Bazen öyle bir cümleye rastlarız ki kitapta, o tek cümleden koca bir roman yazılabilir... Bu grup, işte o sözler için...
Dip Not: Her kitap için ya da her yazar için bir konu açıp, o kitaptan veya yazardan alıntıları ekleyebilirz. Bol konulu, bol alıntılı, boooollll paylaşımlı bir grup olması dileğimle :)
‘’ Papalık, Katolik kilisesi Orta Çağda dünyayı vatan olarak görür. Kavmiyet ve milliyet meselesini düşünmez. Çünkü dünya Papa hükümetinin kontrolündedir. Halk üzerinde hüküm sahibi olmak, kardinaller tarafından seçilen Papa’ya aittir. Dil resmen Latincedir. Hiç kimsenin kendi dini veya ilmi meseleleri konuşmaya hakkı yoktur. Neden Latince? Çünkü bu zihniyete göre; Allah’ın dili, İncil’in dilidir! Oysa İncil İbranice değil miydi? Veya İsa, İbranice konuşmuyor muydu? Yoksa o latince biliyor muydu? Bu sorular karşısında kimsenin verecek cevabı yoktu. Ama, dil Latincedir! Neden? Çünkü, Papa’nın kilisesi, Sezar yönetiminin arka yüzündeki resmi yüzüdür. İsa veya dinle hiçbir ilgisi yoktur.’’
‘’ Kendisini, kendi aydınını tanımayan birinin, toplumu tanıma imkânı yoktur ve iddia ettiği görevi gerçekleştiremez. Yani, aydın, ister İran, ister Afrika toplumundan veya Amerika toplumundan olsun nasıl bir özelliğe sahip olduğunu, tarih ve toplumun hangi şartlarında meydana geldiğini ve bu özelliklerin köklerinin nerede olduğunu iyi bilmesi gerekiyor. ‘’
‘’ Yapılan açıklamalar ışığında, bu değer ölçüsüne göre aydın; bir ferdin düşüncesine verilen sıfattır. Entelektüel ise, bir ferdin çalışmasına verilen sıfatı oluşturur. Bu esasa göre bazı aydınlar entelektüel, bazıları ise değildir. Yine bu esasa göre bazı entelektüeller aydındırlar ve bazıları aydın değildir. ‘’
‘’ Orta Çağ ilmi ve din ilmi, düşünce ve hayatın hür bir şekilde gelişmesine fırsat vermiyordu. İlmi, İncil’e yarayacak düşünce itikat ve Hıristiyanlık dininin faydalanacağı düşünce ve inanç tarzı olarak keşfedene, ceza olarak derisinin yüzülmesini öngörmeleri nedendi acaba? Çünkü, daha önceki eski ve dini ilim dedikleri ilimde, insan bedenin damarları içinde kan değil de kas olduğu söyleniyordu. Adam bu adam ise insanın damarlarında kanın dolaştığını söylüyordu… Öyle ise, dinin bilgisine muhalif bilgi üreten bu adamın derisi yüzülmeliydi. Orta Çağda din ilmi sadece İncil’in anlaşılmasına özgü bir ilimle de sınırlı değildi.
Hatta Hz. İsa’dan altı yüz sene önce, Aristo, Eflatun ve benzerleri tarafından meydana gelmiş, olgunlaşmış ve Betlamus gibi şahıslar tarafından yaygınlaşmış olan Yunan ilmi bile, o zamanın ilimleri arasındaydı. Hıristiyan bilginleri daha sonraları İsa (a.s)dan önce tekamül bulmuş, ilmi alıp, Hıristiyanlık dinine kattılar, İncil’in bölümleri; Aristo; Yunan felsefesi ve ilmi, eski tabiat ilmi, eski ilim veya din ilmi olarak meydana getirildi. Öyle ki, daha sonraları mütefekkirler, fizikçiler, kimyagerler, ressamlar, mühendisler ve benzerleri Aristo’nun aksine, muhalifine söz söyleyemez oldular. Kuşkusuz bizim ulemamızın ekseriyeti böyle bir taassuptan uzaktılar. Bilakis bizim toplumumuzda inkar edilmez bir gerçek, ulemayı, alimi kabul etmeyen cahillerin bulunuyor olmasıdır. Bu tip insanlar çoktur. Benim veya başka birinin, bir görüş açıklamış olduğu, bunu alimlerin kabul ettiği, ama cahiller tarafından kabul edilmediği gibi, bir türlü bundan vazgeçmediklerine defalarca şahit olmuşum. Ben Mekke’ye gittiğim zaman ulema ile cahillerin savaşına şahit oldum. Bütün ulema tavaf zamanında da kadınların yüzünün örtülmemesi üzerinde görüş birliği içindeydiler, ama o mukaddesçi cahillerin hiçbiri bunu kabul etmiyordu. Kabul edenler de oyun gereği öyle göründüler. Bir oyun hazırlığı içindeydiler. Oyun neydi? Bütün alimler yüzün örtünmemesinde ittifak içerisindeydiler. O kabul etmiyordu. O da kimdir? O mukaddesatçılığından dolayı kendisini din alimi zanneden cahildir.’’
‘’ Avrupa bilginlerinin, düşünce ve hayatı dinin meselelerinden ayrı tutmaya yönelmesine sebep olmaktaydı. Dini bir kenara bırakmadılar. Çünkü, din bir ihtiyaçtı. Din adına hayatın dondurulduğunu gördüler. Orta Çağda kurulan bu sistem neticesinde, Osmanlı Türkleri rahatlıkla dağılmanın eşiğine geldiler. Durumu dağınık hale gelen İslam, rahat bir şekilde Avrupa’yı dağıtacak konumdaydı, ama onlar her şeyden mahrum bırakılmışlardı. Hatta İslam ülkelerinde sağlanan gelişime ve keşiflerin Avrupa’ya girmesine bile izin verilmiyordu. Müslümanların yaptığı bir saat Alman kralına hediye olarak verilir. Saat belirli zamanlarca zil çalar ve keşişlerin, mukaddesçilerin fetvasıyla saat imha edilir. Çünkü bütün Avrupa halkını etkilemiş ve içinde cin olduğu inancı giderek büyümüştü. Halkın suçu değildi. Halkın devamlı olarak bu düşünce seviyesinde kalmasına çalışmışlardı. Bu durum ancak bir neticeydi.’’
‘’ 6. asırda İspanya’nın Barselona şehrinde (ülkenin ikinci büyük şehirlerinden) üçsüz bin Protestan’ı katlettiler. Fransa’da o kadar Protestan öldürdüler ki, birinci derecede olan ülke ikinci ve üçüncü dereceye kadar düşme gösterdi. Bu katliam Protestanların aydın olmasından dolayı gerçekleşiyordu. Buna ilave olarak bu insanlar servet sahibi, çalışkan, aktif ve hayatın şartlarını göğüsleyebilecek özelliklere sahiptiler. İnziva, cennet satma, tevessül (beşerden yardım istemek), Katoliklerin ilan ettiği gibi dünya ve hayat değersizdir, lezzet tanrının zıddıdır ve buna benzer sayısızca hurafeyi kabul etmiyorlardı. Protestanlar, Fransa’nın bütün servet, sanat, sermaye ve faaliyetlerini ellerinde bulunduruyorlardı ve Fransa’nın sağladığı gelişmeler onlara minnet borçluydu. Onlardan o kadar öldürüp katlettiler ki geriye kalan bir grubu başka ülkeye firar etmek zorunda kaldı ve bunun neticesinde bu Fransa birkaç sene sonra düşme noktasına geldi. ‘’
‘’ Aydın, Avrupa’daki 17. yüzyılda meydana geldi. Feodalizmin, Avrupa’ya hakim olduğu, Sezar’ın din adına hükümet ettiği bir ortamda bu oluş meydana geliyordu. Oluşturulan bu atmosferden dolayı, Avrupa aydını dine karşı dinden uzak bir çizgide gelişme gösterir. Din alimlerinin zorbalık, baskı ve sultasından kurtulmak ve hürriyetlerini elde etmek için bu hareket başlatılıyordu.’’
‘’ Aydınların doğu toplumunda yaptığı ilk iş, dine karşı mücadele vermek oldu. Avrupa’da dine karşı verilen mücadelenin neticesi, fikir hürriyeti, düşüncenin gelişmesi, parlak bir medeniyet, acaip ilerlemeler, hayatın bütün sahalarında hızlı ilmi gelişmeler oldu. Ama, İslam ve doğu ülkeleri toplumlarında, dine karşı verilen mücadele veya dinin tesirsiz bırakılmasına çalışma eylemlerinin en seri ve en büyük neticesi, emperyalizmin nüfuzu önündeki engeli kaldırmak, iktisadi sömürü saldırılarının yolunun açılması, masrafların hücumu ile yıkımı kolaylaştırmak; doğu toplumlarında fikri sapmanın meydana gelmesine vesile olmak ve bunlara benzer yüzlerce saldırı ve hücum. Meseleye bakın ve kıyaslayın. Doğulu ülkelerde aydınlar hareketinin meydana geldiği dönemi, öncesini ve sonrasını değerlendirin.
Bu neticeyi, aydınların Avrupa’daki önceki ve sonraki gelişmeleri özellikleriyle karşılaştırın ve her ikisini kıyaslayın. Neticenin tamamen birbirinin tersine, zıddına olduğu görülür.’’
‘’ Muhammed Abduh şöyle diyor; “Onlar dini terk ettiler, hürriyete, efendiliğe ve bütün dünyaya hükmetme noktasına ulaştılar. Biz dini terk ettik, zillet, ayrılık, bölünme, tefrika, yiKilmanın içine düştük, bize dikte edilen her şeyi almaya hazır olduk ve bize zorla verilmek istenen, önümüze atılanları almak durumunda kalmak noktasına ulaştık… “Niçin? Neden bir sebep iki yarı noktada, iki sosyal şartta, birbirine zıt ve ters iki ayrı netice doğuruyor? Çünkü sosyolojide, felsefede, ilimlerde gerçekler iki türlüdür. Bir iş, bir mesele; ya hakikattir, ya batıl. Eğer gerçekse, her yerde gerçektir ve her zaman da hakikat. Misal olarak eğer, yerçekimi gücü güneşin etrafında dönüyorsa, bu hem Avrupa’da hem İran’da doğrudur. Bin sene, yüz bin sene sonra da doğrudur. Eğer bu teori doğru değilse, heryer ve her zamanda doğru değildir. İlmi ve felsefi meselede bir olgunun hak mı yoksa batıl mı olduğuna bakmak lazım. Ama, sosyal meselelerde başka bir sebebi de değerlendirmemiz gerekiyor. O sebebi unuttuğumuzda, bütün yargılarımız iç-içe ve karşı karşıya batıldır. Sosyal meselelerde, hak ve batıldan ayrı olarak (5) idrak etmek, neden ve nerede planlandığı meselesi üzerinde düşünmek söz konusudur. Bunun göz önünde bulundurulması gerekir. Öğrencilerden biri Kisrevi konusunda bana soru sorduğunda şöyle cevap verdim: “Benim Kisrevi’nin kitapları, sözleri ve maksadıyla bir işim yok. Farz edelim her söylediği doğrudur, yüzde yüz mantıki ve ilmi gerçeklerdir. Ama unutmamanız ve unutmaman gereken, onun meseleyi söz konusu ettiği sosyal şartlar ve dönemin hakim olduğu atmosferde bu mesele başkaydı.”
‘’ Avrupalı bir aydının maddeciliğinin, bir mütefekkir filozofun maddeciliğine benzemediği gözlenmektedir. Bundan dolayı dünya, yeryüzü, gökyüzü, ve değişik felsefi mektepler üzerinde düşünmüyor. Bu düşüncenin neticesi olarak, maddeye yönelmiyor da. Bilakis doğal bir aksülamel olarak, 14, 15 ve 16. asrın toplumundaki durum onu böyle bir tepki göstermeye sevk ediyordu. Yani Avrupalı aydınların maddiyatçılığı, toplumlarındaki asrın ahirete yönelmedeki ifratına bir tepkidir. Aydınların ilimciliği (ilimperestliği), Orta Çağ ruhbanlarının ilme olan muhalefetine bir tepkidir.’’