Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nin, Cennet Bahçelerinin ve Fedaîlerinin Tarihi Romanı. Hıristiyanların zaman ölçüsü ile 1092 yılının ilk baharında hatırı sayılır büyüklükte bir kervan, Semerkant'tan başlayarak Buhara üzerinden Horasan'ın kuzeyindeki Elbruz platosuna dek uzanan, bir zamanlar muzaffer orduların kullandığı eski yolun üzerinde ağır ağır ilerliyordu. Karların erimeye başlamasıyla birlikte Buhara'dan ayrılan kervan haftalardır yollardaydı... Avni oğlum, Tahir'in torunu! demişti ona. Doğruca Demavend Dağına giden yolu tut. Rey'e ulaşınca Şahrud Irmağına giden yolu sor. Irmağın kaynağı sarp bir vadide bulunmaktadır; oraya çık. Büyük bir kale göreceksin: Bu yerin ismi Alamut Kalesi'dir, yani kartal yuvası.
Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nin, Cennet Bahçelerinin ve Fedaîlerinin Tarihi Romanı. Hıristiyanların zaman ölçüsü ile 1092 yılının ilk baharında hatırı sayılır büyüklükte bir kervan, Semerkant'tan başlayarak Buhara üzerinden Horasan... tümünü göster
Osmanlı İmparatorluğunun çalkantılı son dönemlerinden, Birinci Dünya Savaşının yıkıcılığına uzanan bir öykü. Varlıklı bir ailenin adım adım yoksulluğa ilerleyişinin, bir arada kalma mücadelesinin, mantığın ve deliliğin çarpıcı anlatımı.Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İrfan Organın samimiyetle, romansı bir üslupla kaleme aldığı anıları...Hayatım boyunca okuduğum en bize ait öykülerden birini içtenlikle, doğallıkla ve sıcacık bir kalemle sunan bu kitap beni yıllarca bırakmadı. Ben de kitabı bırakamadım.Kitabın yeni Türkçe baskısını orijinalinin yanına koyabilmek ve arkadaşlarıma armağan edebilmek için sabırsızlıkla satışa sunulacağı günü bekliyorum. - Ayşe Kulinİrfan Organın vatanına, kültürüne, diline ve edebiyatına ta uzaklardan yaptığı bu hizmeti gecikmiş alkışlarla anmalıyız. -Talât S. HalmanKaybedilmiş sevgilerin acısını dile getiren, kederli ve olağanüstü güzellikte bir öykü; 20. yüzyılın en muhteşem anılarından biri...Caroline Moorhead, The Independent
Osmanlı İmparatorluğunun çalkantılı son dönemlerinden, Birinci Dünya Savaşının yıkıcılığına uzanan bir öykü. Varlıklı bir ailenin adım adım yoksulluğa ilerleyişinin, bir arada kalma mücadelesinin, mantığın ve deliliğin çarpıcı anlatımı.Bir Türk Ailes... tümünü göster
Bir sınır beyliğiyken İslam dünyasının en güçlü devletine dönüştü Osmanlı İmparatoruğu. XVII. yüzyılda Avrupa'dan yana dönen dengeyle birlikte 1920'lere dek süren Batı bağımlılığı başladı. Kuşku yok ki bu serüvenin en görkemli dönemi 1300 ve 1600 yılları arasındaki Klâsik Çağ oldu.
Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık, 1973'te ilk kez İngilizce yayımlanışının ardından çevrildiği tüm dünya dillerinde geniş yankılar uyandıran bu incelemede, benzersiz bir dönemin olası en bütüncül ve en yetkin betimlerinden birini sunuyor. Osmanlı'nın siyasi ve kurumsal yapılarının derinlemesine çözümlemelerini, din ve ticaret ilişkileri, yönetim ve toplumsal yapılanma üzerine kapsamlı açıklamalar ve eksiksiz bir Osmanlı kronolojisi izliyor.
Yayımlanışından yıllar sonra İnalcık'ın katkılarıyla Türkçe'ye kazandırılan bu başyapıt, hem Osmanlı tarihiyle ilgilenenler hem de uzmanlar için vazgeçilmez bir başvuru kaynağı.
Bir sınır beyliğiyken İslam dünyasının en güçlü devletine dönüştü Osmanlı İmparatoruğu. XVII. yüzyılda Avrupa'dan yana dönen dengeyle birlikte 1920'lere dek süren Batı bağımlılığı başladı. Kuşku yok ki bu serüvenin en görkemli dönemi 1300 v... tümünü göster
Aşkın, Bilimin ve Özgür Eleştirinin,Yıldızların Efendisi Ömer Hayyamın RomanıŞimdi dedi Ömer sesini yükseltmeden, hareket etme ve adım atma. Korkacak bir şey yok. Sadece kule senin etrafında dönecek.Gazalî, yüzünde hafif bir tebessümle, öylece bekliyordu. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını gayet iyi biliyordu. Bu bir şakaydı. Ansızın hızlı bir nefes aldı. Aydınlatılmış perde gözlerinin önünde dönmeye başlamıştı...Bir süre sonra kule hafif bir sarsıntıyla durdu ve Gazalî dizlerinin üstüne düştü. Yarabbi... Neler oluyor?.. Allahın izniyle... kim?.. Kelimeler ağzında dolanıyordu Hüccet ül-İslamın. Böyle büyük bir kuleyi ne döndürebilir ki? Onu dönerken gördüm. Ömer hiçbir şey söylemeden Gazalînin ayağa kalkmasına yardım etti...
Aşkın, Bilimin ve Özgür Eleştirinin,Yıldızların Efendisi Ömer Hayyamın RomanıŞimdi dedi Ömer sesini yükseltmeden, hareket etme ve adım atma. Korkacak bir şey yok. Sadece kule senin etrafında dönecek.Gazalî, yüzünde hafif bir tebessümle, öylece bekliy... tümünü göster
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyamın Semerkantında başlayan ve 1912de Atlantikte bit(mey)en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İranın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi... TADIMLIKBazen Semerkantta, ağır ve kasvetli bir günün bitiminde, kentin işsiz güçsüz takımı, baharat çarşısının yanı başındaki iki meyhane çıkmazında, Sogd ülkesinin kokulu şarabını içmek için değil, ama gelen gideni gözetlemek ya da çakırkeyif bir kaç akşamcıya saldırmak için dolanıp durur. Ele geçirilen kişi yere serilir, hakaret edilir, baştan çıkartan şarabın kızıllığını ona yüz yıllar boyu hatırlatacak olan bir cehennem ateşine sokulur.İşte Rubaiyat, 1072 yazında, böyle bir olay üzerine yazılmaya başlandı. Ömer Hayyam yirmi dört yaşındaydı ve bir süredir Semerkantta bulunuyordu. O akşam, meyhaneye mi gitmişti yoksa dolaşıp dururken rastlantılar mı onu oraya sürüklemişti? Bilinmeyen bir kenti arşınlamanın taze keyfi, biten günün binlerce biçim alışına açık gözlerle bakış... Gelincik Tarlası Sokağında bir küçük oğlan, aşırdığı elmayı göğsünde tutarak tabanları yağlıyor; çuhacılar çarşısında bir dükkânın içinde, bir kandilin kör ışığında tavla partisi sürüyor, iki zar atışından sonra bir küfür ve tıkırtılı bir gülüş duyuluyordu. İplikçiler geçidinde ise, katırcının biri çeşmenin önünde durup yüzünü yıkıyor, sonra da uyuya kalan çocuğunu öpercesine, dudaklarını uzatıp musluğa eğiliyor, susuzluğunu giderdikten sonra ıslak avuçlarını yüzünde gezdirip şükrediyor, içi boş bir karpuzu yerden alarak su ile dolduruyor ve hayvanının başından aşağıya, o da içebilsin diye boca ediyordu.Tütüncüler Meydanında, gebe bir kadın Hayyama yaklaştı. Peçesini açtığında ancak onbeş yaşında olduğu anlaşılıyordu. Tek söz etmeden, çocuksu dudaklarında tek gülümseme olmadan, Hayyamın elindeki kestanelerden bir kaçını çalıverdi. Hayyam şaşırmadı. Bu Semerkantda eski bir inanıştı. Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktır. Ömer, uzaklaşan kadına bakarken, elinde kalan kestaneleri yemeye devam etti. O sırada duyduğu bir uğultu, hızlanmasına yol açtı. Az sonra kendini, zincirinden boşanmış bir güruhun ortasında buluverdi. Kolları ve bacakları upuzun, beyaz saçları dağılmış bir ihtiyar, yere serilmiş, çığlıkları öfke ve korkudan hıçkırığa dönüşmüştü. Gözleriyle yeni gelene yalvarmaktaydı. Zavallının çevresini, yirmi kadar titrek sakallı, sopalı adam almış, az ötede keyifli bir seyirci kitlesi birikmişti. Aralarından biri, Hayyamın kızgın yüzünü görünce: Önemli değil, bu Uzun Cabirden başkası değil dedi. Ömer sıçradı, bir utanç dalgası gelip boğazında düğümlendi, kendi kendine: Cabir, Ebu Alinin arkadaşı! diye söylendi. Ebu Ali, aslında sık rastlanan bir isimdi. Ama ister Buharada olsun, ister Cordobada, ister Belhde olsun, ister Bağdatta, adı saygı ile anılırsa, kim olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bu, İbn-i Sinadan başkası değildir. Batıda Avicenne diye bilinen! Ömer onu tanımış değildi. Onun ölümünden onbir yıl sonra doğmuş, ama onu, kuşağının en büyük ustası, bütün bilimlerin üstadı, Mantık havarisi olarak kabul etmişti. Hayyam tekrar söylendi: Cabir, Ebu Alinin en sevdiği arkadaşı! Cabiri gerçi ilk kez görüyordu ama, talihsiz yaşamı hakkında bilgisi vardı. İbn-i Sina, Cabiri kendi halefi sayar, yalnız düşüncelerini sergilemedeki ataklılığını ve pervasızlığını eleştirirdi. Cabir, bu kusuru yüzünden günlerce hapis yatmış, meydan dayağına çekilmiş, son kamçılanması Büyük Semerkant Meydanında, ailesinin gözleri önünde gerçekleşmişti. Cabir bu hareketi asla unutmamıştı. Cesur, gözüpek bir adam iken nasıl olmuştu da böyle ihtiyara dönüşmüştü? Herhalde karısının ölümü yüzünden! Karısı öldükten sonra, yırtık pırtık giysilerle, sendeleye sendeleye, saçma sapan konuşarak dolaşmaya başlamıştı. Cabirin peşinden, gülüşüp bağrışan, ellerini çırpan, attıkları taşlarla onun, gözlerinden yaş akıtacak kadar, canını yakan bir çocuk ordusu giderdi.
Titanicte Rubaiyat! Doğunun çiçeği Batının Çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!Amin Maalouf, Afrikalı Leodan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğuya, İrana bakıyor. Ömer Hayyamın Rubaiyatının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 107... tümünü göster
Devlet Ana, Osmanlı kurulmadan önceki Anadolunun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, onların güçlü, güvenli, adaletli... bir devlete duyduğu ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır. Kemal Tahirin en önemli romanı olarak gösterilen Devlet Ana, onun düşünce yapısını da en iyi yansıtan eserlerinden biri sayılmaktadır.Kemal Tahir, tarihi ve toplumu hakkındaki orijinal ve sağlam görüşlerinden hareket ettiği için hem mahalli ağızları, hem Türkçenin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini hem de yeni imkanlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir. Eserlerindeki eşsiz dil ve üslup güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da görülen bu özellik Devlet Anada en yüce noktasına erişmiştir. Türkçenin unutulmuş olan dehası bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak Kemal Tahirin eserlerinde kendini göstermektedir.- Selahattin Hilav-
Devlet Ana, Osmanlı kurulmadan önceki Anadolunun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, onların güçlü, güvenli, adaletli... bir devlete duyduğu ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır. Kemal Tahirin en önemli romanı olarak gösterilen Devlet ... tümünü göster