Bir aşkın hikâyesi... Ulaşılamayan bir sevgilinin izinde yazılan bir hikaye ya da hikâyeler toplamı. Her metinde değişen, yenilenen bir sevgili ya da bir aşk... Şehrin gizli köşelerinde hep aynı ya da çok farklı bir yapıyla sürüp giden bir aşk. Karışık, karmaşık bazen de çok açık, çok net duyguların dışavurumu... Mario Levinin ilk romanı olarak tanımlanan, aslında yazarın anlatı demeyi tercih ettiği En Güzel Aşk Hikâyemiz ilk kez 1992 yılında yayımlandı. Kırık bir aşk anısını anlatan bu kitapta, anlatıcıyla birlikte aşkın hallerini çözmeye çalışıyoruz. Kahramanlarının iç dünyasında ve yaşadığı şehrin sokaklarında, lokantalarında, kafelerinde bir sevgiliyi arıyoruz. Uzaktaki, ayrı kalmış sevgiliyi... Ve soruyoruz kendi kendimize: Aşk ulaşılmaz olduğunda mı aşktır? Ya da Nâzım Hikmeti anımsatırcasına, en güzel aşk henüz yaşanmamış olan mıdır?
Bir aşkın hikâyesi... Ulaşılamayan bir sevgilinin izinde yazılan bir hikaye ya da hikâyeler toplamı. Her metinde değişen, yenilenen bir sevgili ya da bir aşk... Şehrin gizli köşelerinde hep aynı ya da çok farklı bir yapıyla sürüp giden bir aşk. Karış... tümünü göster
Eflâtun rengi hayaller kuran bir 'suskun'un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin 'gerçekliği'nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin 'nefesini üfleyen' ve ona 'can veren' bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de 'suskunlar'dan biri olacaksınız…
Eflâtun rengi hayaller kuran bir 'suskun'un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, ... tümünü göster
Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...
Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...
Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...
Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...
Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...
Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...
Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...
Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını,
Babil uyandığı zaman? ! ..
Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...
Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...
Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sır... tümünü göster
Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...
Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...
Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi...
Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi...
Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi...
Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi...
Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi...
Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını,
Babil uyandığı zaman? ! ..
Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına...
Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem...
Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sır... tümünü göster
1940lı yıllarda doğup Türkiyenin çeşitli yerlerinde büyürken hem kültürel hem de kişisel kimliğini bulmaya çalışan bir kızın romanı Hayat Bir Kervansaray. Büyükbabasıyla birlikte, doğduğu kent Malatyaya doğru çıktığı bir tren yolculuğunda, son Osmanlı-Rus savaşından başlayarak Kurtuluş Savaşı yıllarını ve genç Türkiye Cumhuriyetinin erken yıllarını da kapsayan dönemi, bir Çerkez göçmeni olan ve çağına tanıklık eden dedesinin ağzından dinler genç kız.1950ler Türkiyesinde yetişen Fatma için Türkiyenin tarihi ve dar gelirli ailesinin Malatyada başlayıp Bursa, Ankara ve İstanbulda süren göçebe tarihi bir mozaiğin parçaları gibi iç içe geçecektir. Romanda, Fatmanın kişisel tarihiyle birlikte geleneklerle çağdaş yaşamın aynı gök altında barındığı bir ülkenin portresi de çiziliyor. Avrupada yayınlandığında büyülü gerçekçiliğin başarılı bir örneği olarak karşılanan, pek çok dile çevrilip ödüller alan Hayat Bir Kervansaray, ironik, şiirsel diliyle bir okuma şöleni. Kitap bir edebiyat olayı; yazar ise Şehrazatın öz kardeşi
******
Almanyada yaşayan ve Almanca yazan Emine S. Özdamarın bu ülkede en çok satanlar listesine giren başyapıtı. Bu imgelerle dolu bir dil... Okurları, eleştirmenleri büyüleyen ve coşturan bir masal dili. Özdamara Alman edebiyatının en önemli ödüllerinden birini, Ingeborg Bachmann Ödülünü kazandıran bir dil...
******
1940lı yıllarda doğup Türkiyenin çeşitli yerlerinde büyürken hem kültürel hem de kişisel kimliğini bulmaya çalışan bir kızın romanı Hayat Bir Kervansaray. Büyükbabasıyla birlikte, doğduğu kent Malatyaya doğru çıktığı bir tren yolculuğunda, son Osmanl... tümünü göster
Yazarın ağzından;
-''Tol'' ne demek?
-Kürtçe intikam. İki nedeni var bu kelimeyi kullanmamın. Kelimeyi çok sevdim, çünkü intikam biraz daha alışılmış, biraz daha gevşek bir kelime gibi. Tol biraz çekiç gibi. Bir de Kürtçe olması. Bu ülkedeki en büyük “kenardakiler”in dili. Ülkenin yüzde 90’ı yoksul, onlar zaten kenarda, kadınlar, eşcinseller... Ben Kürt değilim ama bir misafir olarak bu ismi koydum.
-Şairlerin, delilerin ve devrimcilerin gözünden alternatif bir son 50 yılı yazmak istemiştim. Niyetim oydu, becerdim, beceremedim bilmiyorum. Okurun ağzında tat bıraksın yeter yani.
KİTAPTAN ALINTILAR
''Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, birşeyleri, biryerleri diyordum,ama yetinmiyorlardı.
Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez çay ısmarlamamıştım, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaşgünü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de "O'nu" diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim.
Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim.''
(syf:11-12)
''Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. "benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!" diye bağıracaktın.''
(syf:13)
''Uzun yıllar yalnızlığımla teselli buldum.çünkü yalnızlık kolay bulunur bir olanak değildi.en azından herkes yalnız kalamamaktan şikayet ettiğine,şikayet ettikçe çözülüp çoğalıp düzüştüğüne göre öyle olması gerekirdi.bense bundan şikayet etmek bir yana,aşırı dozda yalnızlıkla iştigal halindeydim.''
(syf:13)
''Kaçmalı mı...
Kaçmamalı...
çünkü sıkıntı öldürür. ve ama sıkıntı öldürüyor. acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. tatil çoğulluğa, çoğulluk gövdelere, yeni kelimelere, yeni yüzlere yol açarak öldürüyor. sıkıntı davet ediyor, açıyor. acı ortak olmayanı defediyor, kapatıyor. sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. sıkıntı plan program demek çünkü. program yazlıklara savuruyor, sayfiyelere, yumuşak içkilere, pahalı yemeklere yol açarak çözüyor. acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa : dağılmayın, unutmayın, yetinin, oturun oturduğunuz yerde. ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor.''
(syf:90)
Yazarın ağzından;
-''Tol'' ne demek?
-Kürtçe intikam. İki nedeni var bu kelimeyi kullanmamın. Kelimeyi çok sevdim, çünkü intikam biraz daha alışılmış, biraz daha gevşek bir kelime gibi. Tol biraz çekiç gibi. Bir de Kürtçe ol... tümünü göster