Gillian Perholt, yaşı elli beşe varmış bir anlatımbilimci. Günlerini, koca kütüphanelerde kitaplara gömülmüş oturmakla, masalları çözümleyip yorumlamakla geçiriyor. Yılda iki kez de, yabancı diyarlara uçarak, burada sığırcıklar gibi, bilge kümes hayvanları gibi toplanıp birbirlerine öyküler hakkında öyküler anlatan anlatımbilimcilere katılıyor. Bu toplantılardan birinde, Türkiyeye geliyor Dr. Perholt. Eski bir dostu (hakiki hayatta, Cevat Çapan) sayesinde, tozlu bir çeşm-i bülbülün sahibesi oluyor. Otele dönünce, camı asıl parıltısına kavuşturmak için suyun altına tutuyor, ovalıyor ve... Başka ne olabilir ki? Çeşm-i bülbülden devasa bir cin çıkıyor. A. S. Byatt, Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cinde, bir bulut gibi sonsuz ve zamanın kendisi kadar yaşlı bir cini çeşm-i bülbülden çıkartarak hem onun gücünü başıboş bırakan, hem kendi gücünü keşfeden Gillianın hikayesini anlatıyor. Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cinin kendisi ise, bir tür çeşitli kültürlerden masallar elkitabı. Yazar, kahramanının ve diğer anlatımbilimcilerin ağzından naklettiği çeşitli masalların ölümsüzlüğüne alkış tutuyor. TADIMLIKBir vakitler, erkeklerle kadınlar madeni kanatlar üstünde göklerde uçar iken, ördek ayakları takıp denizlerin dibinde yürür iken, balinaların konuşmalarını, yunusların şarkılarını dinler iken, Nicaragua tepelerinde, akşamüstleri, süslü püslü Teksas çobanları ve hurilerin hayaletleri görülür iken, Norveç ve Tasmanyada yaşayan insanlar kış ortasında taze çilek, hurma, guava ya da ananas rüyası görüp ertesi sabah bu meyveleri sofralarında bulabiliyor iken, bütün bunlarla büyük ölçüde ilgisiz, dolayısıyla mutlu, bir kadın yaşar idi. Bu kadının işi öykü anlatmaktı, ama her şafak söktüğünde kapısına getirilen kefenin korkusu içinde yaşayan kurnaz bir kraliçe değildi; şahın birini uykunun kollarına taşıyan bir nakibülmelik de değildi; Fatih Sultan Mehmeti ve de Bizansın yağmalanmasını anlatan şarkılar okuyan bir âşık da değildi; kısa deri pantolonlu, deri takkeli, elindeki baltayla gölgesini ürkünçleştiren bir derviş de değildi! Osmanlının sarayında ya da pazar yerindeki kahvelerde inanılmaz masallar anlatan bir Meddah hiç değildi. Kendisi yalnızca bir anlatımbilimciydi, yani, ikinci sınıf bir yaratık. Kocaman kütüphanelerde kitaplara gömülmüş oturur, çocukluğun peri masallarını ve yetişkinlerin dünyasındaki vodka-afişlerini, altın tenli kahve tiryakilerinin bitmez tükenmez aşk öykülerini, doktorlarla hemşirelerin, düklerle yoksul kızların, atbinen kadınlarla müzisyenlerin engellenmiş çiftleşmelerini inceler, bunları çözümlemek, yorumlamakla geçirirdi günlerini. Kimi kez de uçardı. Parasız gençlik yıllarında ilim irfan peşinde koşmanın kuru, tozlu, hareketsiz bir yaşam gerektirdiğini sanıyordu, ama artık işin doğrusunu öğrenmişti. Yılda bir iki kez yabancı diyarlara uçuyordu, Çine, Meksikaya, Japonyaya, Transilvanyaya, Bogotaya, Güney Denizlerine gidiyor, burada sığırcıklar gibi, bilge kümes hayvanları gibi toplanıp birbirlerine öyküler hakkında öyküler anlatan anlatımbilimcilere katılıyordu. Öykümün başladığı tarihte Kızıl Deniz kapkaraydı, ölümcül balinaların derileri gibi parlayan sular üstünde tembelce kabaran dalgalar ateş almış, alevler ile pis kokan simsiyah bir duman yükselmişti. Uçsuz bucaksız çöller üstünde kurukafalar ve ölüm taşıyan demir misketler tohum gibi saçılmıştı. Bir kum tepeciğinden ötekine görünmez salgın hastalıklar yayılıyordu. O günlerde insanlar, bu arada anlatımbilimciler de, Doğuya uçmaya korkuyorlardı, bu yüzden toplantıları fazla kalabalık olmuyordu. Gene de, bizim anlatımbilimcimiz -ki adı Gillian Perholt idi- kendini Londra ile Ankara arasında havada buldu. Kimbilir neden çıkmıştı yola. İngiliz ve duygusuz olduğundan kendisini havada parçalanmış olarak gözünün önüne getiremediği için mi; yoksa, aslında hayal gücü kuvvetli biri olarak yeterince korktuğu halde, göklerde, bulutların üstünde, İstanbulun minareleri üstünde uçmak düşüncesine, Altın Boynuzu, Boğaziçini, Avrupa ve Asya kıyılarını karşı karşıya görmenin çekiciliğine karşı koyamadığı için mi? İstatistiklere göre, uçmak bütün öteki yolculuk biçimlerinden daha güvenlidir, dedi Gillian Perholt kendi kendisine, bu tarihlerde ise olsun olsun da biraz daha az güvenli olsun, istatistiksel olarak biraz daha az güvenli.
Gillian Perholt, yaşı elli beşe varmış bir anlatımbilimci. Günlerini, koca kütüphanelerde kitaplara gömülmüş oturmakla, masalları çözümleyip yorumlamakla geçiriyor. Yılda iki kez de, yabancı diyarlara uçarak, burada sığırcıklar gibi, bilge kümes hayvanları gibi toplanıp birbirlerine öyküler hakkında öyküler anlatan anlatımbilimcilere katılıyor. Bu toplantılardan birinde, Türkiyeye geliyor Dr. Perholt. Eski bir dostu (hakiki hayatta, Cevat Çapan) sayesinde, tozlu bir çeşm-i bülbülün sahibesi oluyor. Otele dönünce, camı asıl parıltısına kavuşturmak için suyun altına tutuyor, ovalıyor ve... Başka ne olabilir ki? Çeşm-i bülbülden devasa bir cin çıkıyor. A. S. Byatt, Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cinde, bir bulut gibi sonsuz ve zamanın kendisi kadar yaşlı bir cini çeşm-i bülbülden çıkartarak hem onun gücünü başıboş bırakan, hem kendi gücünü keşfeden Gillianın hikayesini anlatıyor. Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cinin kendisi ise, bir tür çeşitli kültürlerden masallar elkitabı. Yazar, kahramanının ve diğer anlatımbilimcilerin ağzından naklettiği çeşitli masalların ölümsüzlüğüne alkış tutuyor. TADIMLIKBir vakitler, erkeklerle kadınlar madeni kanatlar üstünde göklerde uçar iken, ördek ayakları takıp denizlerin dibinde yürür iken, balinaların konuşmalarını, yunusların şarkılarını dinler iken, Nicaragua tepelerinde, akşamüstleri, süslü püslü Teksas çobanları ve hurilerin hayaletleri görülür iken, Norveç ve Tasmanyada yaşayan insanlar kış ortasında taze çilek, hurma, guava ya da ananas rüyası ... tümünü göster