Önce Cumhuriyetin 75. yılında yayımlanan, bu yıl içinde de güncelleşip, boyutu küçülerek tekrar basılan Cumhuriyet Ansiklopedisinin ilk basımını almış okurlar için, sonraki dönem ek bir cilt olarak hazırlandı ve basıldı.Böylelikle ilk baskıyı almış olan okurlar da, güncelleşmiş haline sahip olabilecekler, hem de kendi baskılarıyla ayni kalitede. TADIMLIKCUMHURİYETE DOĞRUFEROZ AHMADTürkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan önceki dönemin siyasi tarihi Tanzimat dönemine dek çekilebilir. Ancak, anayasal düzenin ilk kurulduğu 1876 yılı bu kitabın konusu açısından daha anlamlı bir başlangıç noktası olarak görünüyor. Gerçi Mithat Paşa Anayasası kısa ömürlü olmuş, Sultan II. Abdülhamit tarafından 1878de rafa kaldırılmıştı; ama bütün bir neslin esin kaynağı olarak kaldı. Ayrıca, Cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlanan dramatik siyasi süreçte, 1881 doğumlu Mustafa Kemal Atatürkle birlikte yer almış, İsmet İnönü (1884), Rauf Orbay (1881), Kâzım Karabekir (1882), Celal Bayar (1884), Fethi Okyar (1880) gibi birçok kişi II. Abdülhamit döneminde doğmuş ve hayata atılmıştır. Söz konusu nesil, kökenleri yeryüzünde olan hiçbir güce karşı sorumluluk kabul etmeyen ve bütün yetkeyi kendinde toplamış bir sultanın kişisel yönetimi altında yetişmiştir. Ayrıca bu dönem, Osmanlı İmparatorluğunun hem Balkanlardaki ulusçuluk hareketleri, hem de, bunları destekledikleri gibi, Avrupanın hasta adamı diye adlandırdıkları imparatorluğun mirasını ölüm öncesinde paylaşmaya çalışan Avrupanın güçlü devletleri tarafından tehdit edildiği bir dönemdi. Rusya bir yandan Balkanlardaki Ortodoks halk üzerinde hegemonya kurmaya çalışırken, bir yandan da Akdenizin anahtarı olan Boğazlara göz dikmişti. Ayrıca topraklarını, Anadolunun Ermeni vilayetleri diye tanımladığı doğu kesimine doğru genişletmek niyetindeydi. İmparatorluk tacının mücevheri diye nitelediği Hindistanın güvenliği nedeniyle, Mısır ve Güney Irak üzerinde de İngilterenin gözü vardı. Fransa, Suriye ve Kuzey Afrikayı kendi etki alanı kabul ediyor, çiçeği burnunda emperyalist Almanya ise Osmanlı İmparatorluğunu, etkisini öncelikle yayması gereken bir bölge olarak görüyordu.II. Abdülhamit yetkesini sağlamlaştırabilmek için bir dizi kurumsal reform yaparken, Petersburg, Londra ve Paristen gelen baskıları dengelemek için de Berlini kullanmayı yeğlemişti. Devlet yönetiminde çalışacak bürokrat ve asker kadroları yetiştiren yeni okullar açtı. Sömürgelerinde milyonlarca Müslüman yaşayan emperyalist devletlere karşı kullandığı İslamcı siyasetine ise Alman desteği sağlamaya çalıştı. Ancak, siyasal katılımı kendi dar çevresi dışına yaymak istememesi, hükümdar yetkesine anayasa sınırı getirerek ve yönetimi daha geniş bir seçkinler tabakasına açarak devletin güçleneceğine, bu sayede de tehlikelerden korunacağına inanan muhaliflerinin canını sıkmıştı. Bu istekleri kabul etmek istemeyen sultan, muhalefeti hiçbir zaman susturamadıysa da, muhalifleri imparatorluğun çeşitli bölgelerine sürgüne gönderdi. Bunların kimileri taşra köşelerinde kaldı, kimileri de yurtdışına kaçtı.Örgütlenen muhalifler, 1889 yılında, sultanın istibdadına son verip Mithat Paşa Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak amacıyla, biri Pariste, diğeri İstanbulda ve ikisi de daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını alacak olan iki dernek kurdular. Bu derneklerin bütün dünya devrimcilerinin esin kaynağı olmuş Fransız Devriminin 100. yıldönümünde kurulmaları rastlantı değildi. Bu önemli olay Osmanlı anayasacılarını da etkilemişti ve Türkiye Cumhuriyetini kuran seçkinlerde de etkisinin sürdüğü görülür. Her ne kadar aralarındaki köktenciler imparatorluk yıkılır yıkılmaz cumhuriyet kavramını hemen benimseyebilmiş idiyseler de, halife-sultan yönetimindeki imparatorluklarını kurtarma fikrine sıkı sıkıya bağlı Osmanlıların Fransız cumhuriyetçiliğinden pek etkilendikleri söylenemez. Osmanlı vatanseverlerinin 20. yüzyıl başlarındaki temel kaygısı imparatorluklarında anayasal bir düzen kurmaktan öteye gitmiyordu.Söz konusu derneklere üye olan anayasa yandaşlarının büyük çoğunluğunun II. Abdülhamitin kurduğu okullarda okuyan öğrencilerden oluşması da kayda değer. Bu öğrenciler öğrenimleri sırasında kendilerini yetiştiren düzenin dayandığı ilkeler ile bağrında başarılı olmaları için eğitildikleri çağdaş dünya arasındaki derin uyuşmazlığı görüyorlardı. Bu yüzden muhaliflerin sayısı gittikçe arttı ve hareketleri gelişti. Sonunda da, Makedonyadaki III. Ordu mensupları arasında ve İTC önderliğinde başlayan ayaklanma II. Abdülhamiti Temmuz 1908de 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymak zorunda bıraktı.Anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi, anayasal yönetimin Osmanlı İmparatorluğuna yeniden hayat vereceği beklentisinin yarattığı iyimserlik havasıyla, çağdaş Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlattı. Artık sultanın yetkileri kısıtlanacak ve seçilmiş bir yasama organına karşı sorumlu bir bakanlar kuruluna devredilecekti. Yasama meclisi de öyle kanunlar çıkaracaktı ki, imparatorluk, sanayileşmiş ve kapitalist Batı Avrupayla Japonyanın temsil ettikleri yeni dünyada kendine bir yer bulabilecekti.Geriye dönüp bakıldığında, bütün bu beklentilerin boş birer hayal olarak kaldığı kesindir. 20. yüzyılın başlarında gayrimüslim seçkinler kendi ulusal isteklerini gerçekleştirmek konusunda kararlıydılar artık. Dolayısıyla, bu yeni Osmanlı deneyiminde pay sahibi olmaya pek niyetleri yoktu. Osmanlı İmparatorluğunun canlanıp güçlenmesi işlerine gelmezdi. Buna koşut olarak, Batı Avrupa devletleri de İstanbulda başarılı olacak anayasal bir düzenin, başta Hindistan ve Mısır olmak üzere, kendi sömürgelerine örnek olacağı korkusuyla diken üzerindeydiler. Böylece, İstanbuldaki İngiliz elçisinin yeni rejime, propagandalarını İngiliz sömürgelerine yaymaması ihtarını yaptığı sıralarda Bulgarlar bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avusturya-Macaristan Bosna-Herseki ilhak etti, Girit de Yunanistanla birleştiğini duyurdu. Bu darbeler, yeni rejim için çok ağır olduğu gibi, içerdeki düşmanlarının da cesaretini artırdı.Yeni rejimin bir zaafı da kendi içinde bölünmüş olmasıydı. İTC önderliğinde bir grup, imparatorluğu ve devleti kurtarmaya en emin yol olarak gördüğü güçlü bir merkezi yönetimden yanaydı. Bu grubun karşısında Prens Sabahattin Bey önderliğinde yer alan merkeziyetsizlik (adem-i merkeziyet) yanlısı grup ise dini ve etnik çeşitliliği çok zengin olan imparatorluğun sürebilmesi için zayıf bir merkez ve kişisel sorumluluk ilkelerinin benimsenmesi gerektiği kanısındaydı. İTC, başlangıçta örgütlü ve kitle desteği olan tek grup olduğundan, durumu denetler gibiydi. Ama kendilerini liberal olarak tanıtan merkeziyetsizlik yanlılarını da Babıâlinin yüksek bürokratları destekliyordu. Bu iki çevre Osmanlı toplumunun görece üst kesimlerinden gelenlerden oluşuyordu ve anayasal düzende devleti, alt sınıfları temsil eden İttihatçılardansa kendilerinin yönetmesi gerektiği inancındaydılar.Bu iki grup anayasanın yürürlüğe girmesinden sonraki aylarda iktidar mücadelesine girişti. Alt sınıf kökenli oldukları için özgüvenleri olmayan İttihatçılar, hükümeti Mehmet Kâmil Paşa gibi yüksek bürokratlara bırakmışlardı. Ama rejimin bekçiliği görevini üstlenmişler, Kasım-Aralık 1908de yapılan seçimleri kazandıktan sonra da o yönde bir tavır sergilemişlerdi. Bu yüzden dönem, siyasi yetke liberal bir hükümet ile İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis arasında bölündüğü için, siyasi gerginliğin yüksek olduğu bir dönem olmuştur. Yetkesini pekiştirmeye çalışan Kâmil Paşa, Meclise danışmadan bir harbiye nazırı atamış, Meclisteki İttihatçılar da gensoru açarak Kâmil Paşa hükümetini güvensizlik oyuyla düşürmüşlerdi.Kâmil Paşanın 1909 Şubatında iktidardan düşmesi siyasi yaşamdaki kutuplaşmanın daha da keskinleşmesine neden oldu ve Türk siyasi yaşamında bugün bile gönderme yapılan önemli bir olaya, Türkiye tarihçiliğinde 31 Mart Vakası diye bilinen ve 13 Nisan 1909da başlayan bir karşı devrim girişimine yol açtı. Söz konusu olay hâlâ, imparatorluğun değişen dünyada yaşayabilmesini sağlayacak modernleşme çabalarına bel bağlamış anayasal düzene karşı dini bir tepki olarak betimlenmektedir. Şeriat isteriz sloganıyla, Kıbrıslı derviş Mehmet Vahdetinin kişiliği ve İttihad-ı Muhammedi derneğinin temsil ettiği dini gericilik boyutu gelişen olaylarda gözle görülür bir biçimde mevcuttu. Ancak, bu dini simgelerin arkasında İttihatçılarla liberaller arasındaki mücadele saklıydı. İttihatçılarla aynı ideoloji düzleminde rekabet olanağı bulamayan liberaller rakiplerine karşı duygu yükü daha yoğun olan dini kullanmayı seçmişlerdi. Şeriat isteriz sloganı güçlü, ama anlamsız bir slogandı, çünkü halife-sultanın yönettiği imparatorlukta şeriat hâlâ yürürlükteydi. Ayrıca, yeni rejimin İngiliz himayesinde olmasını isteyen Kâmil Paşa ve liberalleri yeniden iktidarda görmeyi arzu eden İngiliz elçiliğinin karşı devrimi hem parasal, hem de manevi açıdan desteklediğine ilişkin kanıtlar da vardır.İstanbuldaki I. Orduya mensup askerlerin subaylarına isyan etmeleriyle başlayan karşı devrimin başarılı olmayışı, Makedonyadaki III. Ordunun askeri disiplini koruma ve Anayasaya bağlılık konularındaki duyarlığındandır. Başkentteki İTC örgütü tümüyle çökmüş, ama Makedonyadaki, özellikle de III. Ordudaki İTC üyeleri, Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusuyla birlikte İstanbula gelmişlerdi. Mustafa Kemal ve Ali Fethi gibi 1923te Cumhuriyeti kuracak kadroların çoğu Hareket Ordusunda yer almış ve dinle ilgisi olmayan çevrelerin ya da yabancıların İslamı nasıl kullanabildiğini ibretle görmüşlerdi. Hatta Cumhuriyet rejimini laikleştirme eğilimlerinin o kadar güçlü olmasını da bu korkunç deneyimden geçmiş olmalarına bağlayabiliriz.Sonraki dört yıl boyunca rejim Mahmut Şevket Paşayla Genelkurmayın gölgesinde yaşadı. İTC 31 Mart Vakasından yara alarak çıkmış ve generallerin dümen suyuna girmek zorunda kalmıştı. Siyasi konumlarını anayasayı değiştirip 1912 seçimlerine hile karıştırarak düzeltmeye çalıştılar. Söz konusu girişimlere tepki bu kez de küçük rütbeli subaylardan geldi. Halaskâr Zabitan adlı bir grup, Mehmet Sait Paşanın yönetimindeki İttihatçı ağırlıklı kabineyi istifaya zorlayarak, Ahmet Muhtar ve Kâmil paşaların liberal kabinelerini işbaşına getirdi. Balkan Savaşı (1912-1913) çıkmamış olsa İttihat ve Terakki hareketi tümüyle yok olup gidebilirdi. Balkanlardaki savaş feci bir biçimde, imparatorluğun Avrupadaki topraklarının neredeyse tümünü yitirmesiyle sonuçlanınca, Kâmil Paşa kabinesi de bütün güvenirliğini yitirdi. Kâmil Paşanın Edirneyi Bulgarlara bırakma olasılığının doğurduğu korkuları iyi kullanan İttihatçılar, Enver Bey (Paşa) önderliğinde bir darbe yaparak hükümeti silah zoruyla istifaya zorladılar. Babıâli Baskını diye bilinen bu olayın tarihi 23 Ocak 1913tür ve İttihatçılar bu tarihten sonra I. Dünya Savaşı yenilgisine dek iktidarda kalmışlardır.Osmanlı Devletinin tam bir diplomatik yalnızlığa mahkûm olduğunu gösteren Balkan Savaşı korkutucu bir deneyim olmuştu. Çatalcaya kadar gelmiş olan Bulgar ordusunun tehdidi altındaki başkentiyle birlikte imparatorluk sanki yok olmak üzereydi. Ancak bu tehdit direnme ve hayatta kalma isteğini harekete geçirdi. Fransız devrimcilerinin örneğinden yola çıkan İttihatçılar, Milli Müdafaa Cemiyetini kurdular. Dayanışmayı sağlayan harç da ulusçuluk oldu. Hayatta kalma isteği, Balkanlı müttefiklerin birbirlerine düşüp kazanımlarını paylaşmak için savaşa tutuştuklarında, İttihatçıların Edirneyi Bulgarlardan geri almalarını sağladı. Ancak savaş İttihatçıları biraz olsun uslandırmıştı. Moralleri de Büyük Devletlerin Hıristiyan cemaatlere önemli ayrıcalıklar da tanıyan reform isteklerine direnemeyecek kadar bozulmuştu. 1914 Temmuzunda Avrupada savaş patlak vermemiş olsa imparatorluk belki de Büyük Güçler arasında barışçı yollardan paylaşılırdı.Yeni rejim 1908den beri Üçlü İtilafla, özellikle de İngiltere ve Fransayla ittifak yapabilmek için çalışmış durmuştu. Ama bu devletlerin o sıralardaki ilgi odağı, topraklarına göz diktikleri Osmanlılardan çok, Avrupada Almanyaya karşı güç dengesi sağlama çabalarıydı. Avrupalı bir müttefike gereksinim 1913ten sonra iyice artınca, İttihatçılar Avrupa başkentlerinde diplomatik girişimlerde bulundular, ama başarılı olamadılar. İttihatçılara olumlu yanıt bir tek Almanlardan, o da ancak Arşidük Ferdinandın Saraybosnada suikasta uğramasıyla çıkan bunalımdan sonra geldi. Berlinde gizli ittifak antlaşması 2 Ağustos 1914te imzalandı.Avrupadaki savaş İttihatçılara, nefret edilen ve Büyük Devletlerin Osmanlı egemenliğini zayıflatmak için kullanageldikleri kapitülasyonları kaldırma fırsatı verdi. Büyük Devletler ne Osmanlı kanunlarını tanıyorlar, ne de İstanbulun, bütün Avrupa ve Amerika ülkelerinin rızası olmaksızın gümrük tarifelerini yükseltmesine izin veriyorlardı. Kapitülasyonlar sürdükçe reform yapıp modern bir devlet kurabilmek mümkün değildi. Babıâli kapitülasyonların 1 Ekimden itibaren kaldırılacağını 1914 Eylülünde büyükelçiliklere bildirdi.İttihatçılar gerçi Almanyayla gizli bir antlaşma imzalamışlardı, ama savaşa ne zaman gireceklerine kendileri karar vermek niyetindeydiler. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Hazinede para yoktu; Almanlar da vermeyi kabul ettikleri borcu İstanbul savaşa girdikten sonra göndereceklerini söylüyorlardı. Ayrıca o günlerdeki genel kanı, savaşın kısa süreceği, 1914 sonlarında, en geç 1915 baharında biteceği yolundaydı. O sıralarda İstanbulda bulunan Alman Askeri Yardım Heyeti de, İttifakın savaşı kazanması durumunda Osmanlı İmparatorluğunun da toprak kazanacağına ilişkin güvence vermişti; ne var ki, barış görüşmelerine katılabilmek için Babıâlinin savaşa da katılması gerekiyordu. Bu yaklaşım, İttihatçıların Enver Paşa önderliğindeki askeri kanadının hoşuna gitmişti. Bu grup Alman zırhlıları Goeben ve Breslauı Karadenizde Ruslara saldırmak için kullanarak ülkeyi savaşa sokmayı başardı. Ancak, müttefiklerinin savaşta Osmanlı Devletine eşit gözüyle bakmayacağı ve askeri stratejiyle diplomasi konularında kararların Berlinde alınacağı açıktı.Dünya Savaşı Osmanlılar için felaketle sona erdi; imparatorluk parçalanmıştı. Ancak bu dönemin, Balkan Savaşı sonrasına oranla morallerin düzeldiği, bir tür yeniden doğuş dönemi olduğu da unutulmamalıdır. Eylül ayında, İstanbul henüz savaşanlar safına katılmadan kapitülasyonların kaldırılmış olması şehirli halk tarafından yabancı boyunduruğundan kurtuluş olarak yorumlanmıştı. Başlangıçta, Osmanlıların hezimete doğru gittiği sanılmıştı. Doğu cephesinde neredeyse bütün bir ordunun yok olduğu feci Sarıkamış harekâtını, Fransızlarla İngilizlerin doğrudan doğruya başkenti tehdit eden Çanakkale harekâtı izlemişti. İtilaf güçleri Çanakkaleyi geçebilselerdi, İttihatçıların, tasarladıkları gibi Edirne ve Konyaya çekilerek savaşa devam etmeleri mümkün olamazdı. Ama Osmanlıların İtilaf saldırısını başarısızlığa uğratmaları yeni bir özgüven duygusu uyandırdı; Avrupanın iki büyük gücünü mağlup etmişlerdi. Bu başarı İttihatçıların Alman müttefikleri karşısında da kendilerine güvenmelerini sağladı. Savaş çabasına küçüksenmeyecek bir katkıda bulunduklarına göre, artık güç dengesi oyununda basit bir piyon olarak değil, eşit bir ortak olarak yer almaları gerekirdi. Kutülamare kuşatması sonrasında İngiliz ordusunun esir alınması ve Rusyada 1917 Martında patlak veren devrimin ortaya çıkmasında önemli rol oynadıkları inancı söz konusu özgüveni daha da artırdı.1915te Anadolunun hem doğudan, hem de batıdan kuşatılmış olması yeni bir Anadolu ulusçuluğunun doğmasına neden oldu. Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Mehmet Emin (Yurdakul) gibi entelektüeller Türk ulusçuluğundan daha önce de söz etmişlerdi, ama bunların ulusçuluğu romantik ve soyut bir ulusçuluktu ve yalnızca okumuş kesimler için anlam taşıyordu. 1915te ortaya çıkan vatanseverlik duygusu ise Anadolu toprağında kök salmış, dolayısıyla da somut ve canlıydı ve sonraları Cumhuriyet ulusçuluğuna dönüşecekti.1908den sonra İttihatçılar toplumsal ve iktisadi bir devrim de gerçekleştirmek istemişlerdi. Milli bir iktisat kurmaya girişmişler, ama ellerinin kollarının kapitülasyonlarla bağlı olduğunu görmüşlerdi. Bu engel ortadan kalktıktan sonra, modern ve kapitalist bir iktisat ve toplumun kurulmasında öncülük rolü oynayacak ulusal bir burjuvazi yaratmaya koyuldular. Yatırım konusunda çekici kolaylıklar sağladıkları taşra eşrafını böyle bir sınıfa dönüştürme konusunda başarılı da oldular. Doğal olarak bu yeni sınıf da, Anadolunun bağımsızlığına bağlı çıkarları dolayısıyla, ulusçu hareketin destekçisi oldu.Savaş sırasında İttihatçılar yeni bir toplumun temellerini atmaya başlamışlardı. Yalnızca burjuvazi yaratmakla kalmamışlar, bu atılımın bir parçası olarak şehirli kadınları da işgücüne katma seferberliği başlatmışlardı. Ayrıca okuryazarlığı yaygınlaştırabilmek için Türkçeye uyarlanmış bir Latin alfabesi üzerinde tartışma başlatmışlar ve İslamı modernleştirme yolunda kullanıp, çekingen de olsa, laikleşmeye doğru adımlar atmışlardı. Ancak, halifeliğe bağlılıkları tam bir laik düzen tasarlamalarını engelliyordu.İttihatçılar, Almanların savaş alanındaki başarıları sayesinde, İttifak açısından olumlu bir barış sağlanabileceğine hep inanmışlardı. Bu beklentiler, batı cephesinde 1918 Temmuzunda başlayan son Alman saldırısının başarısızlıkla sonuçlanmasına dek sürdü. Böylece, Mısır da dahil olmak üzere bütün Arap eyaletlerinin yeniden halife-sultanın yönetimine geçmesi ümitleri de suya düşmüş oldu. Kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti, Bulgarların peşi sıra İtilaf devletlerinden barış isteyerek, Ekim 1918de bırakışma imzaladı. Savaş bitmişti. Kasım ayında İTC kendi kendini feshetti. Eski düzen Sultan VI. Mehmet Vahdettin yönetiminde geri geleceğe benziyordu.Eski düzenin saray yönetiminde ve İngiliz himayesinde geri gelebilecek olduğunu varsaymak pek zor değildir. Ağustos 1920de imzalanan Sèvres Antlaşmas uygulanabilmiş olsaydı sonuç büyük olasılıkla öyle olurdu. Ancak, uluslararası siyasi durumun savaş ve devrim yoluyla değişmiş olması Türklerin başına konan talih kuşu oldu. Eski güç dengesi artık yoktu. Rusya devrim keşmekeşine düşmüş, devrimin kendi topraklarına sıçramasından korkan diğer devletlerin etkinliklerine karşı yaşam savaşı veriyordu. Yenilmiş ve harabeye dönmüş Almanyayla Avusturya-Macaristanın dünya siyasetinde etkin bir rol oynayacak halleri yoktu. İngiltereyle Fransa savaşı kazanmışlar, ama çok kan kaybetmişlerdi; üstelik her ikisi de, ama özellikle başı Hindistanla dertte olan İngiltere, sömürgelerinde ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı. Büyük Güçler arasına yeni katılmış olan Amerika Birleşik Devletleri ise Avrupa sorunlarına ilgi duymaktansa Doğu Asyadaki hegemonyasını tehdit etmeye başlayan Japonyayla meşguldü ve Ortadoğuda ciddi herhangi bir rol oynamak niyetinde değildi.Üçü de savaştan zayıflayarak çıkmış ve aralarında sömürge kapma yarışına koyulmuş olan İngiltere, Fransa ve İtalyayla uğraşması gereken Türkler için bu durum gayet olumluydu. Kısa süre sonra Sovyetler Birliğine dönüşecek olan devrim Rusyası da o sıralarda aynı devletlerin tehdidi altındaydı. Bu yüzden, ideolojik tercihlerinin taban tabana zıt olmasına karşın, Bolşeviklerle Türk ulusçuları doğal müttefik oluyorlardı. Ama Türk ulusçularının atılmak üzere oldukları yaşam mücadelesi gene de imkânsıza yakın bir zorluktaydı. Burada sözü Mustafa Kemale bırakıp, Samsuna çıktığı sıralardaki olumsuz durumu kendisinden dinlemek doğru olur: 1335 (1919) senesi mayısının 19uncu günü Samsuna çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye:Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu grup, Harb-ı Umumide mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalamış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harb-ı Umumiye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşanın riyasetindeki kabine, aciz, haysiyetsiz, cebin, yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyete razı.Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...İtilaf Devletleri, mütareke ahkâmına riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbulda. Adana Vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konyada İtalyan kıtaat-ı askeriyyesi, Merzifon ve Samsunda İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette. Nihayet, mebde-i kelam kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 335de İtilaf Devletlerinin muvafakatıyla Yunan ordusu İzmire ihrac ediliyor. Bundan başka, memleketin her tarafında, anasır-ı hıristiyaniyye hafi, celi, hususi emel ve maksatlarının temin-i istihsaline, Devletin bir an evvel çökmesine sarf-ı mesai ediyorlar. Durum ümitsizdi. Ulusçular kısa süre içinde iki düşmanla birden savaşır oldular: Bir yanda Yunan işgal kuvvetleri, diğer yanda padişah taraftarları. Ancak, Anadoluda yabancı işgaline karşı kararlılıkla direnebilecek bir toplumun temeli İttihatçılar tarafından atılmıştı. Nitekim köylünün yıllar süren savaş yüzünden takatsiz olmasına karşın, toprak sahibi eşraf çıkarlarını savunma konusunda istekliydi. Gerekli örgütlenmeyi de Anadolunun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk gruplarıyla oluşturdular. Ulusçular bu örgütlere, Temmuz-Eylül 1919 döneminde toplanan Erzurum ve Sivas kongreleriyle, tutarlı bir program sağladılar. Ulusçuların karşılaştıkları başka bir önemli sorun da, mücadele için gereken silahların elde edilmesiydi. Bu sorunu ortadan kaldırabilmek için Nisan 1920de Moskovadaki Bolşevik hükümete başvuruldu. Moskovayla yaz boyunca süren pazarlıklar sonunda elde edilen silah yardımının ilk bölümü eylül ayında geldi. Bu süre boyunca, Yunanlılar haziran ayında ilk büyük ileri harekâtına girişmiş, Sultan Vahdettin de 10 Ağustosta, Anadolunun parçalanmasını öngören, dolayısıyla da Misak-ı Milliyi çiğneyen Sèvres Antlaşmasına boyun eğmek zorunda kalmıştı.Bu nazik durum karşısında halk desteğini kendi yanlarına çekebilmek için ulusçular olağanüstü önlemler aldılar. Mustafa Kemal Paşa 13 Eylülde Halkçılık Programını açıkladı; bir ay sonra da resmi Türkiye Komünist Partisini kurdurdu. Mustafa Kemal Paşanın Köylü milletin efendisidir ve Türkiyenin asıl sahibi, meşru ve gerçek sahibi olan Türkiye halkıdır sözleri bu dönemde söylenmiştir. Ulusçular bu zor durumda ayakta kalabilmek için her türlü ödünü vermeye hazır gibiydiler. Giriştikleri halk seferberliği hemen meyvelerini verdi ve ulusal ordu 10 Ocak 1921de Yunanlıları Birinci İnönü Savaşında yenilgiye uğrattı.Ulusal kurtuluş hareketi yönelimleri konusunda giderek özgüven kazanıyordu. İnönüdeki zaferden on gün gibi kısa bir süre sonra Büyük Millet Meclisi, Teşkilat-ı Esasiye Kanununu kabul etti. Ulusçu rejimin geleceğini daha güvende hissetmesi, Moskovayla girişmiş olduğu pazarlıkların da olumlu sonuç vermesine yol açtı ve 16 Mart 1921de Moskovada Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması imzalandı. Bu gelişme Ankaranın diplomasi alanındaki yalnızlığına son vermiş, Fransa gibi ülkeler de Ankarayla bir biçimde uzlaşmaları gerektiğini anlamaya başlamışlardı. Bir Fransız heyeti haziran ayında Ankaraya geldi, ama Fransayla antlaşma ancak 1921 Ekiminde imzalanabildi.Bu arada Yunan ordusu iki kez daha, İkinci İnönü (1 Nisan) ve Sakarya (23 Ağustos-13 Eylül) savaşlarında yenilgiye uğratılmıştı. Ama Yunanlıların Anadolu üzerindeki isteklerine bir yıl sonra, Ağustos 1922de başlayan Büyük Taarruzla son verildi. 26 Ağustosta saldırıya geçen ulusal ordu sürekli ilerleyerek 9 Eylülde İzmiri kurtardı.Saltanat yönetimi, 1919dan 1922ye kadar süren mücadele döneminde, altı yüz yıllık tarihinin kendisine kazandırdığı bütün saygınlığı yitirmişti. Vahdettin yabancı güçlerin işgali altındaki bir şehirde yaşamak zorunda kalmış ve ulusal çabayı desteklememişti. Buna karşın, zaferi kazanan ulusçuların barış görüşmelerine gidecek ortak bir heyette temsil edilmesini isteyecek kadar da cüret göstermişti. Bu öneri Ankaraca geri çevrilmekle kalmadı, ulusçulara Osmanlı Devletinin sona erdiğini ilan etme fırsatını da verdi. Osmanlı Devletinin yerine artık egemenliğin ulusa ait olduğu yeni bir Türkiye Devleti vardı. Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922de halifelik ile saltanatı ayırıp, saltanatın kaldırıldığını duyurdu. 17 Kasımda İngilizlerin yardımıyla yurtdışına kaçan Vahdettinin yerine Abdülmecit Efendi Meclis tarafından halife seçildi. Böylece ulus egemenliği yeniden vurgulanmış, hilafetin herhangi bir yetkisi olmadığı belirtilmiş oluyordu. Ülkede artık fiili bir cumhuriyet vardı. Ancak bu gelişmenin resmileşebilmesi için bir yıl daha geçmesi gerekti.Artık yapılacak tek şey yeni, bağımsız ve egemen Türkiyenin varlığını onaylayacak bir barış antlaşmasıydı. Bu da barış konferansının 21 Kasım 1922de açıldığı Lozan şehrinde karara bağlanacaktı. Pazarlıklar zor ve karmaşık olduğundan konferans uzamış, antlaşmanın imzalanması 1923 Temmuzunu bulmuştu.Sonraki dönemin Cumhuriyet reformlarına, çoğu zaman, İttihatçıların başlattıklarının devamı gözüyle bakılır. Bu yaklaşım süreklilik yanılsaması diye adlandırılabilir, çünkü İttihatçılar reform konusunda tutucuydular. Pragmatik reformlarla amaçladıkları, imparatorluğu ve halife-sultan çevresinde yapılanmış kurumları kurtarmaktı. Cumhuriyet ise, göreceğimiz gibi, köktenciydi. Ancak, ne kadar devrimci olursa olsun, yokluktan yeni bir varlık yaratamazdı. Ne kuracaksa geçmişin toplumsal, kuramsal ve kültürel temelleri üzerine kuracaktı. Yeni bir düzen, ister feodalizmin yerine geçen kapitalizm olsun, ister kapitalizmin yerini alan sosyalizm, toplumsal kurumları bir kalemde silip yerlerine yoktan var ettiği yenilerini koyamaz. Her yeni düzen gibi Cumhuriyet de yeni toplumun kurulmasında geçmişin mirasını ham-madde olarak almak ve bunları kendi yarattığı yeni toplumsal ve kültürel gerçeklikle birleştirmek zorundaydı.
Önce Cumhuriyetin 75. yılında yayımlanan, bu yıl içinde de güncelleşip, boyutu küçülerek tekrar basılan Cumhuriyet Ansiklopedisinin ilk basımını almış okurlar için, sonraki dönem ek bir cilt olarak hazırlandı ve basıldı.Böylelikle ilk baskıyı almış olan okurlar da, güncelleşmiş haline sahip olabilecekler, hem de kendi baskılarıyla ayni kalitede. TADIMLIKCUMHURİYETE DOĞRUFEROZ AHMADTürkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan önceki dönemin siyasi tarihi Tanzimat dönemine dek çekilebilir. Ancak, anayasal düzenin ilk kurulduğu 1876 yılı bu kitabın konusu açısından daha anlamlı bir başlangıç noktası olarak görünüyor. Gerçi Mithat Paşa Anayasası kısa ömürlü olmuş, Sultan II. Abdülhamit tarafından 1878de rafa kaldırılmıştı; ama bütün bir neslin esin kaynağı olarak kaldı. Ayrıca, Cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlanan dramatik siyasi süreçte, 1881 doğumlu Mustafa Kemal Atatürkle birlikte yer almış, İsmet İnönü (1884), Rauf Orbay (1881), Kâzım Karabekir (1882), Celal Bayar (1884), Fethi Okyar (1880) gibi birçok kişi II. Abdülhamit döneminde doğmuş ve hayata atılmıştır. Söz konusu nesil, kökenleri yeryüzünde olan hiçbir güce karşı sorumluluk kabul etmeyen ve bütün yetkeyi kendinde toplamış bir sultanın kişisel yönetimi altında yetişmiştir. Ayrıca bu dönem, Osmanlı İmparatorluğunun hem Balkanlardaki ulusçuluk hareketleri, hem de, bunları destekledikleri gibi, Avrupanın hasta adamı diye adlandırdıkları imparatorluğun mirasını ölüm öncesinde paylaşmaya çalışan Avrupanın güçlü devletleri tarafı... tümünü göster