Bundan tam doksan dört yıl önce, harika bir nisan sabahı, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, bir yarımadanın üzerindeki bir tepede iki davetsiz misafir vardı. Karanın içerlerindeki bir görüntüyü seyre dalmışlardı. Bulundukları yeri, gecenin karanlığında denizden çıkarma yaparak istila etmişlerdi. Arkalarındaki su, kendileri gibi adamları karaya çıkaran küçük teknelerle doluydu. Bu adamlar buraya, dünyanın öte ucundaki memleketlerinden, Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gelmişlerdi. Bu tepenin, yani Kanlısırt'ın üstü düzdü ama tam da değil. Kenarları yavaşça alçalıp, oradaki Osmanlı topçusunun gözcülerine, hedeflerini yani, hayatlarında ilk kez bir muharebe görecek olan birkaç bin delikanlıyı görmeye yetecek kadar bir aralık bıraktıktan sonra, daha içteki öteki bayırla birleşiyordu. Bu delikanlılar, çıplak karaya çok kısa bir süre önce alelacele çıkarılmış Avustralya piyadeleriydi. Sarp bir arazide, çamurlara bata çıka kumsaldan yukarı doğru hızla tırmandıklarından dolayı yorgun, ama yine de neşeliydiler, çünkü daha savaşın ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Yere uzanmış olan askerler, subaylarının dikkatini çeken şeyin ne olduğunu göremiyorlardı. Bu, iki taburdan oluşan ve gelenleri öldürmek üzere metodik bir yayılma hazırlığı içinde olan iki bin kişilik bir Osmanlı piyade alayıydı. Artık bir kilometreden daha yakına gelmiş olan düşman, onlar ilerledikçe, tepenin doğu ayağının kımıltısız derinliklerine gömülüp görünmez oluyordu. Binbaşı John Partridge ara sıra bakıyor ve onların düzenli bir biçimde, uygun aralıklarla sıraya girmiş partiler halinde ilerlediklerini görüyordu. İşlerinin ehli adamlara benziyorlardı. Yüzbaşı John Dougall gelip hayranlıkla ve sanki alelade bir konuşma yaparcasına, bu kadar iyi yayıldıklarına göre gelen düşmanın muvazzaflar olması gerektiğine işaret etti. Binbaşı Duncan Glasfurd söze karışıp ötekilerin de aklından geçeni dile getirdi: acaba kendi adamları da muvazzaflar gibi davranabilecek miydi? Ancak sorusuna herhangi bir cevap gelmedi, çünkü o sırada artık saldırı başlamış bulunuyordu ve hepsinin de, öyle durup belirsiz bir konuda tahmin yürütmektense yapmaları gereken çok daha önemli işleri vardı. Zaten cevap, kısa süre sonra açık bir şekilde ortaya çıkacaktı...
-Peter Williams, Charles Darwin Üniversitesinde öğretim üyesi.
Bundan tam doksan dört yıl önce, harika bir nisan sabahı, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında, bir yarımadanın üzerindeki bir tepede iki davetsiz misafir vardı. Karanın içerlerindeki bir görüntüyü seyre dalmışlardı. Bulundukları yeri, gecenin karanlığında denizden çıkarma yaparak istila etmişlerdi. Arkalarındaki su, kendileri gibi adamları karaya çıkaran küçük teknelerle doluydu. Bu adamlar buraya, dünyanın öte ucundaki memleketlerinden, Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gelmişlerdi. Bu tepenin, yani Kanlısırt'ın üstü düzdü ama tam da değil. Kenarları yavaşça alçalıp, oradaki Osmanlı topçusunun gözcülerine, hedeflerini yani, hayatlarında ilk kez bir muharebe görecek olan birkaç bin delikanlıyı görmeye yetecek kadar bir aralık bıraktıktan sonra, daha içteki öteki bayırla birleşiyordu. Bu delikanlılar, çıplak karaya çok kısa bir süre önce alelacele çıkarılmış Avustralya piyadeleriydi. Sarp bir arazide, çamurlara bata çıka kumsaldan yukarı doğru hızla tırmandıklarından dolayı yorgun, ama yine de neşeliydiler, çünkü daha savaşın ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Yere uzanmış olan askerler, subaylarının dikkatini çeken şeyin ne olduğunu göremiyorlardı. Bu, iki taburdan oluşan ve gelenleri öldürmek üzere metodik bir yayılma hazırlığı içinde olan iki bin kişilik bir Osmanlı piyade alayıydı. Artık bir kilometreden daha yakına gelmiş olan düşman, onlar ilerledikçe, tepenin doğu ayağının kımıltısız derinliklerine gömülüp görünmez oluyordu. Binbaşı John Partridge ara sıra bakıyor... tümünü göster
Karton Cilt, 251 sayfa
2009 tarihinde, Kitap Yayınevi tarafından yayınlandı