İngiliz yazar Adèle Geras (1944), efsanevi Troya Savaşı sırasında geçen dokunaklı bir aşk öyküsünü anlatıyor. Troyanın kraliyet saraylarında hizmetkâr olan Troyalı iki kız kardeşin, tanrıları görüp onlarla konuşabilen, tuhaf, sessiz Marpessa ile güçlü Ksanthenin öyküsü bu.Tanrıça Aphroditenin uzayıp giden savaştan sıkılması, iki kardeş arasındaki güçlü bağı koparacaktır: Tanrıça ikisinin de aynı erkeğe, genç savaşçı Alastora, aşık olmalarının eğlenceli olacağını düşünmüştür. Marpessa ve Ksante için artık her şey aşktan ibarettir - ama ödünç bir zamanda yaşamaktadırlar. İki kardeşin serüveni, Hektor, Andromakhe, Helena ve Paris gibi söylence kişilerinin ve öteki tanrıların da işe karışmasıyla gerçeklik sınırlarından çıkıp efsane boyutu kazanır...İngilterede yayımlandığı 2000 yılından bu yana büyük bir ilgiyle karşılanan Troyada Aşkı Aslı Biçenin titiz çevirisiyle sunuyoruz. TADIMLIKHelenanın Sarayı Marpessa bir keresinde daha yeni yeni sıralamaya başlamış küçücük bir çocukken nehre düşmüştü. Eğilmiş suyu seyrediyordu, derken bir de baktı kıyıda değil; beyaz çakıllarla kaplı dere yatağının dibinde suyun kırışıkları arasından gökyüzünü gördü. Onu hemen sudan çıkarmışlar, kurulayıp öpmüşler ve uslu durup ablasının yanında oturmadığı için azarlamışlardı ama Marpessa bu olayı düşündüğünde o harika, serin, soluk yeşil, saydam sessizliği hatırlıyordu. O zamandan beri hep dinginlik ve huzurla kuşatmaya çalışmıştı kendini, neredeyse hiç konuşmazdı, sadece bazen Ksantheyle konuşurdu.Senin sessizliğin, Pessa, demişti Paris, bir kadeh temiz su gibi. Beni kendime getiriyor. Yüreğimin hazinesi, sevgili hanımımın ağzından laf eksik olmaz. Kimilerine bakılırsa, dedi Marpessaya eğilip gözünü kırparak, o benimle Troyaya geldiğinde Menelaos gevezeliğinden kurtulduğu için pek sevinmiş. Bu savaşı da geri göndereceğimi söylediğim karısını almamak için Menelaos çıkarmış.Marpessa güldü. Bu espiriyi binlerce kere duyduğu halde her seferinde gülerdi. Alçak bir kanepeye uzanmış olan Helena, Parisin her sözüne güldüğü gibi buna da güldü. Marpessa ikisini çifte kumrulara benzetiyordu: güzel, kıpır kıpır, sabahtan akşama tüylerini tımar eden çifte kumrulara. Çok geçmeden kıkırdamalar okşamalara dönüştü, sonra da Tanrıça Aphrodite odada belirdi. Onu şafak renkli: kenarları yaldızla çevrili çok uçuk turkuaz renkli elbisesi içinde bir tek Marpessa görebiliyordu. Her ziyaretinde yaptığı gibi Marpessaya gülümsedi ve sakın konuşma çocuğum, onları seyret, der gibilerinden parmağını dudaklarına götürdü. Tanrıça, Helenanın yanına oturup çıplak kolunu usulca okşayınca Helena gülerek Parisi yanına çekti. Sonra Paris de güldü, birbirlerini okşamaya, okşadıkça da kendini tutamayan küçük çocuklar gibi daha fazla kıkırdamaya başladılar. Derken Helenanın solukları hızlandı ve sıcakta koşmuş gibi nefes nefese kaldı, sonra birlikte yatak odasına geçtiler.Aşkın sesleri birazdan duyulur, dedi Aphrodite. Savaşın seslerine bu kadar benzemeleri tuhaf değil mi? Bütün o iniltiler, ağlamalar! Marpessa başını salladı ama konuşmadı. Tanrıça haklıydı. Bazen uzun bir mızrakla deşilmiş bir domuzun çığlığına benzeyen, tiz bir çığlık duyuluyordu.Gitmem lazım, çocuğum, dedi Aphrodite, elbisesinin sisli kıvrımları toparlayarak. Şimdi odadan çıkacaklar. Ama geri döneceğim. Merak etme.Duman gibi kıvrılarak gitti ve çok geçmeden Parisle Helena yatak odasından çıktılar.Marpessa! dedi Paris gülerek. Tanrıçanın ziyaretlerinden sonra hep keyfi yerinde olur, Marpessaya iyi davranırdı. Bize şarap getir. Aşk insanı susatıyor.Onu rahat bırak, dedi Helena. O daha çocuk. Böyle şeyleri anlayamayacak kadar küçük.Onun akranları evlenip çoluk çocuğa karışıyor. Ne derler bilirsin: ne kadar erken öğrenirsen o kadar iyi, dedi Paris ve parmağını Marpessanın kolunda gezdirdi. Marpessa ürperdi, bu dokunuş hoşuna mı gitti yoksa midesini mi bulandırdı, bilemiyordu.Bir dahaki sefere Tanrıçaya soracaktı. Sadece Ksanthe, Tanrıları gördüğünü biliyordu. Marpessa bundan başka kimseye bahsetmemişti. Zavallı Kassandra söyledikleri yüzünden deli damgası yemişti, prenses olduğu halde kimse ağzından çıkan tek kelimeye bile inanmıyordu. Ölümsüzlerin nasıl göründüğünü bildiğimi söylesem neler derlerdi bir düşün, demişti Ksantheye. Marpessa hikâyelerini dokuma tezgâhında anlatmanın daha iyi olduğuna çoktan karar vermişti. Tezgâhta, mekik bir sağa bir sola giderken elinin altında figürler şekilleniyordu. Senelerdir kumaş dokurdu. Küçük bir çocukken Ksantheyle birlikte dağdan şehre getirilmişti. Bir av partisi sırasında kızlar yapayalnız bulunmuştu. Kimse anababalarına ne olduğunu bilmiyordu; Hekabe onlara acımıştı. İlk başta kızların ikisi de Hektorun hizmetkârı olan Kharitomenenin yanında kalıyordu ama Marpessa biraz büyüdükten sonra dokumayı öğrenmek için Helenanın yanına gönderilmiş ve büyüyünce onun yardımcısı olmuştu. Gördüğü ilk dokuma resmi hâlâ hatırlıyordu.Zaman yaralı bir geyik gibi kendini sürüklüyor, demişti Helena ilk yanına gittiği gün, çocukla her şeyi anlayabilecekmiş gibi konuşuyordu. Ben de hikâye anlatan resimler dokuyorum. Mesela bu savaş. Nasıl başladı biliyor musun? Ben kendimi içinde bulmadan çok önce, gerçekten nasıl başladı? Bak. Burada ne görüyorsun?Marpessa başını salladı ama cevap vermedi; Helenanın ayakları dibindeki sepetten mavi bir yumak alıp ona uzattı ve gökyüzünü gösterdi.Ne kadar akıllısın! diye bağırdı Helena ellerini çırparak ve Marpessanın başını öptü. Tabii, gökyüzü tam da bu renk.Gözlerinde biriken yaşları eşarbının kenarıyla sildi. Ağladığım için kusura bakma, canım. Bana Troyaya gelirken ardımda bıraktığım kızımı hatırlatıyorsun. Şehrin en iyi dokumacısı sen olacaksın, şimdiden belli.Helenanın kehaneti tutmuştu. Marpessa üzerinde çalıştığı duvar halısına döndü; kırmızı bir iplik seçti ve neredeyse on yıl önce tahta çerçeveye gerilmiş olan resmi hatırladı.Parisin HükmüArkaplan: toprak kızıl-kahve; asma ve ağaç yaprakları koyu yeşil; gökyüzü mavi; yıldızlar simParisin tuniği: koyu maviHeranın elbisesi: morAthenanın elbisesi: beyazAphroditenin elbisesi: kırmızıElma: yarısı uçuk pembe, yarısı uçuk yeşilPeleus ve Thetisin düğününde misafirler tıka basa doymuşlardır; gece kararıp yıldızlar belirmeye başladığında müzik ve dans başlar, her kadehte şarap ışıldamaktadır. Bütün Tanrılar ve Tanrıçalar kutlamaya gelmişlerdir, bir tek Nifak Tanrısı Eris hariç, zira kimse düğünde kavga istemez. Gelinle damadın önüne harika hediyeler serilmiştir, derken birdenbire altın bir elma gökyüzünden süzülerek gelip yere konar. Bir kızgınlık nöbeti sonucunda bu elmayı Eris aşağı atmıştır ve üzerinde En güzele yazmaktadır. Büyük Zeusun karısı Hera; kızı, omzunda baykuşuyla dolaşan Bilgelik Tanrıçası, Pallas Athena; Aşk ve Güzellik Tanrıçası Aphrodite bu elmanın kendilerine ait olduğunu söylemiştir.Gürültüyü kesin hanımlar, der Zeus, zira asla anlaşamayacaksınız. Ama İda Dağında, isabetli hükümleriyle tanınan genç bir adam var. Hermes Tanrıçaları onun yanına götürür, elmayı kimin alacağını Parise sorarız.Zeusun ulağıyla birlikte Tanrıçaları karşısında bulan Paris çok şaşırmıştır.Tanrıların babası sana selam eder, der Hermes. Bu elmayı, sana en güzel gelen Tanrıçaya vereceksin.Bu imkânsız, der Paris. Bu üç güzel arasından birini nasıl seçerim?Tanrıçaların hepsini teker teker süzer, onlar da önce birbirlerine sonra Parise gülümserler. İlk önce Hera konuşur:Delikanlı bu seçimi yapmak zannettiğinden çok daha kolay. Elmayı bana verirsen karşılığında sana benden başkasının veremeyeceği bir güce sahip olursun.Onu dinleme, der Athena. Onun sesine kulaklarını tıka ve beni dinle. Bilgelik Tanrıçasını seçersen sana bütün düşmanların karşısında zafer kazandırırım. Girdiğin her savaşı kazanırsın.Aphrodite, Parisin yanına gidip teninin kokusunu duyabilsin diye kollarını boynuna dolar. Kulağına fısıldar.Benim, diye mırıldanır. Elbette elma benim çünkü senin ne istediğini biliyorum. O meyveyi bana verirsen dünyanın en güzel kadını gelinin olur. Paylaşacağınız zevkleri düşün. Vücudunun üzerinde dolaşan beyaz ellerini düşün.Paris tereddüt etmez. Elmayı alıp Aphroditeye verir. Herayla Athena arkalarına bile bakmadan dağdan ayrılırken gökyüzünü mavi bir yıldırım ikiye böler.Belki de bu kadar acele etmemeliydim, der Paris, Aphroditeye.Artık çok geç, der Aphrodite gülümseyerek. Senin kaderin de şehrinin kaderi de mühürlendi.Peki buna değecek mi?Değecek, der Aphrodite. Bir hikâyeye adım attın, bitene kadar da içinde kalacaksın. Gel yanıma otur da sana Beyaz Elli Helenayı anlatayım, Menelaosun karısını. . .
İngiliz yazar Adèle Geras (1944), efsanevi Troya Savaşı sırasında geçen dokunaklı bir aşk öyküsünü anlatıyor. Troyanın kraliyet saraylarında hizmetkâr olan Troyalı iki kız kardeşin, tanrıları görüp onlarla konuşabilen, tuhaf, sessiz Marpessa ile güçlü Ksanthenin öyküsü bu.Tanrıça Aphroditenin uzayıp giden savaştan sıkılması, iki kardeş arasındaki güçlü bağı koparacaktır: Tanrıça ikisinin de aynı erkeğe, genç savaşçı Alastora, aşık olmalarının eğlenceli olacağını düşünmüştür. Marpessa ve Ksante için artık her şey aşktan ibarettir - ama ödünç bir zamanda yaşamaktadırlar. İki kardeşin serüveni, Hektor, Andromakhe, Helena ve Paris gibi söylence kişilerinin ve öteki tanrıların da işe karışmasıyla gerçeklik sınırlarından çıkıp efsane boyutu kazanır...İngilterede yayımlandığı 2000 yılından bu yana büyük bir ilgiyle karşılanan Troyada Aşkı Aslı Biçenin titiz çevirisiyle sunuyoruz. TADIMLIKHelenanın Sarayı Marpessa bir keresinde daha yeni yeni sıralamaya başlamış küçücük bir çocukken nehre düşmüştü. Eğilmiş suyu seyrediyordu, derken bir de baktı kıyıda değil; beyaz çakıllarla kaplı dere yatağının dibinde suyun kırışıkları arasından gökyüzünü gördü. Onu hemen sudan çıkarmışlar, kurulayıp öpmüşler ve uslu durup ablasının yanında oturmadığı için azarlamışlardı ama Marpessa bu olayı düşündüğünde o harika, serin, soluk yeşil, saydam sessizliği hatırlıyordu. O zamandan beri hep dinginlik ve huzurla kuşatmaya çalışmıştı kendini, neredeyse hiç konuşmazdı, sadece bazen Ksantheyle konuşurdu... tümünü göster