Aydaki Kadın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dörtte üçü bitmiş son romanın, dağınık müsveddelerinden merhum Güler Güven tarafından inşa edilmiş şeklidir.
Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar'ın hayatta iken kitap olarak çıkabilmiş iki romanıdır. Tefrika olarak basılan Sahnenin Dışındakiler ile tefrikası yarım kalan Mahur Beste'yi de okuyucular yıllar sonra okudular. İlk romanı Mahur Beste de yarımdı, son romanı da yarım kalmıştı. Tanpınar yıllarca üzerinde çalıştığı "eserim" diyeceği bu romanın peşindeydi: "Roman bugünkü şekliyle hiç fena değil. Eğer pazarlık etmez, parasızlığa teslim olmazsam gelecek sene mühim bir eserim olur" demektedir günlüklerinde.
Aydaki Kadın tam anlamıyla bir Tanpınar romanıdır. Eser kahramanının nice tanıdıklarının binbir hatırasıyla mekânı doldurduğu İstanbul'un, özellikle Boğaz'ın ve denizin romanı olduğu kadar, bir türlü dile getirilemediği için, içte genişleyen, kıvranan ve zehirleyici bir güce dönüşen aşkın romanıdır. "Ben çocukluğumla evlendim. Bu evde doğmuştum. Orada ölmek için evlendim" diyen Leylâ Boğaziçi'dir. Yazar eserini ayrıca siyasî bir roman olarak tasarlamıştır. Türkiye'nin demokrasi tecrübelerinin iflası, insanların iflasıyla birleşir. Bir bakıma hem Huzur hem de Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile birleşen noktaları çoktur. Her romanına kendisini koymuş olan Tanpınar bu romanda da vardır. Aydaki Kadın'ı günlükleriyle birlikte okuyunca, Tanpınar'ın hayalleri ve günlük gerçekler arasında parçalanışı, Selim'in yaşadıklarında da takip edilebilir.
Aydaki Kadın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dörtte üçü bitmiş son romanın, dağınık müsveddelerinden merhum Güler Güven tarafından inşa edilmiş şeklidir.
Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar'ın hayatta iken kitap olarak çıkabilmiş iki romanıdır. Tefrika olarak basılan Sahnenin Dışındakiler ile tefrikası yarım kalan Mahur Beste'yi de okuyucular yıllar sonra okudular. İlk romanı Mahur Beste de yarımdı, son romanı da yarım kalmıştı. Tanpınar yıllarca üzerinde çalıştığı "eserim" diyeceği bu romanın peşindeydi: "Roman bugünkü şekliyle hiç fena değil. Eğer pazarlık etmez, parasızlığa teslim olmazsam gelecek sene mühim bir eserim olur" demektedir günlüklerinde.
Aydaki Kadın tam anlamıyla bir Tanpınar romanıdır. Eser kahramanının nice tanıdıklarının binbir hatırasıyla mekânı doldurduğu İstanbul'un, özellikle Boğaz'ın ve denizin romanı olduğu kadar, bir türlü dile getirilemediği için, içte genişleyen, kıvranan ve zehirleyici bir güce dönüşen aşkın romanıdır. "Ben çocukluğumla evlendim. Bu evde doğmuştum. Orada ölmek için evlendim" diyen Leylâ Boğaziçi'dir. Yazar eserini ayrıca siyasî bir roman olarak tasarlamıştır. Türkiye'nin demokrasi tecrübelerinin iflası, insanların iflasıyla birleşir. Bir bakıma hem Huzur hem de Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile birleşen noktaları çoktur. Her romanına kendisini koymuş olan Tanpınar bu romanda da vardır. Aydaki Kadın'ı günlükleriyle birlikte okuyunca, Tanpınar'ın hayalleri... tümünü göster
Yorumlamaya nasıl başlamalı bu kitap için ? Tanpınar'ın okuduğum ilk kitabı ve beni altüst eden bir yapıt. Şimdiden ilave edeyim her bir bireyin okuyabileceği türden bir kitap değildir kendisi. Ağırdır , içseldir ,serzenişseldir ve de sürekliliktir kitapta olanlar.
İlk olarak her romanda olduğu gibi bir konu mevcut burada da. Selim'in hayatı ile Leyla'nın hayatlarının uzaktanda olsa bir kesişme noktası ve içsel anlatıları mevcut. Selim intihar eden abisinin hatıralarını aklından hiçbir zaman atamamış ve maddi yönden çöküntüye uğramış , meclisten istifa etmiş ve hayatının kadını olarak nitelendirdiği Leyla ile yolları tamamen ayrılmış kendi yolunda giden ve sürekli düşünen , düşündükçe hırpalanan ve hırpalayan; aynı zamanda da bizide bir kasırga içerisine atan düşünceleriyle kitabın ana konusunu oluşturuyor.
Maalesef ki oluştururken kitap bitiyor. Ama kitabın bir sonu olup olmamasının hiç mi hiç önemi kalmıyor. Yani benim açımdan bir değeri yoktu. Ben sadece Tanpınar'ın aktarmak istediklerine odaklandım. Bir halet-i ruhiyetin savaşımına şahitlik ettim.
Selim ve Leyla'nın gözünden tanıklık ediyoruz her şeye. Zaten bu içsel düşünceler bizi iyice bir sarmalamaya başlıyor kendi içinde. Rahmetli Tanpınar insan psikolojisini o kadar iyi bir şekilde ele almış ki bir kitap okumadığınızın farkına varıyorsunuz. Yaşayan bir bireyin tüm çıplaklığıyla düşündüklerine de şahit oluyorsunuz. Denizde ay ışığını kovalayan bir balıktan , göğün rengarenk cilvelenmelerine kadar bütün duygulara yer veriyor. Öyle ki bende artık bir bütün oluyorum kitapla. Mutluluğu o düşüncelerle benimsettirirken üzüntüyü de aynı şekilde hissettiriyor üstad.
Yine arka planda kendi siyasi görüşlerini ve ülkenin durumunu da aktarmaktadır Tanpınar. Bunları okuması bile keyif verici oluyor bir süre sonra.
Sonra da alıntılarla yola çıkmak kalıyor bize ;
"Kıskançlık arzuya neden bu kadar yakın? İç içe odalar gibi bir adımda öbür tarafa geçiliyor. Hatta adım bile yok. Kıskançlık arzunun öbür yüzü."
Demiş kitabın bir yerinde üstad. Düşün düşün dur bakalım. Hadi hayır de buna kolaysa. Diyemezsin ki... Kıskandın mı arzu da cezvesinde kaynamaya başlar. Söndürebilene aşk olsun. Öyle bir bağ vardır ki bu ikisi arasında , bağ olmaktan çıkıp bir olurlar.
Sonrasında da bir düşünce biçimi var ki , buna da şapka çıkarmada görelim bakalım. Der ki üstad ;
"Niçin her fikir , üzerinde düşününce biraz üzerine basınca bir lahzada öbür tarafına geçiliveren çürük bir tahta perde oluyor?"
Düşünceler düşünceleri doğurur. Her bir düşünce zincirlenmişçesine diğerlerini de peşine takar ve bir bakmışsın ki ya sen onun esirisin yada o senin.
Derken ;
"Niçin bütün bir hayat derlenip toplanıp tek bir anımıza yüklenir? Hafızanın hangi zalim iflasıdır ki bütün mazi artıklarını bir lahzada canlandırır ve bize yollar ?"
düşüncesi pehdah oluveriyor. Bahsetmiştik zaten düşüncelerden, tahta perdelerden. Hepimiz de bundan muzdarip değil miyiz zaten ?
"Değişiklik dışarıda... Bütün tezatlar , aksamalar , güzel , gülünç , manalı şeyler her şey orada , suyun üstünde yüzüyor. Derinlere inince herkes birbirine benziyor."
Diyor üstad. Kendi içinde boğulma ,aç gözlerini ve etrafına bak! diyesim geliyor kendi kendime bu cümleyi okuyunca. Aynıları aynadan görmek gibi.
Bir cümle var ki her okuduğumda kokusu burnumda tütüyor ;
"Sabah güneşi fırından çıkmış sıcak bir ekmek gibi kokuyordu. Her tarafta arı ve böcek vızıltıları ve kır sessizliği vardı. Her şeye içim kendiliğinden açıktı.Ve kendimi her şey sanıyordum."
"Halbuki sanat hayatın bir parçası. Hayatın içinde onu görmeye çalışmıyoruz."
Bu iki cümle her şeye bedel aslında. Etrafımıza odaklanamama sorunumuz güzel bir dille açıklanıyor burada. Kendi iç bunaltılarımızla o kadar çok meşgul oluyoruz ki güzeli güzel olduğundan görmemeye başlıyoruz ve kötü görünen her şey göze daha bir ayrıntılı gözükmeye başlıyor. Nerede kaldı bunun güzelliği ? Gözler kapansın ve sahne açılsın diyesim geldi...
"Bütün bir nesil böyle işte. Hepsi kendi hakikatlerini içkide arıyor. Hepsi ,kendilerini bilmedikleri bir şey için harcamaktan hoşlanıyor."
diyor üstad. Ne doğru bir analiz. Etrafımız zaten bunlarla çevrili. Kendi düşüncelerine sahip çıkamayan , etrafında duydukları ile kendisine yön veren o kadar çok insan var ki. Sahipsizlik içerisinde sahip oluyorlar.
Kısacası ;
Son zamanlarda bu şekilde içine çeken bir kitaba rast gelmemiştim. Edebi nitelik taşıyan bir eserin bilinmeyen hazinesini oluşturuyor benim nezdimde.
Senin yerine düşünen bir beynin/zihnin içerisinden baş köşeye oturup dış dünyaya bakmak gibiydi. Ve sanki bir hayal dünyasının içerisindeydim. Bittiğinde bir dalgınlık yaşadım , o zihni aradım. Düşüncelerimde kitapla beraber bitmişti. Şimdiden bir özlem duymaya başladım.
Ve uyarıyorum tekrardan ta en başta olduğu gibi ; Bir algı yanılsamasına düşülmesini istemem. Herkesin harcı bir kitap değildir bu , aktarılmak istenen dolu dolu düşüncelerin eseridir kendisi.
Karton Cilt, 2.Basım, 302 sayfa
Mart2009 tarihinde, Dergah Yayınları tarafından yayınlandı