Bu kitapla ilgili en iyi değerlendirme arka kapakta yapılmış: "Okur, kitabı mümkünse büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek okumalı; göz önündeki gerçekle göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için .."
Baskısı, önsözü ve çevirisiyle de mükemmel bir kitap. Okur okumaz favori kitaplarımdan biri oldu. En kısa zamanda "bir caddenin kenarına dizilmiş masalardan birine ilişerek" tekrar okuyacağım.
Son zamanlarda diyemeyeceğim hayatımda okuduğum en sevimsiz kitaplardan biriydi.
Hayal gücü yüksek, kalemi de sade bir yazar gibi geldi bana Calvino. Bir kitabını daha okurum diyecek kadar vurulmadım ama okuduğuma da pişman olmadım.
Bir gece iki tepeliğin ardında, karşılıklı iki el fenerinin açılıp kapatıldığını hayal edin. Karşılıklı yanıp sönen bu ışıkların o karanlıkta boylu boyunca oyduğu aydınlık tünelin içinde kıpraşan, yer yer yakamoz gibi çevresine yansıyan, yansıdığı yeri pırıl pırıl aydınlatan peri tozu gibi havada uçuşan imgeleri tam tutmak isterken, ya da tam sızmaya niyetlenirken tünelin içine, varsay ki el fenerleri sönsün. Karanlığa bürünüveren bu tünelin ansızın boşlukta kayboluşu insanın kendi kendisine “Büyülü bir serap mıydı bu?” diye sormasına neden olmaz mıydı? Baştan sona çağrışımlarla yüklü imgeler üzerine kurulmuş cümlelerin olduğu, her konunun Calvino’nun üç yüz altmış dereceli bakış açısında işlendiği, insanı çift yönlü derin bir felsefenin basamaklarında duraksattığı, enfes bir kitap.
Tek kelime, tek bir cümle, ya da yalnızca bir soru? Çağrışımların dizeler boyunca serpilen bilindik imgeleri arasındaki bağlar kurulabilirse şayet, kitabın ördüğü labirentteki çıkış yolu bulmak içten bile değil. Ne var ki imgelerin çağrıştırdığı anlamlar arasında kaybolmak da mümkün pekâlâ… Her kent çözülmeyi bekleyen bir bilmece… Ama her birinin bağlandığı merkez aynı… Her görünmez kente taşıyan yolun aynı zamanda o merkezde kesiştiği bir düzlem… O düzlemin gerçekliği okuyucunun tasavvur gücüne kalmış.
Marco Polo gezerken tek tek kıtaları, yıkılan kentlerden topladığı mutsuzluk kalıntılarının izleklerini bir bir bohçasının içine yerleştirir. Kubilay’a taşırken bu kentleri bir de bunca anlamları yükleyip birbirinden ayrıştırmışken izlekleri, kim söyleyebilir bu kentler görünmez diye? Bu durumda inkâr mı etmeli Marco Polo gibi görenleri? Görüneni kuran insansa ve kurduğunun içinde mutsuzsa, bu mutsuzlukla eni sonu yıkılmaya da mahkûmsa; görünmezi görünür kılan metaforlarla süslenmiş bu kentler insanın zihninin henüz vücut bulmamış bir yansımasıysa, görünmez kentler de en az görünür kentler kadar gerçek olamaz mı çıkarılan derslerle?
Yıkanı kuran, kuranı geliştirerek sistemleştiren, sistemleştirdiğine yeryüzündeki tüm edindiği bilinçsel kazanımlarını yerleştiren ya da var olma amaçlarını tıka basa sayfalarda ciltleştiren ve bu işlemlere hâlâ devam eden insanlığın hikâyeleri, konumlandıkları kentlerde başlar; mesela evleri, sokakları, dükkânları, hükümdarın sarayı, herkesi kapsayan mezarlıklar, fırınlar, pazarlar, duvarlar, okullar, kerhaneler, tanrılar, teolojiler, felsefeler… Yine de insan kaderindeki olumsuzluklarla savaşma işini şansa bırakmaz! Yıldızların olumlu açılarıyla, gezegenlerin bereketli konumlarıyla, tanrının mabedinin de tam ortaya inşasıyla vaatlerle dolu gökyüzü haritasından yeryüzüne ters yansıyan bu kentleri ulvi bir inançla inşa etmelerine rağmen hâlâ süregelen kavgaları, mutsuzlukları, yıkımları, şiddetleri durduramıyorsa bu ironik durum, görünen kentler de mi görünmeyenler de mi?
Bana göre Marco Polo yukarıdan seyrediyordu uzayın boşluğunda fır fır dönen dünyayı. Polo’nun yanına Kubilay’ı da ekleyelim. Mesela, ikisi de ayın üzerine oturmuş olsunlar. Buradan dünyaya baktıkça Marco’nun gördükleri başka Kubilay’ın gördükleri başkaydı. Görmediği, yaşamadığı zamanların tüm düzlemini görüyordu Marco; farkındalığı buydu. Yeryüzünün insanları insanlarıyla değişen uygarlıkları, yeni uygarlıklarla birlikte önce kurulan sonra yıkılan tekrar kurulan uygarlıkların birbirinin devamı döngüsünde tahtalarla, taşlarla, alçılarla ama her defasında aynı RUHLA inşa edildiği için değişmeyen kentlerin içindeki görünmez kentlerin mikro ölçekli yaşamlarını görüyordu Marco. Vızır vızır değişen kentler önce kuruluyor sonra yıkılıyor. Yıkılanı ot bürüyor. Toprak gelip yerleşiyor. Sonra bir uygarlığın insanları oraya yerleşip tekrar bir kent kuruyor. Eve yerleştirilen kap kacak gibi kentlerde birbirinin aynısı olan sistem ögeleri de yine o kenti kuran insanların ruhlarında taşıdığı renklerle biçimleniyordu ağır ağır... Kimi kentlerin renklerin de insanı boğan haki bir grilik, siyaha doğru çalarken, kimi kentler sarısıyla, pembesiyle, su gibi saydam renklere bürünüyordu. Doğal sonuç olarak ikincisinde kahkaha, neşe, mutluluk, sevgi… hâkimdi.
At üzerinde koşturan, savaşan, ellerinde kazma, kürek, çekiçle kentleri tekrar kuran, kurulan kentleri tekrar yıkan, tercih edilmemesi gereken sapaklara tekrar tekrar sapma sonucunda oluşumu engellenen görünmez kentlerin, körü körüne bağlıymışçasına yazanı belirsiz yazgıların hüküm sürdüğü bu görünen kentlerde sürekli devam eden bu dünya döngüsünü her şeyiyle bildiğimiz, dokunduğumuz, gördüğümüz imgelerle anlatıyor Calvino... Ayın üzerinde otururken yeryüzüne doğru daha derinleştirdiği bakışlarında bu sefer bu kentlerdeki insanları görüyor Polo. Manavcıyı, denizciyi, renkleriyle yaşadığı kentlere renk katan şen şakrak kadınları, oynayan çocukları, fırıncıyı, çöpçüyü ve bir de mutsuzluğun sarmaşık gibi yayıldığı topraklarda ilerleyen dallarıyla kentlerdeki evleri sessiz sesiz sarmalayan sarmaşığın yıkmakta olduğu imparator Kubilay’ı. İmparatorlar hiç teb’asız kalmıyor, teb’a nın bir kısmı yeraltına ölüler kentine gitse de… Kentleri içinde toplayan topraklar da imparatorsuz kalmıyor bu arada.
Sonsuzluğa akan bu düzlemde dünyanın hazinelerine doymayan hırsların, kent yaşamları, kent siyasetleri, kent toprakları, kent binaları, bahçeleri, kent mezarlıkları, kent tanrıları, kent insanları, kent bilimleri, sonsuzluk içinde döngüsel bir girdap gibi kendi ekseninde devinip dururken Kubilay “Bu imparatorluğun ve kentlerin tam olarak sahibi ne zaman olacağım?” diye soruyor. Marco “ İmparatorluğun bin bir hazinesi son ve kesin fethin yalancı kılıflarıydı yalnızca; düzgün cilalı bir tahta parçasıydı fethedilen” diye cevap veriyor. Ya teb’am diye sormaya devam etseydi “Kimin teb’ası kaldı ki?” diye cevaplayacaktı belki de…
Bana göre Marco, aydan seyrederken dünyayı kendi kendine işleyen bir satranç tahtasına benzetiyordu onu. Bir yıkımla oyun bitse de tekrarının başladığı yeni bir oyunun düzeneği kuruluyordu. Dünya fır fır dönüyor uzay boşluğunda… Atmosferin altında yağmur, kar yağıyor… Otlar bitiyor… Güneş doğuyor ve batıyor… Dalgalar sahile vuruyor. Nehirler akıyor…. İnsanların zihnindeki görünür kentler görünmez kentlerle yer değiştirmedikçe, tutsaklık ölüler kentine varmadan görünen kentlerde zaten hüküm sürüyor. Bu durumda ölüler kenti bir görünmez kent midir?
Eveet, son dönemde okuduğum onca güzel eseri taçlandırdı Görünmez Kentler. Oysaki ben pek fantastik bir şey umuyor iken beklentimi aşacak şekilde inanılmaz bir şey sunmuş İtalo Calvino. İtalyan Edebiyatı Eco'dan ibaret değilmiş bunu da öğrenmiş oldum. Bilmiyorum, hayranlığımı ne şekilde ifade edebilirim ama Görünmez Kentler gerçekten dört dörtlük bir kitap.
Kubilay Hanın ülkesinde yolculuk edip onun yönettiği ama bilmediği kentleri anlatıyor Marco Polo. Bir taraftan Doğu kentlerinin mistik havası satırlarda süzülüp dururken kitabın sonlarına doğru anlatı günümüz şehir yaşantılarına ve fareler gibi üreyen insan nüfusuna atılan bir taşlama misali yankılanıyor zihninizde. Özellikle bir çoban ile Marco Polo'nun hikayesinde kentlerin doğallığını yitirip oluşuveren yapaylığını pek şık bir anlatıyla vurguluyor Calvino.
Kubilay'a onca kent anlatan Marco Polo hepsini kadın tınılarını taşıyan isimlerle anlatır. Hepsinin benzeşen ve ayrışan özellikleri vardır ancak kendine özgü her kent bir taraftan da aynı dokuyla yaşatır içinde insanları. Calvino'nun anlattığı kentler ve insanları o kadar sade bir şekilde vücut buluyor ki bizim sahici adımlarımızın hayale karıştığı yerde sanki onlar adımlarıyla gerçeğe taşıyor kişiliklerini. Ancak İtalo Calvino'nun faydalandığı sembolleri kavramak için o kadar dikkatli okumak ve başlıklar arasındaki (başlıklara değineceğim) bağlantıyı o kadar irdelemeli ki ancak o zaman kavranabilir hale gelsin.
Görünmez Kentler dokuz bölümden oluşuyor. Bu dokuz bölümün ilk bölümünde Kentler ve anı, kentler ve arzu, kentler ve göstergeler ve İnce kentler var. Bir bölümde Kentler ve Anı dört kez anlatılırken, arzu üç kez, göstergeler iki ve ince kentler bir kez anlatılıyor. Bir sonraki bölümde Kentler ve anı bir kez daha anlatılıyor ve beş kez anlatılmış oluyor. Böylece beş kenti iliştiren o özellik (anı, arzu, gösterge) gibi her bölümde bir kez anlatılıyor ve bittikten sonra bir yenisi ekleniyor.
Kısacası; Kentler ve anı, arzu, göstergeler, ince kentler, takas, gözler, ad, ölüler, gökyüzü, sürekli kentler, gizli kentler de eklenerek dokuz bölüm tamamlanmış oluyor. Yerli mi yersiz mi bilemediğim bu açıklamayı umarım basit biçimde aktarabilmişimdir. Ve son olarak arka kapakta pek sevdiğim şu bölümü de eklemek istedim;
"Okur, kitabı eline aldığında, yazarın kentleri arasında dolanacağından, önüne altın harflerle sunulan olasılıkları yutacağından, sonunda okuduklarını kendi zihnindeki ideal kentlere ekleyeceğinden emin olmalı. Okur, kitabı, mümkünse, büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine iliştirerek okumalı; göz önündeki gerçekle, göz önündeki kurguyu görebilmek için..."
Marco Polo ve Kubilay hanın diyalogları başlı başına bir şaheser olup bizi yeni kentlere demlerken bu kitabı defalarca okumalı taa ki anlayıp kendi kurgularımız ve kentlerimizin gerçekleriyle yüzleşene kadar. Pek güzeldi pek bi güzel...
Enteresan.Buluş olarak öyle her şeyden önce.Hayali kentler anlatmak, onlara kadın adları vermek, alt bölümlere ayırmak, Marco Polo ve Kubilay Han'ı konuşturmak...Çarpıcı cümleler de yok değildi.Kitap güzel, hakkını teslim etmek gerekirse.Ama ben kitabı sevdim mi..hayır, fazla sevmedim..güzel olan her şeyi sevebiliriz diye bir kural yok sonuçta..kitapla aramda duygusal bir bağ oluşmadı..kitabın ruhu, benim ruhuma hitap etmedi..bu, kitabın iyi bir kitap olmadığı anlamına gelmese de..
İçinde insanın olmadığı ya da kurgunun ya da duyguların olmadığı kitaplar benim tarzım değil bir kez daha anlamış bulunuyorum
Gezgin Marco Polo'nun Tatar hükümdarı Kubilay Han'a düşlediği kentleri anlattığı eser.
Yüzlerce kitap okumama rağmen hala bazi seyleri yanlış yaptigimi yuzume haykiran bir kitap oldu.
Bir kere kitapta çok farkli tipte kentler var, okuyucu bu kentleri okuyup icsellestirmekten imtina etmemeli. Yazarin kendi düşsel aleminde kurgulayip sundugu o kadwr farkli tipte kent var ki...Zaten sizi en bastan uyariyor, oturup yaşadığınız kenti gozlemleyin, ona farkli bir perspektifle bakin diye tabiri caizse şayet.
Yineliyorum, benim gibi yangindan mal kacirircasina değil, sizden bir parcaymiscasina okursaniz aldiginiz keyfin kat be kat artacagi bir eser olduğundan eminim. Bu noktada kendime dair bir ozelestiri de yapmis oldum ama ilerleyen surecte kitapligimda yer alan bu kitabi, sehrin herhangi bir kahvesinde ya da kafesinde elime alip , icind3 yaşadığım toplumu, yapiyi gozlemleyerek okuma niyetim var. Ve yapacağım.