“Tam uykuya dalmak üzere olduğunuz o ânı düşünün. Henüz tamamen dalmadan, yarı uyanık olduğunuz o en son an. Uykuya teslim olmadan, o son çizgide, tuhaf düşler görürsünüz. Ama o sırada uyursanız, bu düşerin tümünü unutursunuz. İşte ben, o son çizgiden geçip, uyanıyor ve orada gördüğüm garip düşleri yakalıyorum. Benim yazdıklarımın bir kısmı da bu düşlerdir zaten!” diyordu Edgar Allan Poe, bir kitabında. Bu aslında, yazmak sanatı için bir tür hayalgücü sınırsızlığını anlatma çabasıydı ve biz de bunu görebilmeye çalıştık. Bütün bu deneyimler ile yıllardır öykücülüğün bize gösterdiği birkaç şeyden birisi-belki de teki- ise, öykülerin ve öykücülerin hayalgücü ile gerçeğin arasındaki “o son çizgi” sınırından geçip, gördüklerini bize anlatma marifeti olduğudur. Bahsettiğim bu marifeti sergileyen, edebiyatımızın nadir yazarlarından birisi de Buket Uzuner'dir. '55 doğumlu Ankaralı yazar, bu yazının konusu olan öykücülüğünün dışında ayrıca iyi bir romancı ve gezi yazarıdır. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden Michigan Üniversitesi'ne kadar birçok eğitim/öğretim kuruluşunda akademik kariyerinin yanı sıra modern zamanlar seyyahı da olan yazar; Kuzey Sahra Afrikası, Kuzey Amerika ve Avrupa'da uzun tren yolculukları yapıp, deneyimlerini okuyucusuna, bir başka anlatımla, dostlarına aktarmıştır. '86 yılında yayınlanan “Benim Adım Mayıs” adlı hikâyesiyle adımlamaya başladığı edebiyat yolları, günümüze dek beş hikaye, üç gezi, dört roman ve bir otobiyografi olarak ulaşmıştır. “Benim Adım Mayıs”tan bugüne öykücülüğünün dördüncü adımı -yayınlanan dördüncü öykü kitabıdır- olan Karayel Hüznü, tam da adını yansıtır nitelikte soğuk bir öykü kitabıdır. Son dönem hikayecilerinin o sözde 'içimizi ısıtan' öykülerinin yerine, Uzuner'in soğuk ve gerçek öyküleri daha kabul edilebilir. Aynı zamanda kitaba adını da veren şiir, Sivas Katliamı'nda can veren aydınlarımızdan, şair Metin Altıok'a ithaf edilmiş ve kaleme alınmıştır. Kitap bu şiirden başka üç de öyküden oluşuyor ve yazar hayalgücünün yansıttığı gerçeklik ile okuyucusuna kendi soruları sordurmaya başlıyor. Kitapta yer alan üç öyküden ilki, “Otuz Yedi Yaş” adlı öykü. Otuz yedinci yaş gününün sabahına uyandığında, bir kadının kendi öziradesini sorgulamasıyla başlayan öykü, tam bir 'toplumcu alışkanlıklıklar' eleştirisi üzerinden gidiyor. Evli, üç erkek çocuk sahibi kadın, evlenmeden önceki ve evlendikten sonraki hayatı arasında çözümlemelerde bulunmaya ve toplum tarafından belirlenmiş, bilinen evlilik desturlarının saçmalığı ve yozlaşmışlığı üzerinden çıkarımlar yapıyor. Öykünün ilerleyişi ve gelişimi bir kadının, kadın olmaktan başka, anne, eş, çocuk bakıcısı, aile saadetinin yegane koruyucusu gibi özellikler barındırma zorunluluğu ile şekilleniyor. Otuz yedinci yaş gününün sabahında ise geçen günlere rağmen ayrıksı bir hisle uyanacaktır. Gitmek istiyordur, her şeyi bırakıp gitmek. Ancak yine de gidemeyecektir. Yeniden gözden geçirmesi gereken şeylerin olması ve yine toplumsal sorumluluklar alması gerektiği fikri yeniden zihnine yerleşince, bu sefer gitmek için planlar yapacak ve uygulamaya koyacaktır. İşlerin yolunda gitmemesi ise ona gitmeden de bir şeyleri değiştirebileceğinin farkındalığına kavuşturur. Bazen gerçekleşebilecek basit bir hata(?), dönülmesi daha zor bir hatadan geri dönmek zorunda kalmamanızı sağlayabilir. İkinci öykü ise yine aile içi ilişkileri konu alan, iki kız kardeşin yaşadığı/yaşayabileceği olayları anlatan bir öyküdür. Çocuksu dünyasında oyunlar oynayan, içine kapanık bir kız çocuğu, ailesi ile olan bağlarını belirli bir seviyede tutan, karamsar, çözümlemesi zor, denge terazisi şaşmış bir ruh halinde bulunan anne, işten eve her zaman geç ve yorgun dönen bir baba, 'ailenin ayakta kalan asil bir üyesi' olan çocuk bakıcısı Ünzile, “İkizlerden Biri” adlı öykünün başlıca kahramanlarıdır. Diğer öyküde de olduğu gibi aile içi ilişkilere bir eleştiri niteliği taşısa da bu öykü daha çok bir çocuğun gözlerinden dış dünyaya bakmanın masumiyetini ve önyargısızlığını dile getirir. Öykünün etrafında döndüğü mektup olayı, ölüm ve sonsuzluk kavramları hakkında bir tane bile kesin ve doğru çözümlemesi bulunmayan bir çocuğun, bu konuda çıkarımlar yapma arayışında olmasıyla ilintilidir. Çocukken kurulabilecek en büyük hayalin bile maddi küçüklüğü, çocuksu isteklerin ve dışavurumcu hislerin garipliği, bir bakıma, yozlaşmakta olan ve yozlaşmaya devam eden çocukluğumuzun tasviri gibidir. Ayrıca öyküde yer alan Ünzile karakterinin adının anlamını öğrenmek için başladığı 'eğitim' sürecinin, öğrenme açlığı ile devam etmesi ve toplumun önceleri bu duruma şaşırıp, daha sonra kabullenmesi de kent-taşra oksimoronuymuş gibi görünse de temelde bir toplum eleştirisi niteliği taşımaktadır. Sezin'in öyküsü devam ederken, çocukça yaptığı tespitler her ne kadar gülümsetse dahi, biz yeni çağ şizofrenlerinin öyküsüne de ışık tutuyor ve öykü biterken yazar okuyucuyu tabiri caizse buzdan bir duvara çarpmışçasına soğuk bir acıyla tanıştırıyor. “Bütün K Harflerinden Uzak” öyküsüyse, insanın kendine dışardan bakma cesaretini sorgular cinsten bir anlatım sürecinin ta kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Bir barda oturan üç arkadaşın ve onların yan masasında oturan 'doksan bir dolunay yılı' yaşında birisinin, onlar hakkında vücut hareketlerinden ilham alarak, onlara karakterler oturtmaya çalışma çabası ile başlıyor, öykü. Türkiye'nin yaşadığı ve Kadıköy'ün her yerden daha yoğun yaşadığı bir zamanın bohem yıllarını anımsatan bir ortamda -ve hatta “Kaybedenler Kulübü” filminde de söylendiği gibi, “bu bizim altmış sekimiz herhalde” - belki on, belki on beş yıl önce yaşanmış bir YAZ mevsiminin hayali ile sohbet eden iki erkek bir kadının karakter tahlilleri, yine tam da bir yazardan beklendiği üzere, gerçekçi gözlemlerle sunuluyor. Her zaman hayali kurulan ama hayatın bir türlü izin vermediği isteklerin gerçekleşmesi adına bir çaba içine girmenin gerekliliğinin irdelendiği öykü, yazarın artık tarzı haline gelmiş, okuyucuyu şaşırtma eylemiyle son buluyor. Toplumun bize giydirdiği sorumluluk elbiselerinin bize dar gelmesinden olsa gerek; öykü, sorumluluklarını birkaç saatliğine de unutmak isteyen insanların ortak paydası olmak için yazılmış, sanırım. İnsanın toplum ve kendisiyle olan organik bağlarının eleştirilmesi, değiştirilmek istenmesi, hiç olmazsa “bu kuralları kim belirliyor” diye sorması açısından, bu kitap tam bir kılavuz niteliği taşıyor. Bir zamanlar toplumcu gerçekçilik adı altında, sosyal hayatın bir ideoloji ve felsefe ile yoğrulması gerekliliğini belirten insanlar gibi, edebiyat ve onun meyvesi öykü; bireye kendi yaşadığı sosyal çevre ve ortamın sorgulanması gerekliliğini hatırlatmaya çalışıyor. Buket Uzuner de bize bu sorgulama için Karayel Hüznü'nü yazmış olacak ki, siz de sorgulamaya ve değiştirmeye hazır olun! --- 26.11.2011 - BirGün Kitap'ta yayınlanan yazımdır. Onur Koçyiğit
Uyanıyorum küstah sözcüklerle Ey, iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini Gördüm ben! Düşü ne biliyorum / Nilgün Marmara Amerika'nın ve Avrupa'nın bütün ünlü caddeleri ile bütün arka sokaklarının arasında yaşanan bir bohemin satırlara aktarılması, tahmin edilebileceği üzere çok zor -yani gerçekten zor- bir iştir ve bunu başarmak da büyük bir öğünç kaynağıdır, sanırım. Truman Capote bu yolda ilerledi ancak yolun sonunu göremeden bilinen evreni terketti. Buralardan gitmeden önce de bildiği evreni, kendi dünyasını, yaşadığı sosyo-kültürel değişim ve ilerlemeyi/gerilemeyi, bir yazardan tam da beklendiği üzere, gözlemciliğinin el verdiği gerçekçilik ile kitaplarına taşımayı bildi. “Kurgu olmayan romanlar” paradigmasıyla kaleme aldığı Kabul Edilmiş Dualar kitabı da az önce belirttiğim gibi, yaşadığı sosyo-kültürel çevrenin bireylerini, olgularını, düşünce yapısını, çarpıklığını, düzensizliğini ele alan bir novelladır*. Tiffany'de Kahvaltı kitabında da dile getirdiği, çaresizlik, yüzeysellik, umursamazlık, gündelik yaşamın sıkıntılı ve bunaltıcı hissi, toplum içinde kendini yalnız ilan hissetmek, bir dönemin yani Truman Capote'un yaşadığı açmazın yansımasıdır. Zaten '58 yılında kitap yayınlandığında henüz 24 yaşında olan yazar, daha önce yazdığı öykülerle ünlenmiş ve sosyeteye hızlı bir giriş yapmış olsa da ailesiz büyümüş olmanın, New York arka sokaklarının acımasız ve soğuk yüzüyle erken tanışmış olmanın verdiği hayat yorgunluğuyla bulunduğu toplumu yadsımaktadır. Her ne kadar okuyucuya bunu birebir yansıtıp, karamsar bir havaya girmesine neden olmasa da Capote dile getirmediği bir duygunun yok sayılacağı düşüncesinden sıyrılalı çok olmuştur. O artık sosyetenin ve burjuvazinin çarpık düzeninin bir parçasıdır ve buna itiraz etmeye ne gücü ne de isteği vardır. '66 yılının Ocak ayında Random House yayınevi ile imzalatığı sözleşmede Kabul Edilmiş Dualar adıyla yazacağı yeni kitabının konusunu editöre şöyle açıklıyordu; “Bu roman, diyordu Truman, Proust'un başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde'nin çağdaş bir eşdeğeri olacak ve gerek Avrupa'daki gerek ABD'nin doğu kıyılarındaki -kısmen aristokrat, kısmen kafe sosyetesinden- çok zenginlerin küçük dünyasını gözler önüne serecek.” ** Şayet Truman tam da söylediği gibi yaptı ve gördüğü bütün gerçekleri bütün çıplaklığıyla kağıda döktü. Gerçek anlamda bir çıplaklıktı bu, zira ünlü Amerikan şair Dorothy Parker'dan, İngiliz aktrist Estelle Winwood'a, Hicthcock'un gözdesi aktrist Tallulah Bankhead'den Hollywood'un yakışıklı ağır abisi Montgomery Clift'e, Columbia Pictures'in kurucularından Harry Cohn'dan Prenses Margaret'e kadar herkesin “gerçek” kişiliğini gözler önüne seriyordu. Liste yalnızca bunlarla sınırlı kalmıyor, onlarca ünlü insan, Capote'un yazılarında kendine yer buluyor ve eleştiriliyordu. Capote, edebiyatçı meslektaşlarını da unutmamış ve onları da listeye almıştı, J.D Salinger'ın katil olduğunu, Samuel Beckett'in ise bir süre jigolo olarak bu tüketici ve burjuva toplumunun bir parçası olduğunu yazmıştı. Dediğini yapmıştı ve toplumun üst kesimlerinin arka bahçelerini talan etmişti. Saydığım ve say/a/madığım birçok ismin zaaflarını, çocukluklarını, yanlışlarını, yalancı yüzlerini ve en önemlisi cinsel tercihleri ve topluma karşı riyakârlığını kaleme alan Capote kendisi hakkında da acımasızdı. P.B. Jones adıyla vücut buldurduğu karakterin yaşadıkları tam bir skandaldı. Jigololuk yapıyor, erkeklerle yatıyor, eş değiştiriyor ve sürekli bunlardan kaçmaya çalışıyordu. Zaten afişe ettiği bütün karakterlerde tek ortak nokta vardı: Toplumun değerleri ve bulundukları sosyal çevre. Bu orjinde yapılanların tamamı ahlakdışı -topluma göre- ve kabul edilemezdi. Bunları yazmak ise hiç kabul edilemezdi! Bütün bunlar olup biterken tahmin edebileceğiniz gibi T. Capote yazmayı sürdüremezdi ve öyle de oldu. Yazılarda kendine yer bulan/bulmayan herkes ona sırtını döndüğünde o yılmamıştı ve şöyle sesleniyordu “Ne bekliyorlardı? Ben bir yazarım ve her şeyi kullanırım. Bütün bu kişiler benim sırf onları eğlendirmek için mi varolduğumu sanıyor?” Duruma itiraz etti ancak sonu başından belli olan bu süreç, onu, zaten yaşamı boyunca yalnız yaşamış bir adamı artık yapayalnız bıraktı. Henüz Kabul Edilmiş Dualar kitabının ilk üç*** bölümünü yazmıştı ama tepkiler üzerine durmak zorunda kaldı. Ancak Random House ile yaptığı anlaşmaya göre hala yazması gereken bölümler vardı ki zaten bu yayınlanan bölümler basılı bir kitap halinde değil, dönemin ünlü dergilerinden Esquire'da yayınlanmıştı. Yayınevinin editörü ve kendisi dahi kolayca söyleyemese bile sanırım hayatındaki tek gerçek arkadaşı Joseph M. Fox, ile gerçekleştirdiği görüşmelerde kitabın diğer bölümlerini yazdığını, ona kısa zaman içinde ileteceğini söylüyordu. Nitekim '77 Eylülünde Kabul Edilmiş Dualar kitabı için yazmayı bıraktı. Yazdıkları yüzünden daha da yalnızlaşan yazar, tamamen toplumdan izole bir hayat sürmek zorunda kaldı. Bu süreçte yeni yazılar kaleme aldıysa dahi hiçbiri bulunamamıştı ve ondan kalan bu kitap hakkındaki görüşlerimi ise kitabın ilk sayfasına yerleştirdiği, Azize Teresa'dan alıntı sözler özetliyor; “Kabul edilmiş dualar yüzünden, kabul edilmemişlerden daha çok gözyaşı dökülmüştür.” * Edebiyat çevrelerince “resmi” olarak kabul edilmese de, öyküden uzun, romandan kısa yazın türü. ** Joseph M. Fox -1987 / Kabul Edilmiş Dualar – Editör Notu / Sel Yayıncılık s. 7. *** Aslında editöre gösterdiği, “Mojave” adlı bir 4. bölüm de hazırmış ancak T. Capote bu bölümün, Kabul Edilmiş Dualar kitabında yer almasını uygun bulmamış ve Bukalemunlar için Müzik kitabında yayınlatmış. 24.12..2011 tarihinde BirGün Kitap'ta yayınlanan yazımdır.
Yıllar yılı Türkiye coğrafyasındaki yazın çevrelerinin uzağında kalmış olsa da polisiyeler artık bu topraklarda da kaleme alınmaya başladı. Yeniliğe ve yenilikçilere hep “öteki” gözüyle bakmış edebiyat çevrelerinin de kabullenmesiyle artık okur da yazar da polisiye konusunda istediği kadar özgürce davranabiliyor. Bir yandan edebiyatın soğuk ve kanlı tarafına yüzümüzü dönüyor olsak da, diğer yandan sadece İngiliz ve Amerikan edebiyatında görebildiğimiz yeraltı dünyası ve onun kültlerinden oluşan kirli yüzüne “merhaba” diyoruz. Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek zorunda olduğumuz düşüncesiyle, ilkokul bilgisinin Cinayet-i Esrar'ı (Ahmet Mithat Efendi), lise yıllarının popüleri Ahmet Ümit'i ve üniversite günlüklerinin Pınar Kür'ü bizim için polisiyeye dair çok şey ifade ettiğini de belirtmeliyiz. Onlardan öğrendiğimiz polisiye kurgunun, artık daha uzun soluklu ve yerel bir anlatımına şahit olmak ise bizi “bildiğimiz” kavramın dışına itiyor. Emrah Serbes'in kitaplarının tv dizisine dönüşmesi ve bu sürecin bir sinema filmi ile taçlandırılması tesadüfi değil, aksine tamamen okurumuzun (ayrıca izleyicimizin) bu topraklarda varolmuş/olabilecek olan polisiye arayışının bir tezahürüdür. İşte bu paralelde, edebiyatımıza ve polisiyemizin gelişimine önemli katkılarda bulunan ve umarız ki uzun yıllar katkıda bulunacak bir yazardan, Mehmet Murat Somer'den ve onun kitabından bahsetmek istiyorum. Yazarın kitabı “Huzur Cinayetleri” ilk baskısını 2004 yılının Temmuz ayında yaptı ve polisiye okurunca çok çabuk kabul gördü, zira “Hop-Çiki-Yaya Polisiyeleri” başlığıyla beş kitaplık bir seriye dönüştü ve yeni kitapları da basılmaya devam ediyor*. Bilinen polisiye kavramını değiştirdiğine yönelik çıkarımlar yapmadan önce yazarın geçmişini araştırmanın gerekliliği ile bir polisiye okuru olarak görevimizi yerine getirmemiz gerekiyor. Kendi ifadesiyle, “1959 doğumlu yazar hâlen 27 yaşında olup, yazları Rio'da yaşamakta, yazarlık ve yönetim danışmanlığının yanı sıra reiki master olarak hayatını sürdürmektedir.” Onun anlatımının dışında Ortadoğu Teknik Üniversitesinde mühendislik eğitimi almış olan yazar, bir süre mühendislik yapsa da kariyerini uzun süre bankacı olarak sürdürmüştür. Daha sonraları kurumsal şirketlerde eğitim danışmanlığı, çeşitli televizyon dizilerine ve sinema filmlerine senaristlik ve danışmanlık yapan yazarımız gazetelerde röportör olarak da görev almıştır. Klasik müzik çevrelerince kabul ve itibar gören dergilerde, müzik eleştirileri yaptığı, yazılarını yayınlattığı da bilinen birkaç özelliğinden birisidir. Brezilya, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Polonya ve Amerika dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde kitaplarının çevirisi yayımlanmakla birlikte, kaleme aldığı konular ve polisiye konusundaki yeteneğiyle de geçtiğimiz mart ayında yayınlanan, Uluslar arası Polisiye Yazarlar Birliği’nin Kuzey Amerika Birimi tarafından hazırlanan, yabancı dillerden İngilizceye çevrilen nitelikli polisiye romanlar listesinde de “Jigolu Cinayeti” kitabıyla kendine yer bulmuştur.** Bu çok yönlü hayatın edebiyatına yansıması tahmin edilebileceği gibi, birebir olmuştur. Hop-Çiki-Yaya Polisiyelerinin başkahramanı Burçak Veral, yazarın anlatımıyla “zekâsı ve azmiyle, vahşice işlenen seri cinayetlerin üstesinden gelen, eğitimli, kültürlü, sanattan anlayan, yaşamdan zevk almasını bilen, tutkulu, bakımlı, atletik yapılı, gerektiğinde 'aslan gibi delikanlı' bir travesti” olarak karşımıza çıkar. Tüm bu meziyetleri yetmez gibi dünya üzerinde sistemine giremeyeceği bilgisayar ve web sitesinin az olduğu usta bir hacker, aynı zamanda bar sahibidir. Karakterin “her yerde eli var” görüntüsünün arkasında açıkçası bir Türkiye realitesi de gizlidir. Truman Capote'un Kabul Edilmiş Dualar kitabında yaptığı, toplum tarafından tanınan ve saygı gösterilen ünlülerin ruh dünyasının ve yaşamının radikalliği ve sıradanlığın dışında yaşamları da cesurca ve isim gösterilerek yansıtılır. Sahibi olduğu travesti barına gelip giden “ünlü” listesi azımsanamayacak kadar uzundur ve gizliliği esas alan kahramanımız zorunda kalsa dahi kimseyi afişe etmeyen, prensip sahibi bir işletmecidir. Kitapta işlenen konular da öyle suya sabuna dokunmaz cinsten değil, aksine toplumumuzun değerleri ve ahlaka uygun yaşantısı(!) konusunda kırmızı çizgili, kesin tespitlerden oluşmaktadır. Taksi şoförü Hüseyin'in delikanlılığın kitabında yazmayan farklı cinsel tercihleri, emniyet müdürü arkadaşı Selçuk'un kendisine karşı kuşatmacı tavrı, mahallelinin kendisine bakışı, travesti piyasasında(!) lafı dinlenir oluşu ve bir bakıma ortamın ablası olması, toplumun cinsiyetçi ve ayrılıkçı tavrı bu tür tespitlerin yapıldığı bazı içerik özetleridir. Kahramanımızın Audrey Hepburn zaafı dışında -ki sapkınlığa varan bir zaaf bu- entelektüel bilgisi ve kişisel gelişim kitaplarına taş çıkarırcasına insanların davranışlarına dair çıkarımları ve insanlara yaklaşımı kitabın hiç bitmemesi ve bu delikanlı travestinin sonsuza dek bize bizi anlatması dileğini uyandırmasına neden olur. Bütün bu iyimser ve mükemmeliyetçi övgülere rağmen zaaflarını da özeleştiri kıvamında okuyucunun yorumlamasına izin vermekten de beri durmaz. Ruhsal durumları normalin altında/üstünde yer alan düşmanlarının da kahramanımızın maceralarındaki yeri inanılmaz derecede yol göstericidir. Huzur Cinayetleri'nin çıkış noktası olan, toplumun; doğru bildiği yanlışların dile getirilmesi fikrine alışkın olmaması ve bunu dile getirenleri de bağnazlık derecesine varan bir yargı ile cezalandırma olgusu, bizim reiki ustası dedektifimizin uykularını, dolayısıyla da huzurunu kaçırır. Bunu da kitabın giriş sayfasında, başka bir eserden alıntıladığı bir cümleyle aktarır: “Daha rahat öldürebilmek için insanın bağnazlığa varan ideal bir sevgi duyması gerekir.”*** Ayrıca bu huzur kaçıran kişi yalnız da değildir. Yani bu sefer çok bilinmeyenli bir denklemi çözüm tahtasına yatırması, alıştığının aksine sadece kendisini değil de dostlarını da hedef alan bir sapık katiller güruhuyla muhattap olmak zorundadır. Büyük bir toplum eleştirisini komik ve genelde trajikomik olarak dile getiren M. Murat Somer, kahramanında da imgelerini bu yönde oluşturarak, okuyucuya özeleştiri yapmak ve değişmek gerektiği fikrini aşılamaya çalışır. Bilinen polisiye kavramının dışında daha az kan, ceset ve cinayet aleti olsa da kitabın heyecanı ve sürükleyiciliği -yazarın anlatıcılığından olsa gerek- gerilim ile değil de merak ile gelişen bir süreç yaratır. Tüm bunların ışığında Burçak Veral'ı tanımak, entelektüel bilgisinden yararlanmak ve yazarımız Mehmet Murat Somer'in bize anlatmak için çaba sarfettiği derdini anlamak, okuyucunun bu kitap için ilk beklentileri olmalıdır. İşin edebi yönünü düşünecek olursak eğer, polisiye hakkında bu coğrafyada yazılanlara dair ne biliyorsanız unutun. Sabitfikirli olmayın ve M. Murat Somer'in dile getirdiği gibi, toplumun doğru bildiği yanlışları keşfetmeye hazır olun. Ve ufak bir tavsiye; kitabı okumaya başlamadan önce birkaç klasik müzik cdsi edinin, zira Burçak'ı bu konuda kıskanmamak için insanın hiçbir nedeni olmuyor. *Huzur Cinayetleri, Hop-Çiki-Yaya Polisiyeleri serisisin 4. kitabıdır. ** "Polisiye yazarl listesinde iki Türk yazar " haberi. *** Michel de Castillo'nun La tunique d'infamie (Utanç Gömleği) s.20 --- 16-11-2011 tarihinde SabitFikir'de yayınlanan yazımdır. Onur Koçyiğit.