hırsızları cezalandırmanın korkunç vahşetini size hissettirmek için daha fazla bir şey söylememe gerek yok. Sözünü ettiğim halkın bilgece yasasını taklit edin; kendi malını çaldıracak kadar ihmalkâr adamı cezalandırın, ama hırsızlık yapana asla ceza vermeyin; bilin ki bu eyleme izin veren sizin yemininizdir ve o kişi, hırsızlık yaparak doğanın ilk ve en bilgece hareketine göre davranmıştır yalnızca: Kimin zararına olursa olsun, kendi varlığım koruma hareketi.”
(Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe)
Hırsızlığı savaşçı bir erdem olarak görmek!
“Antikçağa bakarsak, hırsızlığın Yunan'ın tüm cumhuriyetlerinde izin verilmiş, ödüllendirilmiş bir şey olduğunu görürüz; Sparta ya da Lakedaimon hırsızlığı açıkça destekliyordu; bazı halklar hırsızlığı savaşçı bir erdem olarak görmüşlerdi; hırsızlığın cesareti, gücü, yeteneği geliştirdiği, tek kelimeyle cumhuriyetçi bir yönetime, dolayısıyla bizimkine yararlı tüm erdemleri geliştirdiği açıktır. Şimdi tarafsız olarak şunu sormaya cesaret ediyorum: Eşitliği amaçlayan bir yönetimde zenginlikleri eşitleyici etkisi olan hırsızlık büyük bir kötülük müdür? Hayır, kuşkusuz; çünkü bir yandan eşitliği geliştirirken, diğer yandan da, kendi malını korumayı da haklı kılmaktadır. Hatta hırsızı değil malının çalınmasına izin vereni cezalandıran bir halk bile vardı, böylece kendi mülkiyetine sahip çıkmayı herkes öğrensin isteniyordu. Bu bizi daha geniş düşüncelere yöneltmektedir.”
(Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe)
"Her halk kendi dininin en iyisi olduğunu ileri sürer ve ikna etmek için de yalnızca birbirleriyle uyumsuz olmakla kalmayan, neredeyse hepsi de çelişik olan sayısız kanıta dayanır. İçinde bulunduğumuz derin cehalette, bir Tanrı’nın varlığını varsayarsak, hangi din Tanrının hoşuna gidebilir? Eğer aklı başında insanlarsak ya bunların hepsini korumalıyız ya da hepsini yasaklamalıyız; onları yasaklamak kesinlikle en emin yoldur, çünkü hepsinin
şaklabanlık olduğuna ahlâki olarak inanıyoruz ve var olmayan bir Tanrı’yı hiçbir din memnun edemez."
(Marquis de Sade, Yatak odasında Felsefe)
“Tanrı’ya inanmak için insanın aklını yitirmesi gerekir. Kimilerinin korkularının, kimilerinin zayıflığının meyvesi olan bu iğrenç hortlak, Eugenie, yeryüzünün sisteminde bir ise yaramaz: bu sisteme zarar verir, çünkü onun adil olması gereken istençleri doğa yasalarındaki temel adaletsizliklerle asla bir arada olamaz; onun sürekli olarak iyiliği istemesi gerekir, doğa ise kendi yasalarına hizmet eden kötülüğün karşılığı olarak iyiliği arzulamaktadır; onun sürekli hareket halinde olması gerekir, oysa bu daimi eylemi yasalarından biri kılan doğa onunla ancak daimi karşıtlık ve rekabet halinde olabilir. Ama, buna karşılık, Tanrı ile doğa aynı şeydir denebilir. Bu bir saçmalık değil midir? Yaratılmış olan şey yaratan varlığa eşit olamaz: Saat, saatçi olabilir mi? O halde, diye devam edilir söze, doğa hiçtir. Tanrı her şeydir. Bu da bir başka aptallık! Evrende zorunlu olarak iki şey vardır: yaratıcı fail ve yaratılan birey. Şimdi, yaratıcı fail kimdir? İşte çözülmesi gereken tek güçlük budur, cevaplandırılması gereken tek soru budur.”
(Marquis de Sade, Yatak Odasında Felsefe)