Joel Martin HALPERN*Bozidar Jezernik çok etkileyici bir eser meydana getirmiş. Odak noktası on beşinci yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına değin Batı Avrupalı seyyahların eserleri olmakla birlikte, Türk ve Rus yazarlarla eski Yugoslavyadan bazı yazarların eserlerini de alıntılıyor. Yazarın da maharetle gösterdiği üzere, literatür çok geniş ve sorunludur. Yirmi birinci yüzyılın başları itibariyle oryantalizme dair mevcut literatür, bu eserlerin analizi için bir bakış açısı mutlaka sunacaktır. Ama yazar daha usta bir yaklaşım öneriyor ve okuyucunun geçmişteki görüşlerle, post-modernizmin genelde bunaltıcı özel diline muhatap olmadan karşılaşabilmesi için analitik hünerlerini ustaca kullanıyor.Jezernikin yaklaşımı, Batılıların ?korkunç Türk imajını ve Hristiyan tebaanın zulme uğradığı görüşünü tartışırken iyice belirginleşiyor. Bu görüş on dokuzuncu yüzyıl bağlamıyla, yani Osmanlı İmparatorluğunun -Birinci Dünya Savaşı akabinde dünya sahnesinden hepten silinmeden önce- yaşadığı düşüş dönemiyle doğrudan bağlantılıdır. Oysa on altıncı yüzyıla ait eserler çok farklı bir resim çizmektedir. Yazarın da değindiği üzere, ?On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu sınırsız bir güce sahip olarak algılanmaktaydı. Osmanlı ordusu ise ?Avrupaya dehşet salan bir ordu idi.? (10. bölüm) Yine bu dönemde Türklerin insani ve barışçıl alanlardaki girişimleri de takdir edilmekteydi. Hersekte Mostar şehrindeki meşhur Eski Köprü gibi güzel ve sağlam köprüler inşa eden Osmanlı mimarlarının becerisi bu bağlamda verilen önemli örneklerdendi. Dönemin Fransız seyyahlarından biri bu köprüyü Venedikteki Rialtodan daha geniş ve çok daha sağlam olarak tarif etmişti. (10. Bölüm) Jezernik ayrıca Osmanlı yönetiminin, daha sonra İngilizlerin imparatorluklarını yönetme şekillerini de etkilemiş olan karakteristik yönlerini de vurguluyor. Buna göre; vergiler ödendiği, siyasi ve askeri otoriteye tabi olunduğu müddetçe gayrimüslim halklar kendi dini yapılarını ve inanç sistemlerini devam ettirebilmişlerdir.Bu çalışmada esas ilgi alanımız olan Balkan topraklarının Müslümanlarca meskun bölümünün büyük kısmı yirmi birinci yüzyılın başlarında, BM destekli NATO ordularınca işgal edildi. Bu durum Bosnada on, Kosovada ise beş yıla yakın bir süredir devam etmektedir. Geriye ne Türkün korkunçluğu, ne Balkanların vahşiliği ne de İslamın egzotikliği kaldı ama kültür çatışması konuları hâlâ güncelliğini koruyor. Modern dünya geleneksel sınırları ortadan kaldıradursun, Jezernikin geçmiş zaman gözlemcilerinin bakışlarını topladığı bu seçkiyi okumak, günümüzü anlamaya önemli katkılar sağlayacaktır.Jezernikin eseri tarihsel süreci ve bir değişimi vurguluyor. Bu nedenle, değişmeyen sembolik bir yapıt olarak Mostar Köprüsü örneğine dönersek; on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Türk gücü fark edilir derecede azaldığında, seyyahlar artık köprüyü Türklere atfetmiyorlar, bilakis onun kökenini klasik döneme dayandırıyorlardı. Alıntılanan kaynaklarda bu hususa sık sık rastlanmaktadır. Seyyahların kendi dönemlerinin hakim siyasi bakış açılarını yansıtmaları beklenir. Ancak bu yansıtılan bakış, karmaşık bir bakıştır ve sadece siyasi güçteki kaymaları değil, kabul edilen toplumsal statü modellerini ve hatta gözlemcinin cinsiyetini de yansıtır. Avusturyalı asil bir bayanın Mostar Köprüsüne dair on dokuzuncu yüzyıl gözlemi manidardır. Kitabında, köprünün Roma dönemine atfedilmesini yanlış bulduğunu dile getirir. Ancak kitabın yayın işlerini yürüten kocası, kitap için yazdığı notlarına köprünün apaçık klasik dönem eseri olduğunu ve Trajan veya Hadrian tarafından inşa edildiğini ekler.Peki algıları değiştiren şey neydi? Jezernik karşılaştırmamız için bize farklı eserler sunuyor. Daha ziyade Knossostaki Minoal sarayında yaptığı kazılarla tanınan on dokuzuncu yüzyılın seçkin İngiliz bilginlerinden Sir Arthur Evans çok atıf yapılan Through Bosnia and Herzegovina during the insurrection in 1875 by foot (10. bölümde bahsediliyor) adlı kitabında kendisinden bir nesil önceki meşhur İngiliz arkeolog -?İngilterede Mısıroloji çalışmalarının kurucusu olarak da tanınan- John Gardner Wilkinson ile köprünün kökenleri konusunda uzlaştıklarını belirtiyor. Wilkinson aynı zamanda bir Balkan seyyahıydı ve 1848 yılında Dalmatia and Montenegro: with a Journey to Mostar in Herzegovina adlı kitabı yazmıştı. Evans ?köprünün ihtişamının... onun Roma kökenini tasdik ettiğini söyler. Okuyucu bu görüşün doğruluğundan hiç şüphe etmeden, Sir Johnun da aynı fikirde olduğunu öğrenir. İngiliz imparatorluğunun en parlak günlerinin -Viktorya dönemi- bu seyyahları, meşhur Akdeniz medeniyetlerine dair eserleriyle o derece meşguldüler ki kendileri için ?çevre (periferi) konumunda olan Balkan topraklarındaki Osmanlı yöneticilerinin başarılarını dikkate değer bulmuyorlardı. Eşsiz ve değerli bir şey nasıl olur da hem kâfir Türklerin eliyle olur hem de kendi kaderine terk edilen Balkanlarda yer alabilirdi.Ancak başka görüşler de mevcuttu. 1877de basılmış bir kitapta Alman Büyükelçi Dr. Otto Blau köprünün hiçbir özelliğinin Roma mimarisiyle ilgisi olmadığını iddia etmekteydi. Dr. Blaunun kitabı Viktorya İngilteresinde büyük ihtimalle fazla bilinmiyordu. Aslında, Alberto Fortisin İtalyanca orijinalinden sadece dört yıl sonra 1778de Travels into Dalmatia başlığıyla İngilizce basılan eseri gibi bazı seyahatnameler çok hızlı tercüme ediliyordu. Fakat bu durum Wilkinsonun kitabını 70 yıl önceleyen istisnai bir haldi. Bir İngiliz yayıncının, Dr. Otto Blaunun Reisen in Bosnien und der Hertzegowina adlı eserini eğitimli İngiliz okuyucusu için hızla tercüme ettirip yayınlayacağını hayal etmek bile zordu. Zira İngilizler Wilkinson ve Evans gibi kendi bilginlerinin eserleri sayesinde bölge hakkında yeterince bilgi sahibiydiler. Buna ek olarak, İngilterenin söz konusu dönemde bu bölgede önemli bir stratejik veya emperyal çıkarı da bulunmuyordu.Jezernikin çalışmasında akışı belirleyen bir diğer özellik birçok dildeki kaynaklardan yararlanmış olmakla birlikte kitabın İngilizce basılmış olmasıdır. Orijinal basımı Almanca olsa ve Almanca konuşan bir kitleye hitap etseydi, belki de Dr. Blauya ve onun Bosnadaki görevi sırasında yürüttüğü akademik ve idari çalışmalarına çok daha fazla odaklanacaktık. Zira Blau her şeyden önce Bosnada yaşamıştı, ama Wilkinson ve Evans Bosnadan sadece geçmişlerdi. Eğer bu eser Fransızca basılmış olsaydı, Charles Pertusiernin 1822 yılında Pariste basılan La Bosnie considérée dans ses rapports avec lempire Ottoman adlı kitabıyla başlayacaktı. Pertusier, Mostar Köprüsünü Romalılara atfeden ilk yazardır. Bu eserler arasındaki kısa yolculuğumuz; tarihsel dönemin, yazarın milliyeti ve geçmişinin algıyı nasıl etkilediğini göstermektedir. Bireysel ve birbirinden bağımsız bu gözlemlerin bu derece çeşitlenmesi Jezernikin yaklaşımını ilginç kılan ve araştırmasında kullandığı çok sayıdaki kaynağın bir mana ifade etmesini sağlayan noktadır. Bu yüzden elinizdeki kitap çok sayıdaki seyahatnamenin basit bir toplamı değil, Balkanları ziyaret eden çoğu Batı Avrupalı seyyahın, coğrafi olarak yakın fakat kavramsal açıdan uzak olan Balkanlarda ötekiliğe dair değişen imajları nasıl inşa ettiklerinin bir analizidir.Bu coğrafi yakınlığa rağmen kavramsal uzaklık, Avrupadaki Türkiye imajıyla yakından ilgilidir. Balkanların güneydoğusundaki bu bölge, Birinci Dünya Savaşından önce Osmanlı Avrupası* olarak biliniyordu. Bu konu benzer bir şekilde Avrupadaki İslamın; özellikle Müslümanların, Orta ve Batı Avrupalılar için önemiyle de ilgilidir. Çünkü Türkiye Müslüman -yani Hristiyan olmayan- medeniyetin eş anlamlısı olarak algılanmaktadır. Batı Avrupada Katolikler ile Protestanlar arasında çok kanlı savaşlar yapılmış olsa da ve Doğu Akdenizdeki kimi Ortodoks halklar daha hoşgörülü Osmanlı hakimiyetini Katolik Venediklilere tercih etmiş olsalar da, Avrupadaki yabancı ? yani Hristiyan olmayan ? Türk-Müslüman varlığı, garip ve vahşi bölge Balkanların hep taşıyageldiği ?öteki imajına katkıda bulunuyordu.Bu bakımdan Osmanlı ordusunun Lehler ve Avusturyalılar tarafından Viyana kapılarında mağlup edildiği 1683 Eylülü, tıpkı kafirlerin yani Müslüman Mağribilerin nispeten hoşgörü gösterilen Yahudilerle birlikte İspanyadan tamamen sürüldükleri 1492 tarihi gibi önemli bir dönemeçtir. İslam ülkeleriyle Batı arasında çatışır vaziyetteki günümüz ilişkilerinin karmaşıklığı, yirmi birinci yüzyılın başında odak noktasında dış meseleler kadar Müslüman göçünün de yer aldığı ?ki bu ikisi birbiriyle ilişkilidir- önemli bir mesele haline gelmiştir. Bu yüzden Jezernik genelde üstü kapalı ama bazen de alenen korku ve tehdit hisleriyle örülü çok sayıdaki gözlemi alıntılamıştır. Bu hisler geçmiş yüzyıllardaki metinlerden alınmış olsalar bile bugün hâlâ bizimle yaşamaktadır, hem de daha yaygın bir halde. Bu bağlamda Almanyada yıllardır çalışan Türk göçmenlere vatandaşlığın hâlâ verilmemesini zikredebiliriz. Osmanlı yönetimiyle karşılaştırıldığında gözlenen tezat daha çarpıcı olamazdı. Osmanlılar topraklarındaki tebaa halklara bir seçim hakkı tanımıştı. Kendi cemaatlerinde kalıp, vergilerini ödeyebilir ya da Müslüman yönetici kesimin bir parçası olma fırsatını değerlendirebilirlerdi.Ötekilik tasavvuru dahil olmak üzere Batı/Balkan ayrımı -varsayılan farklılıkların bazıları değişmiş bile olsa- devam etmektedir. Mesela kara sınırlarının öneminin artık genellikle uçakla seyahat etmemizden dolayı değişime uğradığını söyleyebiliriz. Fakat Jezernik bu ayrımları değerlendirebilmek için temel bir çizgi ortaya koyuyor. On dokuzuncu yüzyıl ve daha erken dönemlerdeki seyyahların belirli bir kültür sınırından geçerken neler hissettiklerini tasvir ediyor. Tunayı Avusturya kontrolündeki Zeminden geçip Belgrada ve oradan da camileri ve Doğu mimarisiyle Sırbistana -on dokuzuncu yüzyıl ortalarında bağımsız bir devlet olduktan sonra bile- girmek Doğulu karakteriyle tuhaf Balkanlara girmek anlamına geliyordu.Günümüzde ilginç ve hatta ironik bir şekilde işler değişti. Şimdilerde bir gezgin Berlin, Paris ve Londrada camilerle karşılaşabilir ve hatta büyük Müslüman cemaatler görebilir. Bir yüzyıl önce Belgrad, Sofya, Bükreş ve yeni bağımsız devletlerdeki diğer birçok küçük şehir Türk hakimiyetinden kurtulunca, ?Avrupalı olma isteklerinin bir parçası olan modernleşme sürecine girdiler. Bu yeni devletlerin dönüşüm süreçlerindeki kilit unsur Doğulu mimari miraslarından kurtulma istekleriydi. Bu süreç yirminci yüzyılın başlarında da devam etti ve ancak İkinci Dünya Savaşından sonra son buldu.Gelecekte büyük Batı Avrupa ülkelerinde sosyal hizmetler için gereken vergi gelirlerini sağlamak amacıyla işçi ithal etmeyi gerekli kılacak tersine bir süreç yaşanabilir mi? Batı Avrupada camiler inşa edilmesi ve İslami kökenli siyasi grupların ortaya çıkması tabii ki Avrupada yeni bir Türkiye oluşması veya geçmişteki Balkan modelinin Batıya doğru yayılması anlamına gelmez. Ama eski kolonilerden insanların günümüz metropollerinde varlığı ve göçmen işçilerin Batı Avrupanın diğer bölgelerinde, özellikle de Almanyada uzun süreli ikameti Doğudan Batıya doğru bir hareketliliği yansıtıyor. Bu hareketlilik geçmişte birbirinden tamamen ayrı duran farklı inanç sistemlerinin ve kültürel değerlerin yüzleşmesini sağlıyor. Tuna artık sembolik kavşak noktası değildir ve Balkan halkları da ?Avrupaya katılmayı tartışmaktadır.Şu halde Jezernikin, ilk bölümün başında yer verdiği, Balkan Yarımadası ile Avrupanın geri kalan kısmı arasında ?kesin bir sınır olmadığı iddiası tarihi bir önem kazanıyor. Milli havayollarını Balkan olarak adlandıran Bulgaristan için Balkan Dağları coğrafi bir işaret ve milli bir sembol olsa bile buradaki mesele coğrafi bir mesele değildir. Esas mesele zihniyet yapısıdır. Robert Walsh 1836da basılan eserinde, bölgeden, ?ilkel çatışmalar ve onları çözmek için kullanılan antik yöntemler bölgesi şeklinde bahsederek bu zihniyeti ortaya koyar. (1. Bölüm)Coğrafi yakınlığa bir uzaklık hissi eşlik eder. Balkanlar bazıları tarafından ?Tataristan, kara Afrika ve Asya kadar uzak ve vahşi olarak görülürdü. Bu eserlerin çoğu on dokuzuncu yüzyılın neredeyse tamamında süregelen temel meseleyi gösterir: korkunç veya kâfir -ki bu iki sıfat birbiriyle eş anlamlı kullanılırdı- Türk imajının devam eden varlığı. Buna ek olarak, çoğunluğu Protestan veya Katolik yazarlar Ortodoks köylü halkı, tamamen imansız olmasalar da, kendilerinden tarihsel ve kültürel anlamda uzak bir grup olarak görüyorlardı. Jezernikin de açıkça belirttiği üzere (1. Bölüm) Ortodoks bir imparatorluktan gelen Rus yazarlar, Sırpları yoldaş halk olarak kabul ederken, Müslümanları ve Katolikleri istenmeyen özelliklere sahip halklar olarak görmekteydiler.Rus Ortodoks perspektifi Balkan halklarına dair belirli bir bakış açısı sağlarken, asimilasyon ve ?yeni bir ulusun parçası olma ideolojisiyle ön plana çıkan Kuzey Amerikalı perspektifi de başka bir bakış açısı sunuyor. Massachusettsteki Wellesley kız kolejinde ekonomi profesörü olan Emily Balch, 1910 yılında Charities Publication Committeenin desteğiyle 536 sayfalık Our Slavic Fellow Citizens başlıklı bir kitap yayınladı. Balchın esas ilgisi Slovenler, Hırvatlar ve Karadağlılar gibi Amerikaya yeni gelmiş göçmenlerdi. Balch, Birleşik Devletlerdeki göçmen sorununu tam olarak anlayabilmek için araştırmalarını göçmenlerin anavatanlarına taşımanın mantıklı olduğunu düşünmüştü ki bu çok yeni bir yaklaşımdı. Kitabın başlığı ise sembolik olmaktan öte bir anlam taşıyordu: Slav Vatandaşlarımız. Balch, bu kitapta Avusturya-Macaristandaki köy ve şehirlere yapmış olduğu ziyaretleri anlatıyordu. Kitap, hem köylü ailelerle görüşmeleri hem de memur ve siyasi liderlerle kurulmuş temasları içeriyor ve bu sayede Eski ve Yeni Dünyaları doğrudan birbirine bağlıyordu. Tasvir edilen köylüler gizemli yabancılar değil, bilakis sivil toplumun aktif katılımcılarıydı.Balchın sosyalist ve barış yanlısı kariyeri, Jezernikin çokça zikrettiği Mary Durhamın kariyeriyle zıt düşmektedir. İkisinin Balkanlara yapmış oldukları ziyaretler örtüşür fakat yaklaşımları tamamen farklıdır. Durham bir Balkan seyyahı ve yazarıdır, ağırlıklı olarak yerel yaşamı ve görenekleri gözlemler ki bunun sonunda da Arnavutların müdafii olmuştur. Balch ise Balkan halklarını ele alan akademik bir disiplinin başlangıcını temsil eder. Çalışmaları aynı zamanda yeni yeni ortaya çıkan kapitalist teşebbüsün uzak ülkeleri nasıl etkilediğini de yansıtır. Uzak mesafeli ticaret uzun zaman Balkan yaşamının bir parçası olmuştur ve neredeyse bütün seyyahların değindiği kervansaraylar ve hanlar, ticari hareketliliğin açık şahitleridir. Buna karşılık on dokuzuncu yüzyıl boyunca ve hatta yirminci yüzyılda seyyahların çizdiği tabloda halk, tamamen olduğu yere kök salmış ve dünyadan soyutlanmış bir konumdadır. Bu nedenledir ki on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başında Yeni Dünyaya yapılan kitlesel göçler Balkan tarihinde bir kopuşa işaret eder.İngiliz romancı Joyce Cary, Oxforddaki eğitimini bitirdikten kısa bir süre sonra Karadağa gider. Romantik bir ?ilk Balkan Savaşında bulunma niyetiyle 1912?13 tarihlerinde orada kalır ve savaş sürecini gözlemler. Türklerin 1913 yılındaki mağlubiyetleri Balkanlardaki güçlerinin sona erdiğini göstermiştir. Carynin Karadağdaki savaşta düşman kellesi ele geçirmeye dair gözlemleri, ?Kelle Avı Tutkusu bölümünde zikredilmektedir. Mary Durhamın yirminci yüzyılın başında bu âdete dair gözlemleri, aynı dönemde endüstrileşen Birleşik Devletlerdeki göçmenlerin hayatından tamamen uzakmış gibi gözükmektedir; ama sadece bir nesil önce ABD birlikleri ile Kızılderililer arasındaki mücadelede, kafatası derisini yüzmek yaygın bir uygulamaydı ve sadece yerlilere mahsus değildi. 1876daki Little Bighorn savaşını müteakiben, Kızılderililer bütün üniformalı askerlerin derisini yüzüp âzâlarını kesmişlerdi, çünkü parçalanmış bir vücuda ait ruhun dünyayı sürekli dolaşacağına inanıyorlardı. Bu inanç, Cary ve Durhamın tarif ettiği Karadağlıların ve Arnavutların inançlarından çok da farklı değildi. Müslümanlarsa öldükten sonra bedenin parçalanmasını cennete girmeye engel olarak görüyordu. (7. Bölüm)Jezernik, Balkan halklarının -düşmanlarının yanı sıra savaşta ölen silah arkadaşlarına da uyguladıkları- kafa kesme geleneğinin, Batılılarca on dokuzuncu yüzyılın sonunda bile barbarlığın çok güçlü bir sembolü olarak görüldüğünü belirtiyor. Söz konusu gözlemciler, bu geleneğin Balkan halkları ve medeni Batı arasındaki açık farkı gözler önüne serdiğini düşünüyorlardı. Bu fark, savaşta öldürdükleri düşmanlarının -kurutulmuş ve halka sergilenmek üzere sırıklara takılmış- kafalarını ülkelerine getirme pratiğinde kendini iyice belli ediyordu. Bunun dışında silah arkadaşlarının başlarını, tam tekmil bir defin gerçekleştirmek için beraberlerinde getirmeleri de bu farklılığın bir diğer yansımasıydı. Fakat Durham ve Carynin şahit oldukları Balkan savaşı, savaşın özel bir çeşidiydi. Burada, modern savaş usulünden farklı olarak, öldürme işlemi çok kişisel yollarla ve yakın markaj gerçekleştiriliyordu. Türkler ve Karadağlılar, Karadağlı ve Arnavutlar birbirlerini öldürüyordu. Üstelik Arnavutlar ve Karadağlılar hem kültürel olarak benzeşiyorlardı hem de fiziksel ve ırksal farklılık mefhumu henüz mevcut değildi. Bu nedenle kafaların kesilmesi -hatta saklanıp doldurulması- hususundaki en doğru yorum bunun stratejik bir hareket olmaktan ziyade sembolik bir faaliyet olduğudur. Hakikaten de ölü düşmanların kasti olarak âzâlarını kesmek için daha fazla vakit harcanıyor ve bu yüzden karşı tarafa maksimum zarar vermek için yapılacak aktif saldırılara daha az zaman kalıyordu. Ayrıca savaşın çoğunlukla ölülere odaklandığını ve yaralıları kurtarmanın bir önceliğinin olmadığını da vurgulamak gerekir. Öbür dünyaya, en az bu dünya kadar vurgu yapılıyordu. Jezernik, birlikte savaşan kan kardeşlerinin birbirlerine karşı en önde gelen vazifelerinin; yaralı kan kardeşinin başını keserek, vücudun bu sembolik kısmının düşmanın eline geçmesini engellemek olduğunu da belirtmektedir. Üstelik ölümcül yaralanan bir asker, yine aynı nedenden ötürü başının kendi arkadaşlarınca kesilmesini tercih ederdi. (Bölüm 7)Balkan Savaşlarının hemen akabinde, Karadağda ve Batı Cephesinde meydana gelen savaşlar arasında gözlenen farklılıklar da tetkik edilmeye değer. Batı Cephesindeki siper savaşları sırasında kullanılan zehirli gaz, düzineler veya yüzlerle değil yüz binlerle ölçülecek zayiatlara neden olmuştu. Bu tip toplu kıyımlar, Carynin gözlemlediği savaş biçiminde yer almıyordu.Bunun ötesinde Amerika Birleşik Devletlerinin önce Versayda ve akabinde Başkan Wilson döneminde, Balkanlarda halkın kendi yönetimini belirleme hakkını ve demokrasiyi savunması da zikredilmeye değer bir başka konudur. Zira o sıralarda Amerikanın güneyinde her yıl yüzlerce siyahi linç edilmekte, üstelik bu acı ölümleri ve âzâların kesilmesini gösteren kartpostallar hatıra olarak satılmaktaydı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşının kendine has koşulları, Holokostun bir parçası olan toplama kamplarıyla birlikte ele alındığında ? buralarda şiddet sadece savaşanları değil savunmasız sivilleri de hedef almıştı ve Naziler, kurbanları üzerinde deney yapıyor ve derilerini abajur olarak kullanıyorlardı? Balkan kafa avcılığının çok sınırlı bir savaş tarzı olduğu iddia edilebilir. Değerlendirmelerimize ateş ve atom bombalarını da dahil ettiğimizde, ?medeni ve benzer terimlerin Batı Avrupa için kullanıldığında ya anlamlarını tamamen yitirdiği ya da çok daha katı tanımlamaların gerekli olduğu ortaya çıkacaktır. 1990larda Yugoslav sorunu esnasında işlenen zulümler; sivillerin toplu kıyımını, günümüz Avrupa tecrübesinin bir parçası haline getirdi. Baş kesmeyi insani bir uygulama olarak öne sürmek uygun düşmez; ancak bu pratik, soykırım stratejileriyle de uyumlu gözükmemektedir.Bazı savaş kurbanlarının, yaşamlarını, burunları veya üst dudakları olmaksızın sürdürdükleri, Mary Durhamın gözlemlerine istinaden dile getiriliyor. (Bölüm 7) Joyce Cary ise Karadağlılar ve Arnavutlarca anlatılan burun kesme ?hikâyelerine değinmekte ve bu bağlamda; burunların, başlardan çok daha az yer kapladıklarını ve bu sayede kaç kişi öldürüldüğünün ve karşılığında nasıl bir ödül alınacağının açık delilleri olduğunu dile getirmektedir. Fakat Cary, Birinci Balkan Savaşına bizzat katıldığında, Durhamın aslında yanılmış olduğunu ve fakat bu tür olaylar meydana geldiyse bile sorumlularının Arnavut çeteleri olduğunu düşünmüştü. Jezernik tahrikkâr üslubunu, Mostar Köprüsünü ele aldığı ?Barbarlık ve Medeniyet Arasında Bir Köprü, Karadağı anlattığı ?Özgürlüğün Romantik Cazibesi ve ?Kelle Avı Tutkusu başlıklı bölümlerde can alıcı şekilde sergiliyor. Kapsamlı ve kat?i olmak gibi bir iddiadan ziyade, bize, çoğunluğu Balkan seyyahı olan yabancıların gözlemlerini sunuyor. Bu gözlemlerin birçoğunu seyahatin taslağı olarak adlandırabiliriz. Jezernik, aynı zamanda, bu gözlemlerin ilgili halklara dair ?hakikatleri sunduğunu da iddia etmiyor. Bilakis bir kısmı açıkça, gözlemcinin kültürel arka planından kaynaklanan önyargılarla beslenen bakış açıları sunuyor. Diğer bir deyişle, bu seyyahlara ve diğer yabancı gözlemcilere dair genel bir değerlendirme yapabilmek, hem onların geçmişlerini hem de gözlemledikleri kültürü çok derinden bilmeyi gerektirir. Ama başka bir bakış açısı daha var: İnsanların kendileri hakkında ne düşündüklerini anlamak; yani kültürün içinden bir bakış. Bu bakış, on dokuzuncu yüzyılın başından ortalarına kadarki dönemde kendi halkları hakkında yazmaya başlayan yerel bilim adamları, folklor uzmanları ve etnograflar tarafından sağlanmıştır. Doğaldır ki bu çalışmalar; tezahürünü üniversiteler, bilim akademileri ve müzeler gibi resmi kurumların gelişmesinde bulan, milli kimliğin yükselişi süreciyle yakından alakalıdır. Balkanlarda bu tip çalışmaların zengin bir geleneğini Sırp ve Karadağlılarda görebiliriz. Bu yazarlara ilk örnek on dokuzuncu yüzyılın başlarında yazan folklor uzmanı Vuk Karadziçtir. Bir diğeri Fransız eğitimi almış beşeri coğrafyacı Jovan Cvijiçtir. Cvijiç, kökenler ve göçler ile ilgilenen tam teşekküllü bir etnografik araştırmalar okulu kurmuştu. Bu girişim siyasi açıdan çok önemlidir ve Cvijiçin Versay Konferansında Sırp delegasyonu içinde yer alması hiç de sürpriz değildir. Fakat Jezernik, bu literatürün, ayrıntılı yerel gözlemlere dayanan tanımlayıcı eserleri üzerine yoğunlaşmıyor. Onun temel sorunu yaygın tarihsel şablonlar ve kuşatıcı hükümlerdir.Jezernikin burada biraraya getirdiği eserler, üzerlerinde daha çok düşünmeyi ve spekülasyonu artırmak için dikkatlice seçilmiştir. Yazar bize sürekli olarak seyahatnameleri ve gözlemleri sadece sunduğunu, burada ifade edilen kanaatleri yargılamadığını hatırlatıyor. Bu da; sunulan gözlem ve raporların, Balkanlar gibi çok kültürlü bir dünyanın kesin tanımları olarak değil de bu dünyaya sadece giriş mahiyetinde ele alınması gerektiğine işaret etmektedir. Bu kitaplar tek tip bir bakış açısı sunar, yani belirli bir kültürün çok boyutlu gerçeğinin sadece bir boyutudur. Bu durumun en çok belirginleştiği alan ise cinsiyet ilişkileridir. Yukarıda kafa kesmeye toplumun içinden bakışın nasıl olduğunu tartışmıştık. ?Özgürlüğün Romantik Cazibesi bölümünde ise yabancı ziyaretçilerin kadın güzelliğine dair bir şey aramalarının nafile olduğu anlatılıyor. Bunun nedeni olarak da, bir İngiliz seyyahın ifade ettiği üzere, bölge halkının kendilerini ?devasa kişiliklerin korkusuz savaşçıları imajıyla özdeşleştirmeleri gösteriliyor. Yabancıların bakış açılarına göre Karadağlılar; intikam, kahramanlık ve ölüm gibi kavramlarla meşguliyetlerinden ötürü aşk, güzellik, cinsellik ve hatta ev yaşamının keyfini düşünecek vakit bulamıyorlardı.Burada benim vurgum, Jezernikin biraraya getirdiği çok sayıdaki seyahatnameden birkaçı üzerine yoğunlaşmıştır. Alıntılanan kaynakların çeşitliliği; yiyecek ve içeceklerle ilgili bölümlerde, özellikle kahveden bahsedilen ?Bir Yudum Berbat Biradan Yoksun Cennet bölümünde göze çarpmaktadır. Burada atıf yapılan seyyahlar, dünya mutfaklarından örnekler sunan otellerin gelişiminden çok önce, yerel yiyecek ve içecekleri tatmanın yabancı bir kültüre ve o kültürün toplumuna girmek için en uygun yol olduğu kanaatini taşımaktaydılar. Bir bütün olarak bu kitap bize Balkanlara dair düşüncelerimiz için bir hareket noktası sunuyor. Bu bölgenin tarihi, günümüzdeki çelişkileri anlama biçimimizi etkilemede hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Joel Martin HALPERN*Bozidar Jezernik çok etkileyici bir eser meydana getirmiş. Odak noktası on beşinci yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına değin Batı Avrupalı seyyahların eserleri olmakla birlikte, Türk ve Rus yazarlarla eski Yugoslavyadan bazı yazarların eserlerini de alıntılıyor. Yazarın da maharetle gösterdiği üzere, literatür çok geniş ve sorunludur. Yirmi birinci yüzyılın başları itibariyle oryantalizme dair mevcut literatür, bu eserlerin analizi için bir bakış açısı mutlaka sunacaktır. Ama yazar daha usta bir yaklaşım öneriyor ve okuyucunun geçmişteki görüşlerle, post-modernizmin genelde bunaltıcı özel diline muhatap olmadan karşılaşabilmesi için analitik hünerlerini ustaca kullanıyor.Jezernikin yaklaşımı, Batılıların ?korkunç Türk imajını ve Hristiyan tebaanın zulme uğradığı görüşünü tartışırken iyice belirginleşiyor. Bu görüş on dokuzuncu yüzyıl bağlamıyla, yani Osmanlı İmparatorluğunun -Birinci Dünya Savaşı akabinde dünya sahnesinden hepten silinmeden önce- yaşadığı düşüş dönemiyle doğrudan bağlantılıdır. Oysa on altıncı yüzyıla ait eserler çok farklı bir resim çizmektedir. Yazarın da değindiği üzere, ?On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu sınırsız bir güce sahip olarak algılanmaktaydı. Osmanlı ordusu ise ?Avrupaya dehşet salan bir ordu idi.? (10. bölüm) Yine bu dönemde Türklerin insani ve barışçıl alanlardaki girişimleri de takdir edilmekteydi. Hersekte Mostar şehrindeki meşhur Eski Köprü gibi güzel ve sağlam köprüler inşa eden Osmanlı mimarla... tümünü göster