Güçlü bir el silkeledi beni sonraSanırım tanrının eliydi,Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,Çok şey görmüşüm gibi,Ve çok şey geçmiş gibi başımdanAh dedim sonra,Ah!İç ses, diye söylendim.Gel!Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
Güçlü bir el silkeledi beni sonraSanırım tanrının eliydi,Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,Çok şey görmüşüm gibi,Ve çok şey geçmiş gibi başımdanAh dedim sonra,Ah!İç ses, diye söylendim.Gel!Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığının ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.
******
Norveçli büyük romancı Knut Hamsunun, dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan bu romanı 100 Temel Eser arasında anılmaktadır. Ünlü bir yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken, bir yandan da açlıkla pençeleşen bir gencin öyküsünü duygulanarak okuyacaksınız.
******
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi... tümünü göster
Modern İran edebiyatının kurucularından Sadık Hidayet'in 1936'da Bombay'da yayımladığı başyapıtı, kendi deyişiyle "özenle hesaplanmış, net, bilinçli etkilerle dolu" ve "her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş" Kör Baykuş (Buf-i Kur) , öteki yapıtları gibi, pek çok dile çevrildi, sadece Fransa'da (Andre Rousseaux: "Bu roman bence ülkemizin edebiyat tarihinde özel bir etki bırakmıştır") değil pek çok ülkede pek çok yazarı etkiledi.
Modern İran edebiyatının kurucularından Sadık Hidayet'in 1936'da Bombay'da yayımladığı başyapıtı, kendi deyişiyle "özenle hesaplanmış, net, bilinçli etkilerle dolu" ve "her sayfası bir partisyon gibi düzenlenmiş" Kö... tümünü göster
Her şeye “karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam... Aylak Adam... Bir adı bile yok. “C.” diyor Yusuf Atılgan kısaca.
İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine de “karşı” olmadan nasıl sürdürülebiler bir “karşı” yaşamı?
C., sıradanlığa, tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor. Hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik.
Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.
Her şeye “karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam... Aylak Adam... Bir adı bile yok. “C.” diyor Yusuf Atılgan kısaca.
İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine de “karşı” olmadan nasıl sürdürülebiler bir “karşı” yaşamı?
C., sıradanlığ... tümünü göster
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyamın Semerkantında başlayan ve 1912de Atlantikte bit(mey)en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İranın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi... TADIMLIKBazen Semerkantta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir cehennem ateşine sokulur.İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkantta bulunuyordu. O akşam, meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan, aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise, katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca ediyordu.Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyama yaklaştı. Peçesini açtığında ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında tek gülümseme olmadan, Hayyamın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi. Hayyam şaşırmadı. Bu Semerkantda eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir uğultu, hızlanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış, az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyamın kızgın yüzünü görünce: Önemli değil, bu Uzun Cabirden başkası değil dedi. Ömer sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: Cabir, Ebu Alinin arkadaşı! diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister Buharada olsun, ister Cordobada, ister Belhde olsun, ister Bağdatta, adı saygı ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sinadan başkası değildir. Batıda Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl sonra doğmuş, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: Cabir, Ebu Alinin en sevdiği arkadaşı! Cabiri gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabiri kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden günlerce hapis yatmış, meydan dayağına çekilmiş, son kamçılanması Büyük Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra, yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya başlamıştı. Cabirin peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 107... tümünü göster
leylim.leylim şu anda kitap okumuyor.