Bazen öyle bir cümleye rastlarız ki kitapta, o tek cümleden koca bir roman yazılabilir... Bu grup, işte o sözler için...
Dip Not: Her kitap için ya da her yazar için bir konu açıp, o kitaptan veya yazardan alıntıları ekleyebilirz. Bol konulu, bol alıntılı, boooollll paylaşımlı bir grup olması dileğimle :)
<35> ''Ben Allah'tan başka kimseden korkmam,'' dedi Mevlut.
''Vay! Aldın mı cevabı.''
''Geceleri sokaklardaki köpeklerden, haydutlardan korkmaz mısın?''
''Fakir bir bozacıya kimse ilişmez,'' dedi Mevlut gülümseyerek. Bu da çok sık verdiği bir cevaptı. ''Haydutlar, gaspçılar, hırsızlarda ilişmez bozacıya. Yirmi beş yıldır bu işteyim. Bir kere soyulmadım. Herkes saygı duyar bir bozacıya.''
''Niye?''
''Çünkü boza ta eskiden, ecdadımızdan kalan bir şeydir. Bu gece İstanbul sokaklarında kırk tane bozacı bile yoktur. Çok az kişi sizin gibi boza alır. Çoğunluk, bozacının sesini işitir, eski zamanları, hayal eder de iyi hisseder kendini. Bozacıyı da ayakta tutan, mutlu eden budur.''
''Sen dindar mısın?..''
''Evet, ben Allah'tan korkarım,'' dedi Mevlut, bu sözünün onları korkutacağını bilerek.
''Atatürk'ü de seviyor musun?''
''Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri 1922 tarihinde bizim oraya, Akşehir'e gelmiştir,'' diye bir bilgi verdi Mevlut. ''Sonra Ankara'da Cumhuriyet'i kurup en sonunda bir gün İstanbul'a geliyor ve Taksim'de Park Otel'de kalıyor... Bir gün odasının penceresine çıkıyor ki, İstanbul'un neşesi, sesi, bir şeyi eksik. Soruyor yaverine. 'Gazi Hazretleri, Avrupa'da yok, siz kızarsınız diye sokak satıcılarının şehre girmesini yasakladık' diyorlar. Asıl buna çok kızıyor Atatürk. 'Sokak satıcıları sokakların bülbülleri, İstanbul'un neşesi ve hayatıdır' diyor. 'Sakın ha onları yasaklamayacaksınız.' O günden beri sokak satıcılığı İstanbul'da serbesttir.''
''Yaşasın Atatürk,'' dedi kadınlardan biri.
Masadakilerin bazıları ''Yaşasın Atatürk,'' diye tekrarladılar.
Mevlut da katıldı onlara.
<61> ( Mustafa Efendi ) Rivayete göre ''gecekondu'' kelimesini tarihte ilk kullanan, bir gecede on iki evin duvarını yükseltip içine girilecek hale koyan Erzincanlı bir duvar ustasıydı ve yaşlılıktan ölünce Duttepe mezarlığına ona dua etmeye binlerce kişi gitmişti.
<203> ( Samiha ) Elimde ekmek, Aktaşlar'ın artık beton eve benzeyen gecekondusuna ağır ağır çıkarken şöyle düşündüm: Görücü usulü evlilikte zor olan şey, kadının hiç tanımadığı biriyle evlenmesi değil, hiç tanımadığı birini sevmek zorunda olmasıdır, derler... Ama aslında bir kızın hiç tanımadığı biriyle evlenebilmesi daha kolay olmalı, çünkü tanıdıkça inanın erkekleri sevmek daha da zorlaşıyor.
<258> ( Rayiha )Kimse hatırlamak, söylemek istemiyordu, ama eskiden Tarlabaşı bir Rum-Ermeni-Yahudi ve Süryani mahallesiydi. Taksim'in arkasından Haliç'e inen ve ortasından, her mahallede başka bir ad alan ( Dolapdere, Bilecikdere, Papazköprü, Kasımpaşa Deresi ) ama üstü betonla kapatıldığı için adlarıyla birlikte unutulan bir dere akan vadinin diğer yanı olan Kurtuluş, Feriköy sırtında altmış yıl önce, 1920'lerin başında sadece Rum ve Ermeniler yaşardı. Cumhuriyet'ten sonra Beyoğlu'nun gayrimüslimlerine ilk darbe 1942 yılındaki Varlık Vergisi'yle indirilmiş, II. Dünya Savaşı'nda Alman etkisine iyice açık olan hükümet Tarlabaşı'nın Hıristiyan ahalisinin çoğuna ödeyemeyecekleri kadar yüksek vergiler salmış, ödeyemeyen Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi erkeklerini de tutuklayıp Aşkale'deki çalışma kamplarına yollamıştı. Mevlut, vergisini ödeyemediği için dükkanını Türk çırağına devredip çalışma kampına giden ya da sokaklardaki aramalara yakalanmamak için aylarca evinden çıkmaya eczacıların, mobilya ustalarının, ailesi yüzlerce yıldır buralarda yaşayan Rumların hikayelerini çok dinlemişti.
<261> ( Rayiha ) Bazan, şehre gelen herkes zenginleşir, mal mülk, ev arsa edinirken, o kadar çalışmasına rağmen kendisinin ancak geçinebildiği, pilavcılıktan aslında para kazanamadığı aklına geliyor ve o zaman Allah'ın kendisine verdiği mutlulukla yetinmenin nankörlük olacağını düşünüyordu. Bazan, ki seyrek oluyordu bu, mevsimlerin değiştiğini, kışın bittiğinin leyleklerin geçmesinden anlıyor ve yavaş yavaş yaşlandığını hissediyordu.
>331> ( Rayiha ) Bir akşam kızlar, ben, Samiha Teyzeleri yemekten sonra televizyona bakarken Ferhat girdi içeri, bizi hep birlikte görünce çok sevindi. ''Maşallah senin kızlar her ay gözle görülür hızla büyüyorlar, Fatma sen genç kız olmuşsun artık,'' dedi. Ben, ''Aman biz geç kaldık kızlar, eve dönelim,'' deyince, ''Dur Rayiha, otur işte daha,'' dedi. ''Mevlut dükkanda çok geçe kadar duruyor, belki bir iki sarhoş uğrar da boza alır diye.''
Kızlarımın yanında Mevlut ile dalga geçmesini sevmedim. ''Haklısın Ferhat,'' dedim. ''Bizim ekmek paramız başkalarının eğlencesi oldu vallaha. Hadi kızlar, biz gidelim evimize.''
<369> ( Ferhat ) Ama şu son iki yılda Mevlut onlardan yeniden korkmaya başlamıştı. Onlar da bunu fark ediyor, Mevlut'a havlıyor, onu sıkıştırıyolardı. Acaba ne yapmalıydı?
''MESELE DUA, AYET DEĞİL, NİYETTİR'' derdi Efendi Hazretleri. ''Bozacı sen son zamanlarda milletin rahatını kaçıracak bir şey yaptın mı?''
''Yapmadım,'' dedi Mevlut. Elektrik tahsil işine bulaştığını söylemedi.
''Belki yapmışsındır da farkında değilsindir,'' dedi Efendi Hazretleri.
''Köpekler bizden olmayanı sezer, anlar. Onlarda bu haslet Allah vergisidir. Bu yüzden Avrupalıları taklit etmek isteyenler köpeklerden korkar. Osmanlı'nın belkemiği Yeniçerileri katlederek Batılılar'a bizi ezdiren II.Mahmut İstanbul'un köpeklerini de katletmiş, öldüremediklerini Hayırsızada'ya sürgün etmişti. İstanbullular aralarında dilekçe imzalayıp köpeklerini sokaklara geri istediler. Mütareke yıllarında İstanbul işgal altındayken, İngilizler, Fransızlar rahat etsin diye köpekler gene katledildi. İstanbul'un güzel halkı köpeklerini gene geri istedi. Bütün bu tecrübeyle artık köpekler kim kendilerine dost, kim düşman, derinden sezerler.''
Sokaklarda yürürken dikkat edip gördüğü esrarlı şeylerin kendi kafasından çıktığına çocukluk ve ilkgençliğinde de inanırdı Mevlut. Ama o zamanlar bunları bile bile kendi hayal ederdi. Daha sonraki yıllarda, bu düşünceleri ve hayalleri başka bir gücün kafasına koyduğunu hissetmişti. Son yıllarda ise kafasındaki hayallerle gece sokakta gördüğü şeyler arasında bir fark görmüyordu Mevlut: Hepsi aynı malzemedendi sanki.
'Boo-zaa' diye seslenirken, içinden geçen duyguların evlerde oturanlara geçtiğinin hem gerçek olduğunu, hem de tatlı bir hayal olduğunu da biliyordu Mevlut. Bu alemin içinde gizlenmiş bir başka alem olduğu ve ancak kendi içine gizlenmiş ikinci kişiyi dışarı çıkarabilirse hayalindeki aleme yürüye yürüye ve düşüne düşüne ulaşacağı da doğru olabilirdi. Mevlut şimdi bu alemler arasında seçim yapmayı reddediyordu. Resmi görüş de doğruydu, şahsi görüş de; kalbin niyeti de haklıydı, dilin niyeti de... Bu da reklamlardan, afişlerden, bakkal vitrinlerine asılmış gazetelerden ve duvarlara yazılmış yazılardan çıkan kelimelerin Mevlut'a yıllardır söylediği şeylerin gerçek olabileceği anlamına geliyordu. Şehir ona kırk yıldır bu işaretleri ve kelimeleri yolluyordu. Mevlut da çocukluğunda yaptığı gibi, şehrin kendisine söylediği şeylere bir cevap verme dürtüsü duyuyordu içinde. Şimdi konuşma sırası kendisine gelmişti sanki. Mevlut şehre ne söylemek isterdi?
Bir apartmanın üçüncü kat penceresi açıldı, 'Bozacı, gel yukarı, dedi bir erkeğin sesi. Mevlut iki dakika sonra bu asansörsüz eski binanın üçüncü katında güğümüyle kapıdaydı. İçeri aldılar. Derken salondaki kalabalığın içinden mutfağa kendi yaşlarında kibar bir hanım geldi. ' Bozacı iyi ki geldin yukarı' dedi. ''Sokaktan sesini işitmek iyi geldi bana. İçime işledi. İyi ki boza satıyorsun. İyi ki 'Kim alacak?' demiyorsun.'' Mevlut kapıdaydı. Çıkıyordu ama biraz yavaşlamıştı. 'Hiç öyle dedir mi' dedi. 'İçimden geldiği için boza satıyorum ben.' 'Hiç vazgeçme bozacı. Bu kuleler, betonlar arasında kim alır deme. Sen hep geç sokaklardan.' 'Ben kıyamete kadar boza satacağım.' dedi Mevlut.
'Boo-zaa' dedi sokağa çıkınca. Haliç'e doğru, sonsuzluğa gider gibi inen bir sokaktan aşağı yürürken, gözünün önünde Süleyman'ın balkonundan gördüğü manzara canlandı. Şehre söylemek, duvarlara yazmak istediği şey şimdi aklına gelmişti işte. Bu hem resmi, hem şahsi görüşüydü; hem kalbinin hem de dilinin niyetiydi:
'Ben bu alemde en çok Rayiha'yı sevdim.' dedi Mevlut kendi kendine.
( 2008-2014)