Ferit Edgünün 1957-64 yılları arasında yazıp-yayımladığı öykülerden oluşan üç kitap; Kaçkınlar, Bozgun ve Devam. Yıllar sonra birarada...Uzun bir süre (yıllar yılı) bu kitabın yeni bir basımı konusunda duraksadım. Ne zaman elime alsam, öylesine düzeltmeler yapıyordum ki, bir süre sonra, 1950lerde değil de, 1970lerde, 1980lerde yazılmış bir metin çıkıyordu ortaya. Kuşkusuz, bir yazar sonsuza değin yazabilir aynı metni. Ama bir metnin bittiği yerle bir başkasının başladığı yeri de bilmesi gerektir. Ve Ahmatovanın dediği gibi yazılan yazılmıştır demesini bilmesi de.Bu kitapta beni duraksatan, yeni basımını sürekli erteleten, onun bir ilk kitap oluşu ve hemen hemen tüm ilk kitaplarda görülen aksaklıklar, acemilikler, fazlalıklar (özellikle fazlalıklar) değildi. Kuşkusuz, tüm bunlar fazlasıyla vardı Kaçkınlarda. Ama beni durduran bunlar değildi..Yirmi yaşımda bir kitap başarmak istemiştim ve başardığım inancıyla bu kitabı yayımlamıştım.Neydi başarmak istediğim?Kendine özgü bir dünyası ve üslûbu olan bir kitap.Yirmi yaş için ne büyük bir istek! TADIMLIKÖnsöz Kaçkınlar, ilk kitabım, 1959da yayımlandı. Üzerinde ne kadar Çan Yayınları sözcükleri yer alıyorsa da, yazarın parasıyla yayımlanmış bir kitaptı. (Zaten Çan Yayınları diye bir şey yoktu. Ama Kaçkınlardan sonra oldu ve dönemi için, özellikle deneme ağırlıklı, birçok önemli kitap yayımladı.)Kaçkınlar, ben yurtdışındayken Yeni Ufuklarda ilk öykülerimi, yazılarımı yayımlayan Vedat Günyolun himmetiyle gün ışığına çıkmıştı. İki yıl sonra onu izleyen Bozgun da öyle.Kaçkınların ikinci basımı, yirmi sekiz yıl sonra gerçekleşti. Bozgunun ise kırk yıldır ikinci basımını istemedim. Niçin? Belki o kitap en umutsuz kitabım olduğu için. Şimdi, 1957-64 yılları arasında yayımlanmış öykülerim (tabii tümü değil, ama bu kitaba girmeyenler, dergilerin, gazetelerin sayfalarında unutulup gittiler) bu kitapta bir araya gelirken, o günden bu yana pek çok da değişmediğimi düşünüyorum. Daha doğrusu, Sartreın deyişiyle, değişmeyende değiştim.Kaçkınların ikinci basımı için 1987de yazdığım Sonsöze burada, önsözde yer veriyorum. Çünkü bu ön ya da sonsöz, bu kitapta yer alan tüm öyküler için geçerli:Uzun bir süre (yıllar yılı) bu kitabın yeni bir basımı konusunda duraksadım. Ne zaman elime alsam, öylesine düzeltmeler yapıyordum ki, bir süre sonra, 1950lerde değil de, 1970lerde, 1980lerde yazılmış bir metin çıkıyordu ortaya. Kuşkusuz, bir yazar sonsuza değin yazabilir aynı metni. Ama bir metnin bittiği yerle bir başkasının başladığı yeri de bilmesi gerektir.Ve Ahmatova gibi yazılan yazılmıştır demesini bilmesi de.Bu kitapta beni duraksatan, yeni basımını sürekli erteleten, onun bir ilk kitap oluşu ve hemen hemen tüm ilk kitaplarda görülen aksaklıklar, acemilikler, fazlalıklar (özellikle fazlalıklar) değildi. Kuşkusuz, tüm bunlar fazlasıyla vardı Kaçkınlarda. Ama beni durduran bunlar değildi...Yirmi yaşımda bir kitap başarmak istemiştim ve başardığım inancıyla bu kitabı yayımlamıştım.Neydi başarmak istediğim?Kendine özgü bir dünyası ve üslubu olan bir kitap.Yirmi yaş için ne büyük bir istek!Bir ilk kitapta, yapmam gerekenin, bir yapı kurmak, bir üsluba sahip olmak için çaba göstermek değil, yapıyı ve üslubu boşlayıp, bir iç-dökmeyi, yazınsal bir başkaldırıyı (yeteneğin el verdiği ölçüde) sonuna değin gerçekleştirmek olduğunu çok sonra anladım.Üslupsuz yazar olmaz ilkesi yirmi yaşındaki bir yazar için geçerli değildir. O, her telden çalabilir. Çalabilmelidir.Bizler, 1950lerde yazmaya başlayanların önemli bir çoğunluğu, bireyselliğimizi/kişiliğimizi üslupta aradık. Üslubun yaşla, yazarlık deneyimleriyle geleceğini düşünmeden. Oysa, yaşamı keşfetmek istiyorduk. İçinde yaşadığımız toplumsal baskıların, vurdumduymazlığın ötesindeki yaşamı. Gerçek (dediğimiz) yaşamı.Yirmi yaşında hiç kimse gerçek yaşamın ne olduğunu bilemez. Kimseyi işin içine katmayayım (bizler demeyeyim), ben de bilmiyordum. Sanıyordum ki, yazdıkça yaşam önümde açılacak, gerçek yaşam ve ben (yazan-kişi), sözcüklerin büyüsüyle değil, gücüyle, gerçek yaşamı kucaklayacağım. Sözcükler, gerçek yaşamın kapılarını açacaklar. Bana ve okura.Gerçek yaşam, gerçekten de açıldı önümde: tüm güzellikleri, tüm iğrençlikleri, tüm zenginliği ve tüm karmaşası içinde.Yazarken bir yazar olmaktan çok, bir birey olmayı başarmayı amaçlıyordum. Birey olmanın başka yollarını bilmediğim (bugün de bilmiyorum) için. Yazdığın sürece ve yazdığının gerçekliği oranında gerçekleştireceksin bireyselliğini, diyordum kendi kendime. Yazmak bir kaçış değil, gerçeğe giden bir yoldu. Bir edimdi. (Çeyrek yüzyıl sonra yayımlayacağım bir kitabımın adı YAZMAK EYLEMİ olacaktı.)Kaçkınlar ve 1950lerin sonunda yayımlanan, kuşağımın birçok yazarının ilk yapıtlarındaki, boğuntunun, bunaltının, bunalımın, başkaldırının, birey olma çabasının, toplumun değerlerine karşı direnmenin, yalnız özgür düşünce ve aydınlar üzerindeki baskıyı gün geçtikçe artıran siyasal iktidar tarafından değil, sözüm ona ilerici bağnaz çevrelerce de mahkûm edildiğini gördüm, yaşadım. Bu açıdan bakıldığında, diyebilirim ki, bizler, tam anlamıyla bir yalnızlıkta yazdık. Bireyselliğe yer olmayan bir toplumda, birer aykırı olarak, birer horlanmış olarak yazdık. Kendi benzerlerimizi bulmak için yazdık. Bizim dilimizden anlayacak kişiler için yazdık. Hiçbir zaman hiçbir iktidarın yanında olmadık. Birçoklarına soyut da gelse, mutlak bir özgürlükten yanaydık.Yirmi yaşındaki bir genç elbette özgürlükte de Mutlakı arar.Bana ve kuşağımdan birçok yazara, şaire yöneltilen dünkü ve bugünkü eleştirilere baktığımda, sol-sağ, her ikisinin de aynı dili kullandığını görüyorum. 1950lerin sonlarında daha Kaçkınlar yayımlanmadan Kemal Bilbaşar tarafından demokrasiyi benimsemiş bir topluma karamsar düşünceler sunmakla suçlanıyordum. Bu yazının yayımlanmasının üzerinden üç yıl geçmeden 27 Mayıs darbesi oldu. Ve onu, her on yılda bir yenilenen darbeler izledi.Zaman, geçen zaman, birçoklarımıza pek bir şey öğretmiyor gibi.Evet, yaşamın, gerçek yaşamın peşindeydik kalemi ilk kez elimize aldığımızda. Çünkü çok genç ve deneyimsizdik. Hem yaşam konusunda, hem yazmak konusunda. Demir Özlünün, ilk kitabı Bunaltıya yazdığı sonsözde dediği gibi, gerçekten naiftik. Bir öz-eleştiri değil bu. Keşke daha fazla naif olsaydık ve naifliğimiz yazdıklarımıza daha fazla yansımış olsaydı.Kaçkınları, bugün, otuz yıl sonra yeniden yayımlarken, ona, sahip olmadığı naifliği veremem. Ancak fazlalıklarını atabilirim. Çünkü bir yelkenlide gerekli olan safraya bir öykünün gereksinmesi yoktur.Nerudanın o güzelim kitabının adındaki bir sözcüğü değiştirerek, Yazdığımı (böylece) itiraf ediyorum, diyorum.
Ferit Edgünün 1957-64 yılları arasında yazıp-yayımladığı öykülerden oluşan üç kitap; Kaçkınlar, Bozgun ve Devam. Yıllar sonra birarada...Uzun bir süre (yıllar yılı) bu kitabın yeni bir basımı konusunda duraksadım. Ne zaman elime alsam, öylesine düzeltmeler yapıyordum ki, bir süre sonra, 1950lerde değil de, 1970lerde, 1980lerde yazılmış bir metin çıkıyordu ortaya. Kuşkusuz, bir yazar sonsuza değin yazabilir aynı metni. Ama bir metnin bittiği yerle bir başkasının başladığı yeri de bilmesi gerektir. Ve Ahmatovanın dediği gibi yazılan yazılmıştır demesini bilmesi de.Bu kitapta beni duraksatan, yeni basımını sürekli erteleten, onun bir ilk kitap oluşu ve hemen hemen tüm ilk kitaplarda görülen aksaklıklar, acemilikler, fazlalıklar (özellikle fazlalıklar) değildi. Kuşkusuz, tüm bunlar fazlasıyla vardı Kaçkınlarda. Ama beni durduran bunlar değildi..Yirmi yaşımda bir kitap başarmak istemiştim ve başardığım inancıyla bu kitabı yayımlamıştım.Neydi başarmak istediğim?Kendine özgü bir dünyası ve üslûbu olan bir kitap.Yirmi yaş için ne büyük bir istek! TADIMLIKÖnsöz Kaçkınlar, ilk kitabım, 1959da yayımlandı. Üzerinde ne kadar Çan Yayınları sözcükleri yer alıyorsa da, yazarın parasıyla yayımlanmış bir kitaptı. (Zaten Çan Yayınları diye bir şey yoktu. Ama Kaçkınlardan sonra oldu ve dönemi için, özellikle deneme ağırlıklı, birçok önemli kitap yayımladı.)Kaçkınlar, ben yurtdışındayken Yeni Ufuklarda ilk öykülerimi, yazılarımı yayımlayan Vedat Günyolun himmetiyle gün ışığına çıkmıştı. İk... tümünü göster