Bu kitap, Millî Mücadeleyi yapan Anadolu insanının destanıdır. Bunlar bizim insanlarımız; yoksulluğun, acının, savaşın yıkamadığı, insanlıklarını ve Türk üslûplarını bozamadığı bizim insanlarımız. Yorumlar: KIRDAN BAYIRDANYAZAN: Doçent Dr. Mehmet KaplanBu başlık, son günlerde çıkan bir hikâye kitabının adıdır. Yazarın ismine şimdiye kadar hiç bir yerde rastladığımı hatırlamıyorum.İlk eserini veren toy bir delikanlının karşısında mıyız? Hayır; bilâkis, yaşlı bir zatla tanışıyoruz.Şevket Arı, kitabın sonunda kendisini şöyle takdim ediyor:(Ben edebiyatın ne nazmı, ne de nesri ile hiç meşgul olmadım. Bu zamana kadar, mektuplarımdan başka, yazı yazmadığım gibi, fazla birşey okumuş da değilim, işimin müsâde ettiği zamanlar oldukça, eğer bulabildiysem, sade ve temiz bir uslûbla yazılmış edebi kitap ve yazıları severek okudum. Fakat, böyle zamanlarım da, o kadar az oldu ki...Hemen her gün doğduğu vakit güneş beni ya tarlada veya kırda buluyordu; batarken de birbirimizden, yine oralarda ayrılırdık. Böyle olunca, okumaya, yazmaya nasıl elim değerdi?Yaşım adamakıllı ilerledi artık. Bütün vakitlerimi bağlamış olduğum o dağdağalı iş âleminden elimi, ayağımı çekmiş gibiyim.Şimdi sabahları, güneşle, evimin pencerelerinde karşılaşıyoruz; bazı defa beni yatakta bastırmıyor da değil.Bunu bilen bir arkadaşım, önüme yazı yolunu açtı. Sermâyem yok dedim, görüp geçirdiklerini yaz dedi. Kuru lâf yetmez bu işe dedim. Yeteer... yürü dedi ve beni arkamdan itekledi. Ben de düştüm bu çapraşık yola.)Bir çok örnekleri ile, yaşlılığın muhakkak zihni bir olgunluk ifade etmediğini bildiğimden, itiraf edeyim ki, kitaba başlarken içimde bir amatörün ilk denemesini okumaya hazırlanan bir emniyetsizlik ve küçümseme duygusu vardı. Fakat bu duygu, daha ilk sayfalarda silindi.Yaprakları çevirdikçe merak ve sevgim arttı; 201 sayfayı bırakmadan, zevkle sonuna kadar okudum.Garp edebiyatlarını yakından bilen ve sözüne inanılır bir çok ediplerimizin de söyledikleri üzere, Türk edebiyatı, son yıllarda, bilhassa hikâye sahasında büyük bir inkişafa mazhar olmuştur. Şimdiden, Avrupa dillerine çevrildikleri takdirde yüzümüzü kara çıkarmayacak örnekler vermiş bulunuyoruz.Türk hikâyeciliğinde yepyeni bir çığır açan, hayat görüşü ve üslûbu ile yeni Türk şiiri üzerinde dâhi tesiri olan, velût ve değerli bir Sait Faik, ideolojisi bir tarafa bırakılırsa, herhalde bir Panait İstratiden üstün bir Sabahaddin Ali, modern garp hikâyecileriyle boy ölçüşebilecek bir Ahmet Hamdi, bir Neşet Halil yetiştirdik.Daha arkadan gelen Samim Kocagöz, Bekir Sıtkı, Ümran Nafiz, Oktay Akbal, Orhan Kemal, Tarus, Halikarnas Balıkçısı, Zahir Sıtkı ve daha başkalarından mürekkep bir hikayeci nesil var.Oğlumuz adlı eseri ile son günlerde edebiyat semamızda yepyeni bir yıldız gibi doğan Tarık Buğra var.Sanat, şahsiyetlerin çarpıştığı bir sahadır. Burada benzemek değil benzememek esastır. Yukarda isimlerini saymış olduğum profesyonel hikayecilerin yanında ihtiyar ziraatçı Şevket Arının kitabı nasıl bir değer taşıyor?Bu değeri, Anadoluyu ve Türk köylüsünü içten tanıyan ve seven olgun bir meslek adamının hayat tecrübesi olarak ifade edebiliriz.Gerçi, Anadoluda Türk köylüsü Halit Ziyanın küçük hikâyelerinden itibaren edebî bir mevzu olmıya başlar. Meşrûtiyet devrinde Ömer Seyfettin ile Refik Halit bize halkı ve köylüyü tanıtan bir çok hikâyeler verdiler.Bilhassa Cumhuriyet devri hikâyeciliğinde Anadolu ve köy, mühim bir yer işgal eder. Fakat bütün bu mahsullerde, Anadolu, uzaktan gören ve yahut içinden geçen nihayet az bir zaman sürgün olarak kalan bir müşahidin gözü ile anlatılmıştır. Sonra bu hikâyelerde, hikayeci tavrı takınmaktan ileri gelen bir sunilik, Fransız yahut Rus edebiyatından gelme bir bakış tarzının hâkimiyeti kuvvetle hissedilir. Hele araya bir de ideoloji karışınca sanat ve hakikattan bütün bütün uzaklaşıyor.Şevket Arı, Anadoluyu uzaktan müşahede eden veya içinden geçen bir yolcu olarak değil, hayatı boyunca onun içinde kalan ve onunla kaynaşan bir insan olarak tanıyor ve tanıtıyor. Kendisine ne yabancı edebiyatların tesiri, ne ideoloji, ne de sanatkârlık endişesi hâkim. Eserini, tesadüfen evimize misafir gelmiş de başından geçenleri ve gördüklerini tatlı tatlı anlatan, tecrübeli muhterem bir hayat adamını dinler gibi okuyoruz.Bu, bizde onun söylediklerine karşı bir inanç doğuruyor. Bu inançla anlattıklarını büyük bir alâka ve dikkatle takip ediyoruz.(Kırdan ve Bayırdan toplamalar) da çok defa bir hikâye kitabı okuduğumu unuttum da, anlatılan yerler ve insanlar arasında dolaşıyorum zannına kapıldım. Kitapta, çocuklar için yazılmışa benziyen bazı hayvan tasvirleri ve hikâyeleri var. Bazı yazılarda muharrir (yârenlik) yapıyor. Fakat bunlar beni köy havasından uzaklaştırmak şöyle dursun, daha ziyade o havaya soktular. Kendimi tarlada, köy odasında, tecrübeli bir insandan kır hayatına dair eğlenceli ve faydalı şeyler dinler farz ettim. Şevket Arının, hâdiseleri karşılayış, mizaç ve üslûbundan gelen tatlı bir humörü var ki en basit görünüşlü yazılarını bile zevkle okutturuyor.Kitapta en çok tipler canlandırılıyor. İçlerinden iyileri, kötüleri, korkakları, cesurları, bönleri, kurnazları, hâinleri, fedakârları var.Burada profesyonel hikayecilerimizin dâhi kurtulamadıkları (tek tip) veya (birbirine benzeyen) kahramanlardan uzaklaşıyor, hakikî hayatın çeşitlilik ve zenginliği içinde dolaşıyoruz. Muharrir, tanıdığı insanları, dikkate değer hareketleri ve konuşmaları ile vazıh olarak canlandırmasını biliyor.Bu hikâyelerde bizi sanat ve oyundan çok, hayat ve hakikat ikna ediyor. Şevket Arının insanlarında exisantiel bir salâbet. Mühim olan diğer bir nokta da, bütün bir hayat tecrübesinin mahsulü olan bu hikâyelerde, Yakup Kadri ile Sabahaddin Alinin ve diğer Türk hikayecilerinden çoğunun eserlerinde his ettiğimiz o ezici, ve bedbin atmosferin bulunmamasıdır. (Kırdan ve Bayırdan) toplamaları okurken Anadoluyu ve köylüyü seviyor ve ona güveniyoruz.Dikkat ediniz: Cumhuriyet devri hikayecilerinde en az olan bir duygudur bu. Sığ ve abdalca bir realizm, hikayecilerimize Anadoluyu çiğ ve bedbin bir gözle seyir ettiriyor. Bilhassa Rus Ortodoksluğundan, müjik edebiyatından gelme, suni, boğucu ve ümitsizlendirici bir merhamet duygusu ve hayat görüşü var ki bizi, Anadolunun kendisine has ruh atmosferini teneffüs etmekten alakoyuyor. Ömrünü köylüler arasında geçirmiş, uyanık ve iyi bir insan olduğu yazılarından anlaşılan Şevket Arının böyle bir duyguya eserlerinde yer vermemesi dikkate değer bir hâdisedir.Profesyonel hikayecilerimizin eserine hâkim olan duygunun bizim hayat atmosferimizden doğmadığını söylemek istiyorum. Bizim hayat atmosferimiz, halk edebiyatında da açıkça görüldüğü üzere, tezellül, kendine acındırma, merhamet değil, ızdıraba sakince katlanış, yiğitlik ve mertliktir. Bizim büzülüşümüzde bile bir kabadayılık vardır. Şevket Arı, bir çok hikâyelerinde Anadolunun ruhunu, Türkün hayat üslûbunu çok güzel kavramış ve aksettirmiştir. Bu bakımdan (Kırdan ve Bayırdan toplamalar), Profesyonel hikayecilerimiz için dâhi mühim dersleri ihtiva eder.Genç veya yaşlı, ilk yazıya başlıyanların en büyük hastalığı (Süslü Üslûp) dur. Bizde edebiyat deyince (Edebiyat yapmak) anlaşılıyor.Bütün güzel sanatlarda olduğu gibi yazıda da, güzellik aranmaz, bulunur. Şevket Arı, bildiklerimi anlatayım derken, güzel bir eser vücuda getirmiş. Uslûbu bir halk masalı, bir halk şiiri kadar sade ve temiz.Anadolunun basitliği içinde derin, gösterişsizlik içinde çarpıcı ifadesi Şevket Arının yazılarını zevkli ve olgun kılıyor. Bazı sayfalar sırf üslûpları sayesinde kendilerini zevkle okutturuyorlar. Yalınız bir iki yerde muharrir, şeşi kullanmak suretiyle edebiyat yapmaya kalkmış ki orada sunileşiyor....
Bu kitap, Millî Mücadeleyi yapan Anadolu insanının destanıdır. Bunlar bizim insanlarımız; yoksulluğun, acının, savaşın yıkamadığı, insanlıklarını ve Türk üslûplarını bozamadığı bizim insanlarımız. Yorumlar: KIRDAN BAYIRDANYAZAN: Doçent Dr. Mehmet KaplanBu başlık, son günlerde çıkan bir hikâye kitabının adıdır. Yazarın ismine şimdiye kadar hiç bir yerde rastladığımı hatırlamıyorum.İlk eserini veren toy bir delikanlının karşısında mıyız? Hayır; bilâkis, yaşlı bir zatla tanışıyoruz.Şevket Arı, kitabın sonunda kendisini şöyle takdim ediyor:(Ben edebiyatın ne nazmı, ne de nesri ile hiç meşgul olmadım. Bu zamana kadar, mektuplarımdan başka, yazı yazmadığım gibi, fazla birşey okumuş da değilim, işimin müsâde ettiği zamanlar oldukça, eğer bulabildiysem, sade ve temiz bir uslûbla yazılmış edebi kitap ve yazıları severek okudum. Fakat, böyle zamanlarım da, o kadar az oldu ki...Hemen her gün doğduğu vakit güneş beni ya tarlada veya kırda buluyordu; batarken de birbirimizden, yine oralarda ayrılırdık. Böyle olunca, okumaya, yazmaya nasıl elim değerdi?Yaşım adamakıllı ilerledi artık. Bütün vakitlerimi bağlamış olduğum o dağdağalı iş âleminden elimi, ayağımı çekmiş gibiyim.Şimdi sabahları, güneşle, evimin pencerelerinde karşılaşıyoruz; bazı defa beni yatakta bastırmıyor da değil.Bunu bilen bir arkadaşım, önüme yazı yolunu açtı. Sermâyem yok dedim, görüp geçirdiklerini yaz dedi. Kuru lâf yetmez bu işe dedim. Yeteer... yürü dedi ve beni arkamdan itekledi. Ben de düştüm bu çapraşık yola.)Bir ... tümünü göster