http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/07/kitap-yorumu-scorpio-races-maggie.html Uzun bir aradan sonra yeniden İngilizce olarak okuma şansına erebildiğim ilk kitap oldu The Scorpio Races. Yeni Reeder'ım sağ olsun. Ve tabii açılışı bu kitapla yapmış olmamda Maggie Stiefvater'ın en sevdiğim yazarlardan biri olmasının etkisi hayli büyük. Kitabı okumakla ilgili hiçbir zaman şüphem olmadı. Daha önceki bir yazımda da bahsettiğim gibi, atlar, mitoloji ve Maggie üçlemesi beni çeken güçlü mıknatıslardı. The Scorpio Races, Thirsby isimli bir adada geçiyor. Thirsby'de her yıl, Scorpio Races denilen at yarışları düzenleniyor. Bu yarış, ada için çok derinlere inen bir gelenek. Her yılın Aralık ayında capall uisce diye anılan mitolojik su atları karaya geliyorlar. Bu atlar çok vahşi yaratıklar. Etle besleniyorlar ve zapt edilmeleri oldukça zor. Çoğu zaman binicilerini öldürdükleri biliniyor. Bu yüzden yarışlar aynı zamanda kan ve ölümle anılıyor. Ada insanları bu atlarla ya da sahip oldukları capall uisce ile yarışa katılıyor. Bu son derece zorlu ve kanlı bir yarış. Kitabın baş karakterleri ise Sean Kendrick ve Puck Connoly. İşe onları tanıtarak başlamak istiyorum. Puck (gerçek adıyla Kate. Lakabı olan Puck'ı kullanmayı tercih ediyor) üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu. Bir ağabeyi bir de erkek kardeşi var. Anlayacağınız gibi ailenin tek kızı, üstelik ebeveynlerini kaybetmiş bir ailenin tek kızı. Haliyle tüm sorumluluk ona yüklenmiş vaziyette. Neyse ki Puck oldukça güçlü bir kız. Zaten bu yazarın hayran olduğum özelliklerinden biri, kadın karakterleri her zaman hayata sımsıkı tutunabilen güçlü kişilikler oluyor. Puck da beni bu konuda tatmin etti. Ailesinin kaybından sonra kardeşi Finn'in ve yaşadıkları evin neredeyse tüm sorumluluğunu üstlenmiş. Tüm bu sorumluluğun altında, rahatlamasını ve her şeye daha sıkı tutunmasını sağlayan şey ise ona annesinden miras kalan dişi atı Dove. Her şey olağan rutininde devam ederken Puck'a göre katlanılamaz bir şey oluyor ve ağabeyi Gabe, kendi deyimiyle "sahip oldukları tek kuralı çiğniyor" ve onlara çalışmak için kasabadan ayrılacağını söylüyor. Puck için dönüm noktası bu oluyor. Gabe'in biraz daha kasabada kalması için, ayrıca ev sahipleri Benjamin Malvern onu evlerini tahliye edeceği konusunda tehdit ettikten sonra yarışlara katılma kararı alıyor. Elbette bu kendisi de dahil herkes için şok edici bir haber oluyor. Puck, gayet güzel at sürmesine karşın ebeveynlerini kaybetmesine sebep oldukları için capall uisceden haliyle ürküyor. Bu konuda pek çok badire atlattıktan sonra son kararı kendi atı Dove ile katılma yönünde. Sean Kendrick, kitaptaki hem en anlaşılmaz hem de tuhaf bir şekilde anlaşılır karakter. O da babasını Scorpio Races sırasında kaybetmiş; lâkin Puck'ın aksine o su atlarından korkmuyor. Hattâ yaşamasının en büyük etkenlerinden biri bu atlardan biri; kızıl aygır Corr. Sean, Corr'a kesinlikle derinden bağlı. Benjamin Malvern'in ahırlarında çalışıyor ve tek amacı bir gün Corr'u Malvern'den alabilmek. Benjamin Malvern, atını satmamakta son derece kararlı olsa da Sean onu bu konudaki ısrarıyla yarışları kazanması karşılığında Corr'u almaya ikna ediyor. “Why aren’t you going?” The question infuriates me. I demand, “Why is it that going away is the standard? Does anyone ask you why you stay, Sean Kendrick?” “They do.” “And why do you?” “The sky and the sand and the sea and Corr.” Pek konuşmayan ve vaktinin çoğunu çok iyi anlaştığı capall uisceyle geçiren Sean için beklenmedik şey Puck oluyor. Onu ilk kez Dove'un üstünde, tamamıyla vahşi ve kana susamış capall uisce tarafından sarılmış halde görüyor. Daha sonraları Puck'a yarış konusunda pek çok kereler yardım ediyor. Sean, bir de ne yazık ki sürekli karşısına çıkıp başına bela olan patronunun oğlu Mutt Malvern'le uğraşmak zorunda. Kitap, pek bilindik young-adult romanlarına benzemiyor. Kesinlikle çok farklı bir çizgide yer alıyor. Maggie Stiefvater, Shiver (Ürperti) serisinde tanıştığımız şiirsel üslubuyla yine güzel bir ziyafet çekiyor. Harika doğa betimlemeleri ve duyguların aktarımı ise benim gibileri kitabın içine hapsetmeye yetiyor. I say, "I will not be your weakness, Sean Kendrick." Now he looks at me. He says, very softly, "It's late for that, Puck" Dediğim gibi, bu türün tipik romanlarından sıkılanlar için The Scorpio Races muhteşem bir kaçış olmaya aday. İskandinav kökenli vahşi su atları capall uisceyle tanışmanızı içtenlikle öneririm. Eh, benim gibi atlara meraklıysanız zaten çoktan listeye eklemişsinizdir.
http://kitaphayvaniningunlugu.blogspot.com/2012/06/kitap-yorumu-amerikan-tanrlar-neil.html Art arda Neil Gaiman'ı okumanın verdiği keyfi size kelimelerle anlatamam. Evet, 5 kitabını, seriymişçesine, birbiri ardına okudum. Ama öyle hızla değil. Sindire sindire. Kelimeleri içime çeke çeke. Öncelikle beni bu yazarı okumam için sürekli iteleyip, moral ve gaz veren birtanecik "türdeşim"e sonsuz teşekkür etmeliyim. Birlikte Cağaloğlu'ndaki İthaki Yayınları'nın dağıtım yerini bulduğumuz için de ayrı olarak mutluyum. Bu sayede tüm Neil kitaplarıma neredeyse yarı fiyatına sahip oldum. Neil Gaiman, gerçekten eşsiz bir yazar. Sırayla Mezarlık Kitabı, Yokyer, Koralin: Gizli Dünya ve Yıldız Tozu'nu okudum, ki hepsi birbirinden güzel kitaplardı. Ve yine türdeşimin tavsiyesi sayesinde bu sırayla okuduğum için Gaiman'ın ne kadar değişip aynı zamanda aynı kalabileceğini fark ettim. Ve yine bu sayede Amerikan Tanrıları'nı sona bırakıp finali muhteşem bir şekilde yaptım. Dediğim gibi, kitap hakkında söylenecek çok şey var. Öncelikle mitoloji delilerinin bile kafasını karıştıracak cinsten bir Tanrı kalabalığı olduğunu belirtmeliyim. İskandinav tanrılarından, Mısır tanrılarına, Haiti tanrılarına kadar sayamayacağım kadar çok mitoloji iç içe geçmişti. Bu çoğu zaman kafa karıştırıcı olsa da o kafa karışıklığını yaşamak bile ayrı bir keyif veriyor. Fakat kitapta kesinlikle bir anlaşılmazlık, sıkıntı söz konusu değil. Aksine heyecan ve merak unsurları her daim zirvede. Ana karakterimiz Gölge, bir hırsızlık vak'asına karışmasının ardından 3 sene hapis cezasına çarptırılmıştır ve cezası bitmek üzeredir. Tam nasıl eski yaşamına dönüp sıradan şeyler yapacağını düşlerken, cezaevi müdürü tarafından çağrılır. Gölge, sessiz sedasız çektiği cezasında kesinlikle bir kusur bulup süreyi uzatacaklarını düşünürken çok daha farklı bir haber alır: Karısı Laura ölmüştür. Bu haberle beraber Gölge'nin erken tahliyesine karar verilir. O ise ne yapacağını bilmez bir şekilde daha önce Laura'nın ayırttığı uçak biletleriyle kendi şehrine gitmek üzere uçağa biner. Ve uçakta hayatını alt üst edecek, adının Çarşamba olduğunu söyleyen, adamla tanışır. Kitapta Gölge vasıtasıyla Amerika'yı eyaletlerinden tutun küçük kasabalarına kadar dolaşıyoruz. Ve her gittiğimiz yerde farklı biriyle, daha doğrusu tanrıyla karşılaşıyoruz. Karakter çeşitliliği bol olan bu kitapta benim en çok ilgimi çeken İskandinav mitolojisinin ürünlerinden sabahı, akşamüzerini ve geceyi temsil eden, Zorya Utrennyaya, Zorya Vechernyaya ve Zorya Polunochnaya oldu. Amerikan Tanrıları'nın üzerinde çok zaman harcandığı ve emek sarf edildiği her satırında kendini belli ediyor. Gerçekten ince işlenmiş cümleler ve kendini müthiş bir şekilde gizlemiş hikayeler mevcut kitapta. Açıkça söylemek gerekirse, pek çok kişinin de belirttiği gibi Neil Gaiman'ın başyapıtı niteliğinde Amerikan Tanrıları. Diğer kitaplarından çok daha yetişkin işi ve tüm uzunluğuna rağmen son derece akılda kalıcı. Fantastikseverlerin, hatta sevmeyenlerin bile kesinlikle okuması gereken bir kitap! Neil Gaiman'ın hayal gücüne hayran kalmamak elde değil. Bana sadece: "Sen yaz, biz okuyalım." demek kalıyor. Keyifli okumalar.
Aslında artık young-adult türünde çok ilgimi çekmedikçe okumamaya çalışıyorum. Yazarlar kendilerini tekrarlıyorlar gibi geliyor, ben de başladığım seriler dışında ve çok çok merak etmedikçe uzak duruyorum. Ancak bu kitaptan uzak duramadım. İngilizce versiyonunu gördüğüm ilk günden beri ilgimi çekiyordu zaten, Türkçesi çıkınca da dayanamayıp aldım. Okuması rahat, içinizi sıkmayan bir kitaptı. Kolay kolay kitaplardan sıkılmam zaten ama bunda yine paranormal oğlan, normal kız meselesi olsa da sıkılmadım. Aslında bakılırsa yazar yeni türü güzel oluşturmuş. O kısmını oldukça sevdiğimi belirtmek isterim. Ama kitaba bayılmadım da. Orta karardı, Paris'te geçmesi ve biraz farklı olması nedeniyle diğerlerinden ayrılıyordu. Biraz da Fransa'ya ilgim olduğu için çekmişti zaten. Şehir çok güzel anlatılmıştı, gidip gördükten sonra bir daha okumak isterim. Esas kız Kate'in kitapkolikliği hoşuma giden kısımlardandı. Esas oğlan Vincent'e ayılıp bayıldığımı söyleyemem ama o da tatlıydı. Türdeşleri ve ailesi sayılan Jules, Ambrose, Charlotte gibi tipler kitaba renk katmıştı. Genel olarak çok şaşırtıcı değildi, sadece ben zombi çıkacaklar diye beklerken ona benzer ama daha farklı bir yaratık çıktılar. Evet 'revenant' yani 'geri dönen'. İsmin Fransızcadan bulunmuş olması güzel bir detay. Bu yeni türümüz insanların hayatlarını kurtarırken ölüp daha sonra tekrar canlanan bir cins. Ama sonsuza kadar yaşamaları için arada yeniden birileri için ölmeleri gerekiyor. Kitabın isminin nereden geldiğini de anlamışsınızdır herhalde. Kate ve Vincent'ın macerası bana biraz durağan gelse de konunun ileriki kitaplarda güzelleşebileceğini düşünüyorum. Yazar umarım böyle bir fikri ziyan etmez. Serinin kapaklarına ayrıca tutulduğumu belirtmeden de duramıyorum.
Yine klasik bir Fallen notu verdim bu kitaba da. Gelelim eksilerine artılarına. Bir kere ikinci kitabından daha hızlı okudum. Belki okurken ki ruh halimden kaynaklı ama Passion'u daha çabuk bitirdim. Torment'in sonunda bir Duyurucu'nın içine girip geçmişe yolculuk yapmaya karar vermişti Luce, Passion da aynen öyle başlıyor. Luce'un giderek geçmişe, daha da geçmişe seyahat etmesi ve orada eski benlikleriyle -tabii aynı zamanda eski Daniel'lerle- karşılaşması geniş bir yer tutuyor. Fazlasıyla monoton olduğuna inandığım kızımız Luce bir şekilde eski benliklerinin içine girip onların hissettiklerini hissetmeyi öğreniyor. Bu arada unutmadan, bir Duyurucu'nın içinde tanıştığı yeni yol göstericisi Bill hikayeye birazcık da olsa renk katmış. Melankolik aşıklar iyi, güzel, hoş sayın Kate ama bana göre bu türde bir kitap eğlenceli unsurlarla beslenmeli aynı zamanda. Yazar bu açığı Bill'le kaparmak istemiş olsa da yine fazla öne çıkamıyor. Vee gelelim finale. Bu kitabı okurken sonlara doğru "Daha ne kadar geçmişe gidecek bu kız? İlk insan zamanına kadar yolu var." demiştim. Söylediğime benzer bir şekilde Luce, peşinde onu arayan Daniel'le bayağı bir geçmişe gitti. Kitabın sonu ise şaşırtıcılıktan uzaktı. (Spoiler vermemek için burayı biraz anlamsızlaştırıyorum)Birden ortaya çıkan kötü mü kötü düşmandan kahramanlarımız öyle hızlı kurtuldular ki ne oldu anlayamadım. O yüzden son kısımları hem çok tahmin edilebilir hem de aksiyon bakımından noksandı. Sevgili Lauren Kate'e son sözüm: Cam'e daha fazla yer vermelisin. İlk iki kitapta oradan buradan çıkartarak potansiyel kötü haline getirdin çocuğu. Ben o haliyle yine sevdim. Ama birden bu serideki her karakter gibi melonkolinin içine sokup nedenini de geçmişte yaşadığı -ve hiçbir duyguyu hissettirmeden anlattığın- hayalkırıklığına bağlayamazsın. 4. kitap Rapture'u sırf meraktan okuyacağımı bildiriyor ve umarım bu serinin 'gerçekten' son kitabı olur diyorum.