Felsefe ile sosyal bilimler arasındaki ilişkinin tarihine baktığımızda, ortaya çıkış ve gelişimlerini adet olduğu üzere 1840lı yıllardan itibaren başlattığımız sosyal bilimler, bu ortaya çıkış ve gelişimi, büyük ölçüde, filozof ve sosyal bilimci kimliklerini birlikte taşıyan ustaların, Comte, Marx, Dilthey, Max Weber gibi adların girişimine borçludurlar. Ne var ki, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren sosyal bilimlerin büyük kısmında arkalarındaki felsefi mirastan kurtulma eğiliminin, redd-i miras arzusunun kuvvetlendiğini gözlüyoruz. Bu eğilim, bu arzu, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinin başına kadar, yarım yüzyıla yakın bir süre, felsefe ile sosyal bilimlerin birbirlerinden uzaklaşmalarına, hatta aralarının açılmasına neden olmuştur. Ben, bir felsefeci olarak, bu durumdan en büyük zararı bizzat sosyal bilimlerin görmüş olduğu kanısındayım. Son yirmi, otuz yıldır felsefe ve sosyal bilimler arasındaki ilişkinin yeniden ve olumlu bir ilişki olarak kurulduğunu söylemek, herhalde bir abartma olmaz. Bunun, ülkemiz bilim ve düşünce çevreleri, hele akademyası için özellikle önem taşıdığını düşünüyorum. Demin sözünü ettiğim yarım yüzyıllık dönem, (daha öncesi tabii ki varsa da) bizde sosyal bilimlerin Batıdan alınıp öğrenildiği dönemdir de. Ve bu dönem, felsefe ile sosyal bilimlerin aralarının açık olduğu bir dönem olması ve yerleşik bir felsefe geleneğinin bulunmaması bir yana, hatta felsefenin ülkemizde henüz daha bir üniversiter disiplin haline bile yeni yeni gelmeye başlaması nedeniyle, sosyal bilimlerin (istisnalar dışında) ülkemizde büyük ölçüde felsefe ile etkileşime girmediği bir dönem olmuştur. Son yıllarda etkileşimsizliğin gitgide azaldığını, hatta bazı Batı ülkeleri için bile yeni sayılabilecek bir alan olarak sosyal bilimler felsefesinin bile öğretim programlarına girmeye başladığını görmek kadar, yeni sosyal bilim alanları olarak bir felsefe sosyolojisinden, felsefe antropolojisinden söz edenlerin, bu konuda çalışanların ortaya çıkmaya başladığını görmek de sevindiricidir. Fakat bu etkileşim konusunda alınacak daha uzun mesafeler olduğu da açıktır. Sempozyumumuz bu mesafelerin kısalmasında mütevazı bir katkı sağladığı oranda, amacına ulaşmış olacaktır.
Felsefe ile sosyal bilimler arasındaki ilişkinin tarihine baktığımızda, ortaya çıkış ve gelişimlerini adet olduğu üzere 1840lı yıllardan itibaren başlattığımız sosyal bilimler, bu ortaya çıkış ve gelişimi, büyük ölçüde, filozof ve sosyal bilimci kimliklerini birlikte taşıyan ustaların, Comte, Marx, Dilthey, Max Weber gibi adların girişimine borçludurlar. Ne var ki, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren sosyal bilimlerin büyük kısmında arkalarındaki felsefi mirastan kurtulma eğiliminin, redd-i miras arzusunun kuvvetlendiğini gözlüyoruz. Bu eğilim, bu arzu, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinin başına kadar, yarım yüzyıla yakın bir süre, felsefe ile sosyal bilimlerin birbirlerinden uzaklaşmalarına, hatta aralarının açılmasına neden olmuştur. Ben, bir felsefeci olarak, bu durumdan en büyük zararı bizzat sosyal bilimlerin görmüş olduğu kanısındayım. Son yirmi, otuz yıldır felsefe ve sosyal bilimler arasındaki ilişkinin yeniden ve olumlu bir ilişki olarak kurulduğunu söylemek, herhalde bir abartma olmaz. Bunun, ülkemiz bilim ve düşünce çevreleri, hele akademyası için özellikle önem taşıdığını düşünüyorum. Demin sözünü ettiğim yarım yüzyıllık dönem, (daha öncesi tabii ki varsa da) bizde sosyal bilimlerin Batıdan alınıp öğrenildiği dönemdir de. Ve bu dönem, felsefe ile sosyal bilimlerin aralarının açık olduğu bir dönem olması ve yerleşik bir felsefe geleneğinin bulunmaması bir yana, hatta felsefenin ülkemizde henüz daha bir üniversiter disiplin haline bile yeni yeni gelmeye başlaması ne... tümünü göster