Yurtdışında ve Türkiye'de bir sürü fana sahip ve yeni sezonda Cnbc-e'de de yayınlanmaya başlayacak olan popüler dizi Game of Thrones'ın kitabına geldi sıra. İlk baskısı 1996'da yayınlanan Buz ve Ateşin Şarkısı serisinin ilk kitabı Taht Oyunları'nı aslında Arkabahçe Yayınları iki cilt halinde basmıştı. Ama dizinin yayınlanmasından sonra doğal olarak seri iyice popülerlik kazandı ve bu kez Epsilon Yayınları kitabı yeniden tek cilt olarak ve kapağı değiştirilerek yayınladı. Arkabahçe baskısının çeviri hataları olduğu söylendiği için bu benim için iyi bir fırsat oldu tabii ve Epsilon'un baskısı çıkar çıkmaz Taht Oyunları elime geçti. 800 sayfalık kitap nasıl bitti diye merak ediyor çoğu kez insan. Aslında Taht Oyunları'nı normalden yavaş okudum ama sindire sindire okudum. Ana karakterler dışında o kadar çok hanedan ve yan karakter var ki kim kimdi diye bazen şöyle bir düşünmek zorunda kaldım. Ama bu değil ki kitap çok durağan. Aksine gayet heyecanlı, entrika ve sürprizlerle dolu epik-fantastik bir roman. İlahı bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen karakterler arasında bol bol geçiş yapılmış. George R.R. Martin'i dili ise hem edebi hem de akıcı bir nitelik taşıyor. Çevirisi de mükemmele yakın. Konuya giriş yapmak gerekirse; Lord Eddard (Ned) Stark Kışyarı'nın Lordu'dur. İki kızı, üç oğlu bir de piç oğlu vardır. (Piç; annesi Leydi olmayan gayrimeşru çocuklara verilen isim. Piçler babalarının soyadını alamıyorlar.) Kışyarı'na döndükleri bir günde Ned'in büyük oğlu Robb ve piçi Jon Kar annesi ölmüş altı ulu kurt yavrusu buluyorlar. Ulu kurtlar Starkların hanedan sembolleri olduğu için oldukça değerliler. Çocukların ısrarı üzerine Ned Stark kurtları çocukların himayesine vermeyi kabul ediyor. Bu arada eski ejderha kralı Targaryen'i devirdikten sonra tahta geçen Ned'in yakın arkadaşı Robert Baratheon da ani bir şekilde ziyaretlerine geliyor. Robert'in Ned'e Kral Eli olmayı teklif etmesinden ve Ned'in bunu kabul etmek zorunda kalmasından sonra Ned, küçük kızı Arya, büyük kızı Sansa ve bir sürü muhafız Kral Topraklarına doğru yolculuğa çıkıyorlar. Aslında onlarla gitmesi gereken ikinci veliaht Bran ise çatıdan düşüp bacaklarını kırdığı için Kışyarı'nda kalıyor. Targaryenlerin son varisleri Daenerys ve Viserys Targanyen ise tahtlarını geri alma peşindeler. Daha doğrusu Viserys bu arzusuna ulaşabilmek için kızkardeşini kullanıyor ve bir Dorthrak efendisi olan Khal Drogo'yla taç karşılığında evlendiriyor. Kitap boyunca gerçekten entrika dur durak bilmiyor. Ben ejderhaların anası Daenerys (Dany)Targanyen, Jon Kar, Robb Stark, Cüce Tyrion Lannister ve tabii ki Eddard Stark'ı çok sevdim. Birbirinden güçlü, hırslı karakterler sizi hikayeye bağlamaya yardımcı oluyor. Üstelik Martin gerçekten şaşırtacak şeyler yazıyor. Hiç beklemediğiniz anda hiç beklemediğiniz şeyler oluyor. Kısacası 800 küsür sayfalık kitap su gibi akıp gidiyor. Heyecanla takip edeceğim serilerin başında geliyor Buz ve Ateşin Şarkısı. Epik-fantaziye ara vermiş biri olarak yeniden bu türe merak sarmamı sağladı. Bana göre bu türü sevenlerin kaçırmaması gereken bir seri. Onlarca hanedan, binlerce karakter arasına kendinizi yerleştirebilirseniz içinden çıkmak istemeyeceğiniz bir keyif veriyor. İkinci kitabı Clash of Kings yılbaşından önce yayınlanılmayı bekliyormuş. Henüz izlemediğim ve artık merakla beklediğim dizisi Game of Thrones ise dediğim gibi yeni sezonda televizyonda.
Bu kitabı okuduktan sonra nasıl zombilerden tiksinebilirim? "Ölüyüm, ama bu çok kötü değil. Alışmayı öğrendim. Kendimi doğru düzgün tanımadığım için üzgünüm, ama artık ismim yok. Benimkinin baş harfi “R” idi, ama artık sadece bunu hatırlıyorum. Komik, çünkü sağlığımda hep başka insanların isimlerini unuturdum. Arkadaşım “M”nin dediğine göre zombi olmanın ironik tarafı şu ki, her şey komik geliyor ama dudakların çürüyüp döküldüğü için gülümseyemiyorsun…" Aslında Sıcak Bedenler'i almayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Sonra Maggie Stiefvater'ın yorumunu gördüm. Favori yazarlarımdan birinin böyle pozitif bir yorum yapması beni önemli derecede etkiledi ve birden kendimi elimde kitapla buldum. Ve iyiki de okumuşum diyorum. Zombilerin o bilindik "insan eti yiyen çürümüş yaratık" imajını mükemmel bir şekilde yıktı ve yazarın sevgiyi kıyamet sonrası aslında ürkütücü olabilecek bir hikayeye yerleştiriş biçimi beni kendine hayran bıraktı. Sevecen vampirlerden sonra dünyanın en tatlı zombisi R'yle de bir tanışın isterseniz. Isaac Marion'un Sıcak Bedenler'i Zombi R'nin bakış açısıyla anlatılıyor. Diğer zombilerle birlikte bir havaalanında yaşıyor R. Ve üstelik evi bir jet uçağı. Ne ismini ne de geçmişini hatırlıyor ve yaşamının oldukça boş olduğunu düşünüyor. Sürekli bunu sorgulamaktan da kendini alamıyor ama bu 'hastalık'tan bir kurtuluş yolu olduğuna inanmıyor. Amaçsızca ortalıkta gezinmeye ve acıktığında insan eti yemeye devam ediyor. İnsan eti konusunda yazarın detaylı anlatımı çoğu kişiyi rahatsız edebilir. Ama ben bunu yapış tarzına değil de arkasındaki neden ve duygulara odaklandığım için tiksinmedim. Mesela zombiler en çok beyin yemeyi seviyorlar çünkü böylece beynini yediklerini insanın geçmişine dair şeyleri kendilerininmiş gibi hissediyorlar. Zombi R de bundan bir nevi keyif alıyor. Yaşadığını ancak bu şekilde hissedebildiğini düşünüyor. Yine bir av sırasında Perry Kelvin adında genç bir adamı öldüren ve onun hayatını ve duygularını içinde hisseden R'yi sarsan bir şey oluyor. Genç adamın kızarkadaşı Julie'ye dair anıları onu beklenmedik bir şekilde etkiliyor ve ani bir kararla az önce onu öldürmeye kalkan kızı oradan, ölmekten kurtarmaya karar veriyor. Julie'yi havaalanına götürüyor. R'nin bu kurtarma eylemi ve insancıl tavırları Julie'yi şaşırtıyor tabii ki. Birkaç gün boyunca kızı evinde saklayan R, bir yandan da beyninin bir parçasını cebinde sakladığı Perry'nin anılarına gidip geliyor. Böylece Perry, Julie ve diğer Sağlar hakkında bilgi sahibi oluyor. İlk defa bir şeyler hissetmeye başladığını fark eden zombimiz yavaş yavaş Julie'ye aşık oluyor. Ve üstelik konuşmasının daha düzgün olması ve hissettiği duygular bu kızla birlikte bir şeylerin değiştiğini anlamasını sağlıyor. Julie'nin diğer Sağların bulunduğu Stadyum'a geri dönmesiyle R kendini yeniden bomboş hissediyor, zombi arkadaşı M'nin de kendisi gibi değiştiğini ona göstermesiyle R, Julie'ye yeniden ulaşmaya karar veriyor. Şiirsel bir anlatım, içinde barındırdığı harika şarkı sözleri ve tuhaf ama insanı etkileyen inandırıcı duygularıyla Sıcak Bedenler okunmayı hak ediyor. Zombileri yeniden canlandıran şeyin ne olduğunu ya da Sağların tükenmiş dünyada nasıl yeni bir hayat kurmaya çalıştıklarını kendiniz keşfedin. Bir yandan Perry'nin hissettikleriyle Sağların dünyası, diğer yandan da R'nin bakış açısıyla zombilerin dünyası bu kıyamet sonrası senaryosunda her şeyi derinden hissetmenize yardımcı oluyor. Zombileri sevmiyorum ya da tiksindirici buluyorum diyorsanız bir de Zombi R'yle tanışın. Şimdiye kadar karşılaştığım en iyi zombi hikayesi. Bu kitabı ilk başta internette yayınlamış yetenekli yazar Isaac Marion'a ve keşfedip yayınlanmasını sağlayanlara teşekkürler. Ve sizlere de keyifli okumalar.
Vay canına diyorum. Uzun zamandır şöyle bol aksiyonlu aynı zamanda da aşk dolu bir kitap olsa da okusam diyordum. Kara Melek'i iyi ki gözüme kestirmişim. Drea/Andie harika bir karakter. Her şeye rağmen ayakta durabiliyor. Katilimiz ise ayrı bir olay zaten. Onu söylemeye gerek bile yok :) İkisinin arasındaki o bağı öyle derinden anlatmış ki yazar sabaha kadar elimden bırakamadım. Kitabın ortasında yaşanılan şeyin hikayeye bağlanışı harikaydı. İlk Linda Howard kitabımdı ve çok çok beğendim. Artık gözümü kırpmadan bu yazarı alabilirim.
Yaratık Avcısı oldukça başarılı bir kitaptı. Hiç sıkılmadan okudum. Yazarı gayet yetenekli ve hayal dünyası için de ayrı bir tebriği hak ediyor. Yarattığı akla hayale sığmaz yaratıklar insanda gerçekmiş hissi uynadırıyor. Bir yandan da bu kadar detaya girebilmesi insanı ürkütüyor. Kitabın başlangıcında ölmüş bir adamın günlüğünü keşfeden bir adamla karşılaşıyoruz. Yaşamını kaybettikten sonra bulunduğu huzurevinde geriye sadece bir günlük bırakan Will Henry'nin yazdıklarına hiçkimse inanmıyor. Ve böylece yazar günlüğü bir de bizim zevkimize sunuyor. Günlüğe ve 1800'lü yıllara on iki yaşındaki Will Henry'le giriş yapıyoruz. Doktor Pellinore Waltrop'un asistanlığını yapan küçük çocuk ailesini bir yıl önce çıkan bir yangında kaybetmiş. Babasının da daha önce asistanlığını yaptığı Doktor tarafından kabul edilip hem evine hem de asistanlığına alınmış. Doktor Waltrop bildiğimiz doktorlardan değil elbet. O bir yaratıkbilimci. Diğer bir deyişle Yaratık Avcısı. İnsanların adlarını duymayı bir yana bırakın, varlıklarından haberdar dahi olmadığı korkunç yaratıkları araştırıp, bulup, gerekirse avlıyor. Onunki de babadan kalma bir meslek. Aileden kalan serveti ve babasının geride bıraktığı gizli saklılıklarla birlikte Doktor oldukça tuhaf bir insana dönüşmüş. Will Henry onu duygulardan yoksun olarak görüyor. Ve meslek aşkı her şeyin önünde geliyor. Malikanesinin mahzenini laboratuvar olarak kullanan Doktor, burada yaratıkları inceleyip, organlarını ve belki de yaratığın daha tuhaf parçalarını muhafaza ediyor. Birgün kapılarına gelen yaşlı bir mezar soyguncusunun getirdiği şeyle birlikte kitabın ilk yaratığıyla karşı karşıya geliyoruz. Yaşlı adamın getirdiği iki cesetten ilki genç bir kıza, diğeri de bir Anthropophagus'a ait. Anthropophaguslar kafası olmayan dev bir insanı andıran, ağızları karınlarında, gözleri ise omuzlarında bulunan ve insan etiyle beslenen tiksindirici yaratıklar. Genç kızın cesedine sarılı halde bulunmuş bu yaratık Doktoru çalışmaları için oldukça heyecanlandırıyor. Yaratığın her bir detayını anlatması hatta otopsisine bile geniş yer vermesi açısından kapakta da yazdığı gibi "mideniz çok hassassa okumayın." Eğer benim gibi normal bir mideye sahipseniz de o kadar da iğrenç gelmeyecektir. Dönelim konumuzuza; yaratıkların izini sürmeye başlayan Doktor ve Will Henry yaşlı mezar soyguncusu Erasmus Gray'le beraber mezarlığa gidiyor ve incelemelerine burada devam ediyorlar. Burada Gray'in yaratıklardan biri tarafından acımasızca öldürülmesiyle olaylar silsilesi hareket kazanıyor. Anthropophagusların doğal yaşam alanlarının aslında çok uzaklarda olması, Amerika'ya nasıl geldikleri konusunda hem bizim hem de Doktorun aklında soru işaretleri bırakıyor. Bir yandan da kasabada meydana gelen katliamla uğraşmaya çalışıyor yaratık avcısı ve asistanı. Kitap boyunca pek çok kez korkunç yaratıklarla karşı karşıya geliyor ve heyecanlı saheneler yaşıyorlar. Hem aksiyon, hem macera, hem polisiye, hem fantastik birazcık da gerilimin harmanlandığı bu hoş roman benim kalbim ve aklımda güzel bir yere oturdu. Tuhaf, küstah, ürkütücü diğer bir yaratık avcısı John Kearns'de hikayeye eklenince daha da sevilir hale geliyor. Bu arada kitabın sonunda yazar ikinci kitabın sinyallerini de veriyor. Birkaç baskı ve yazım hatası dışında baskısı gayet iyi ve kapak tasarımı bence yeterince başarılı. Rick Yancey'in yeni nesil yaratıkları kalıplaşmış diğer yaratıkları unutturacak türden. Ve eminim ki ileriki kitaplarda daha çok çeşit bizi bekliyor olacak. Okuyun ve onlarla tanışın.
Ve işte aylardır beklediğim kitabı da sonunda bitirdim. Etkisinden çıkmaya çalışır bir halde yazıyorum bu yorumu. Kitabımız kurtadamları konu alıyor. Ama bu bildiğimiz türden kurtadamlar değil. Yazar, miti değiştirmiş bence oldukça anlamlı ve güzel olmuş. Ürperti'nin kurtları soğuk havalarda kurt formuna geçiyorlar. Sıcak olduğunda ise yeniden insana dönüşüyorlar. Ama belirli bir zaman sonra ölene kadar öyle kalmak üzere kurda dönüşüyorlar. Hikaye Mercy Falls isimli bir kasabada, Grace adlı küçük bir kızın kurtlar tarafından ısırılmasıyla başlıyor. Grace bu olaydan sonra dönüşmesi gerekirken kurtadama dönüşmüyor. Bu da kitap boyunca aklımızda bir soru işareti olarak kalıyor. Grace, 8 yaşında ısırılmasından 17 yaşına kadar ormandaki kurtları sessizce izliyor. Özellikle de sarı gözlü olanı... Sarı gözlü kurdumuz -asıl adıyla Sam- Grace'i o faciadan kurtaran kişi. Ve o da kıza karşı platonik bir aşk besliyor. Yıllar boyunca birbirlerini izleyip duruyorlar, ta ki kasabadaki kurtlar bir oğlanı öldürüp tehlikeli ilan edilene kadar. Aslında oğlanın -Jack- ölmediğini siz de tahmin etmişsinizdir. Ama kasaba halkı öyle sanıyor ve kızgın kalabalık edasıyla kurtları avlamaya başlıyorlar. Sam, vurulup kendini zorla Grace'in evinin önüne atıyor. Kızımız canından çok sevdiği kurdunu insan olarak görünce ilk olarak bir şaşırıyor tabii. Ama hemen onun gerçek olduğuna inanıyor ve Sam'in kalacak yeri olmadığı için onu kendi odasında saklıyor. Yani Grace Sam'in bir kurtadam olduğunu biliyor. Aslında kız çok fazla şey biliyor. Kurtları hissediyor ve temel özelliklerine de sahip. Sam ile Grace tüm zorluklara rağmen birlikte olmaya çalışıyorlar ve bunu uzun bir süre de başarıyorlar. Sam'in yeniden kurda dönüşmemesi için Grace onu sıcak tutmaya çok çaba harcıyor. Ve yeni kurt Jack yavaş yavaş kasabayı karıştırmaya başlıyor. Jack, kızkardeşi Isabel'e görünüp yaşadığını, dolayısıyla da doğaüstü bir şeyler döndüğünü belli ediyor. Bunun yanında Sam'in sürüsü de bir yandan gizli işler çeviriyor. Kitapta klasik bir konu var diyebilirsiniz. Ama konuya ve yapılan aptalca reklamlara kanmayın derim. Maggie Stiefvater oldukça yetenekli bir yazar. Kitap kışın en soğuk zamanlarında geçtiğinden o soğuğu içinizde hissediyor, doğa betimlemelerine hayran kalıyorsunuz. Duyguları anlatma biçimi de cabası... Üstelik Sam'in yazdığı şarkılar ve okuduğu şiirler de harika. Sırf bunlar için bile farklı ve okumaya değer bir kitap. Maggie'nin yeteneği bu kadarla da sınırlı değil, kitabın tanıtım fragmanı da insanı etkiliyor. Fragmannı ve arka planda çalan müziğin ve de bu hayran kaldığım kapak tasarımının arkasında Maggie Stiefvater'ın imzası var.