Biz, adına insanoğlu/kızı denilen varlıkların dünyası kesinliklerden oluşmadığından olsa gerek, bizim için belirsizlikler çok tedirgin edicidir. Hayatımızın herhangi bir parçasında oluşabilecek ufacık bir belirsizlik dahi bizi telaşlandırmaya ve endişeye sevk etmeye yetecektir. Bir tür iç hesaplaşma da diyebiliriz fakat bu durum toplumsal bir hâl almaya başladığında, hayatın sorgulanması ve bilinen kuralların tekrar gözden geçirilmesi gerekliliği ortaya çıkacaktır. Bu sürecin başlayacağı yer ise yaşamın içinde yer alan bariz tezatlıkların farkındalığının yaşandığı ilk anda belirecektir. Vüs'at O. Bener her ne kadar hayatın kesinliğini ve keskinliğini birarada yaşasa da aradaki sırat köprüsü kıvamındaki ince çizgiyi erken farketmiş ve bunu farkındalığını da ömrü boyunca boynunda taşımış bir yazardır. Bir kurgucu ve kuralcı yazar olmaktansa kendi kuralları ile yazmayı yeğlemiştir. '93 yılında -ölümünden 12 yıl kadar önce- aldığı Yunus Nadi Yayımlanmamış Öykü Ödülü ile gün yüzüne çıkan Siyah-Beyaz* öyküsü, adına da yaraşır nitelikte bir karşıtlık ve kısacık bir metinle nasıl olur da izlenimsel bütün tezatlıkların ortaya çıkarılabileceğinin kanıtı niteliği taşımaktadır. Aynı yıl yayımlanan bu öykü kitaba da adını vermiştir ve bununla birlikte toplam 17 öykü olarak YKY yayınlarından basılmıştır. Klasik öykü tanımına pek uymayan ve aykırı yazımıyla dikkat çeken Vüs'at Bener, ödül aldığı ya da almadığı birçok öyküsüyle okuyucuyu ve kendini anlamaya çalışmıştır. Zaten kaleme aldığı öykülerinin konularının da daha çok toplumsal ve politik konular olması, hayatın içinde var olan ve zamanın sonuna dek var olmaya devam edecek olan insanın temel felsefi sorunlarının da tekrar masaya yatırılmasına neden olmuştur. Yazılarında kendi hayatına sık sık yer vermesi, yaşadığı döneme ve o dönemin insanlarına tanıklık etmesi açısından fazlasıyla önemlidir. Kitapta yer alan öykülerden Cezaevi Günleri, '60 döneminin bir bakıma aynası olmuştur. Sibel Oral'ın Sait Faik için söylediği “Bir asker eski palto giyemez mi?”** yıllar sonra Bener tarafından da onanmış, rütbeli bir subay, komünist olduğu iddiasıyla tutuklanmış ve cezaevine konmuştur. Aslında birkaç arkadaşı dışında kimseye itiraf etmese de komünist olmaya çalışmaktadır, fakat bu nedenle tutuklanmak ve cezaevine konmak ona, hayatındaki kişileri ve onların yaşamındaki yerlerini sorgulamasına neden olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca cezaevinde de olsa komün hayatın sürdürülmek istenmesi de onu yine ideolojik sorgulamaların ve doğrulamaların eşiğine götürecektir. İçeride geçirdiği yıllarda kendisiyle mahpusluk eden, Sinan Cemgil'in babası Adnan Cemgil'e ve Kore Birliği şehitlerine ithaf edilen bu öykü, o dönemde tutuklanmış ve yargılanmış birçok isme de selam göndermektedir. Anti-militarist mesajları ve Kore'ye gidip Hemingway'in yaptığı gibi orada yaşadıklarını ya da yaşayabileceklerini yazacak, bir yazar olmayı isteyecektir. Fakat devlet ve ordu, bir asker olmasına rağmen ona bu şansı ve hakkı tanımayacaktır. Yazarların dünyasının büyük bir alanını kaplayan kadınlar ve erkeklerin onları çözme çabası, Bener tarafından da sıklıkla dile getirilen ve işlenen bir konudur. Bu ve buna benzer birçok medeni ahlak(!) konusunda o zamanda bu zamanda eksik ve ilkel olan toplumumuzun eleştirisi birçok öyküsünde kendine yer bulmuştur. Akranı öykücülerden ayrık tarzı da bu tür eleştirilerini daha cezbedici kılmıştır. Eski karısına/kocasına takıntılı bir çiftin değerlendirildiği Kırık Fincanlar adlı öykü, Bener'in “farklı” öykülerinden nadide bir örnektir. Ana karakterin ağzından dillendirdiği iç hesaplaşmalar ironi ve trajikomiklik arasında gidip gelmektedir. Öykünün bir yerinde, kitaba arka kapak yazısı da olacak bir şeyler karalar; “Vicdan da kim? Ne işi var aramızda? O yüzden yürümeyecek öykü. Acıklı güldürü, tutmuyor melodramın karşılığını. Cinayet eksik, zayıfladı kurgu. Merakta bırakmalı seyirciyi. Ama ben sıkıldım, içim karardı, keçileri kaçıracağım neredeyse. Yazık değil mi okurlarıma: Şöyle bir tasarım nasıl? Sinirlenip yırtıyorum yazdıklarımı, iki tablet uyku ilacı, doğru yatağa! İyi de, millet sokağa dökülmüş, ellerinde pankartlar. 'Sorumlusun arkadaş! Diyeceğin yoksa ne demeye soyundun yazarlığa?” Görülebileceği üzere “eleştirmek” kavramından anlaşılması gereken her şeyi anlayan yazar, öykünün tam ortasında kendini eleştirmek ve dolayısıyla topluma da eleştiri getirebilmek için, okuyucuyu kendi kişisel sorunları üzerinden etkileyebilecek güçtedir. Cümleleriyle ağzınızda bıraktığı buruk tat, bir bakıma onun kural-dışı yazarlığının, okurunun da klasik okur olmaması için çabası ile örtüşür. Bir şekilde apolitize edilmiş yaşamların da tanığı olan yazar, daha önce de belirttiğim gibi Sait Faik'e öykünmüş olacak ki; gündelik hayatın koşuşturmacası içinde yer alan öğelerden birkaçını da cımbızla seçip, okuyucunun zihin tahtasına büyük harflerle yazmıştır. Yaşarken farkında dahi olmadığımız ve aslında hep yaptığımız davranışların gözlemi yazarın elinden sanki bunları biz değil de başka türden canlılar yapıyormuş etkisi yaparak karşımıza çıkıyor. Nefesinizi toparlamanıza fırsat bırakmayan öykülerin arasında serpiştirilmiş bu türden öyküler kitabın emniyet sibobu gibi duruyor olabilir ancak bir bakıma sorgulamalarla “bunalttığı” okuyucuyu biraz rahatlatmak adına yazarın bir oyunculuğu olarak addedilebilir. Zaten somut olaylar içinde soyut duyguları belirtmek Bener'in kaleminin ayrıksı bir özelliği olarak da görülebilir. Kişisel görüşüm, onu öykünün Oğuz Atay'ı yaptığıdır. Anlatmak istediğim burada onları kastetmekten çok, Oğuz Atay gibi okurumuzun geç farkettiği ve farkettiği sıralarda da kaybettiği bir yazar olmasıdır. Alabildiğine devrik cümlelerinin arkasında aslında kendisiyle bir sorunu olan ve bu sorunu çözmek için de sorduğu sorulara okurlarıyla beraber cevap arayan bir yazarın gölgesi vardır. Çocukluğunu dahil hayatının tamamına yakınını eksik ve çalkantılı yaşamış bir neslin, terk-i diyar eylemeden önceki son sorgulayışlarına tanıklık etmenin bir faydası olacağına inanan birisi olarak, geçmişi ve günümüzü Vüsat' O. Bener'den dinlemenin tam zamanıdır. Belki de buna inanmıyorsunuzdur, o zaman onun satırlarıyla bitirelim; “Yolculuk edilecekse geçmişe, tek başıma çıkarım sehpaya.Tanıklara gerek yok.”*** * Öyküyü Turgut Uyar'a ithaf etmiştir. ** http://www.sabitfikir.com/dosyalar/bir-asker-eski-palto-giyemez-mi *** Vüs'at O. Bener – Siyah-Beyaz – YKY – sf 66. --- 23-12-2011 tarihinde SabitFikir'de yayınlanan yazımdır. Onur Koçyiğit
Yaşama ve onun getirdiklerine anlam verme arayışında olan bir yazarın, Tezer Özlü'nün satırları yalnızca Simav'dan Zürih'e kadar uzanabildi. Edebiyat dünyasının “özgürlük arayışı” kaidesiyle yazan kalemlerinden olan bu kadın; “hayatın içinde ne denli bir yolculuğa çıkarsak tam olarak istediğimiz yere varmış oluruz ya da hala varmak istediğimiz odağın başlangıcında mıyız?” sorusuyla yazdı ve yaşadı. İşte tam bu noktada, kitaptan bahsetmeden önce, basit bir anlatımla, deli dahiliğinin gölgesinde olan yazarın hayatını bilmemiz gerekiyor. Kütahya'nın Simav ilçesinde doğan yazar, on yaşında İstanbul'un sokaklarını adımlamaya başlar. Avusturya Kız Lisesi'nde bir soluk eğitim alsa da yarıda bırakır. Arayış kavramı bir süre sonra ona yolculuğu çağrıştırır ve '62-'63 yıllarında Avrupa “otostop” yolculuğunu gerçekleştirir. '64 yılında Adalet Ağaoğlu'nun kardeşi, tiyatrocu ve oyun yazarı Güner Sümer ile Paris'te tanışır ve evlenip Ankara'ya yerleşir. Bu süreçte Özlü, Almanca çeviriler yapar. '67 yılında Sümer'den ayrılıp, tekrar İstanbul'un yolunu tutar. '67-'72 yılları arasındaki periyot onun için “psikolojik tedavi ve rehabilitasyon” süreci olarak anlam kazanır. Akıl hastanelerinde yattığı günlerde “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı ilk romanını kaleme alır.(Bu kitap yayımlanmak için '80 yılını bekleyecektir) Daha sonra Erden Kıral ile kısa bir evliliği olacaktır. '81 yılında gittiği Berlin'de Hans Peter Marti ile tanışır ve '84'te onunla evlenip, Zürih'e yerleşir. Kaotik yaşamı süresince “hiçbir yere bağlı olmamak” fikri, onun için, yaşamı bir tür “gitmek” ve trenleri de gidebilmenin ve özgürlüğün simgesi haline getirmiştir. Belki de sırf bu yüzden ya da bu durumu hiç düşünmeden Avrupa'yı tavaf etmiştir. Yaşamı, gitmek olarak anlamlandıracak kadar özgürlüğüne düşkün olan yazar, “gittiği” yerlerde de birçok toplumsal ve kültürel çıkarımlar yaparak, kitapta bunlara yer vermiştir. Yabancılaşma ve toplumdan ayrıksı bir yaşam sürme isteği, gündelik ve popülist imajlar, toplumun dinamikleri, hayatın kuralları ve savaş karşıtlığı kitapta yer alan en baskın öğeler olarak sayılabilir. En baskın serzeniş ise, yolculuğun da getirdiği gözlem görüngüsünden olsa gerek, köyden kente, Ortadoğu'dan Avrupa'ya göçtür. Göç onun için öyle bir sorundur ki, kitabın bir bölümünde şöyle bahseder: “Çağımızın en büyük acısının, yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğuna inanıyorum.” Berlin-Hamburg-Prag-Viyana-Zagrep-Belgrad-Niş-Zagrep-Trieste-Torino ekseninde gerçekleştirdiği yolculukların tamamında Türk göçmenlerden ve onların o “öteki” oldurulmuş olmaktan yaşadıkları zavallılığı bir seyyah edasıyla birebir anlatmıştır. Bu konuda Italo Pavese'den bir alıntı yapmayı da unutmamıştır: “Biz kendimizi, kendi köyümüz dışındaki her yerde rahat sayan huzursuz insanlarız.” -Satır arası dipnot: Kitap baştan sona Pavese'den alıntılarla doludur- İşte yaşamın ucuna yolculuğu tam da burada tekrar başlamaktadır. '83 yılının 9. Eylül gününde, doğum gününde, kendisiyle aynı gün doğmuş olan Pavese'ye doğru yolculuğuna girişir. Fakat ona giderken, yolluk niyetine de diğerlerine; Franz Kafka'ya ve Italo Svevo'ya da uğrar. Ve mezarlarını, yaşadıkları yerleri, yaşasalardı eğer yaşayabilmeleri muhtemel olayları ve yaşamamalarına rağmen onları yaşatma çabasına doğru yol alır. Kafka'ya vardığında yazdıkları, hayallerini doğrular niteliktedir; “Yorgunum. Tren istasyona varıyor bile. Çantamı istasyonda bırakıp bir araba ile kentin sabahına giriyorum. Sabah daha saat altı olmadan, Kafka'nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında Kafka'nın ince yüzü metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde birden Kafka'nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş yapıya bakıp duruşunu hiç kavrayamıyorsun. Uzak ülkede, durgun kentlerde onun anlatılarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, daha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine işlemiş süreçler. Yoksa yaşadığımız her an böylesine geçmişin ağır anılarıyla mı güçleniyor.” Özgürlüğünün simgesi trenler onu İtalya'ya, Trieste'ye getirdiğindeyse, bizi Svevo'nun evine, kızı Letizia ile buluşmaya götürüyor. Bu buluşmada da James Joyce'dan (Joyse ile Svevo'nun yakın dost olduğu bilinir) Goethe'ye, Schiller'den Schopenhauer'a, Hölderlin'den Rilke'e kadar sayısız şair ve yazarın dünyasına yine kısa ama tarifi uzun bir yolculuğa çıkarmakta geç kalmıyor. Edebiyat dünyasının domino taşlarını sindirdikten sonra savaşa ve onun kabul edilebilir hiçbir tarafı olmadığına keskin çizgilerle atıfta bulunarak militarist anlayışa dikkat çekmek için okura kendi sorunuymuş gibi bir iki cümle sunuyor: “Berlin'den ayrıldığımdan bu yana Falkland anlaşmazlığı ve İsrail'in Filistin'e karşı açtığı savaşla ilgili hiç haber almadım!” Yolculuğu boyunca hiç ayrılmadığı tek şey diş ağrısı olan ve sigarayı azaltmayı düşünen Özlü'nün yalnızlığıyla da başı derttedir. Kadınlığın, kadın olmanın, özgürce yaşama isteğinin, erkek egemen topluma bağlı kalmak istememenin, herkese rağmen tatminkar olmayan bir bağlamda sevişmenin, karşılıksız sevmenin psikozuyla yaşayan bu zerdüşt kadın, aynı zamanda yazarlığının da bir parçası olarak yitip gitmeyi kabul etmemektedir. Fakat bütün bu yaşamak için şart faktörlere rağmen intiharı ve intiharın da ruhunda bulunan çekip gitmenin albenisini de onu ölümsüz bir istekle bağlı olduğu Pavese'ye gitmekten alıkoy/a/maz. Nitekim Trieste'ye, ona doğru yol alırken sanki yaşamın sonuna doğru yolculuk etmektedir. Santa Stefano Belbo'ya vardığındaysa Pavese'nin ruhu onu tam bir kuşatma altına alır. Pavese'nin ölmeden önce sık sık buluştuğu dostu Nuto ile bir süre arkadaşlık edip, onun hakkında bilgiler alır ve Pavese'nin intihar ettiği otele gidip, orada kalır. Pavese'nin intihar etmeden önceki ruh halini anlamaya, uzatmalı sevgilisinin gitme isteğini anlamlandırma çabasına girişerek, bir bakıma onunla aynı duyguları paylaşmaya çalışır. Pavese ile ilgili gözlemleri, genellikle kadınsal açıdan yapılan çıkarımlardan ve onun hayatına dair atıfta bulunduğu tespitlerle olay örgüsüne dahil eder. Pavese üzerinden yaptığı mutsuzluk, yalnızlık ve ara sıra zamansızlık isteğine karşı bunalımlı eğilimler onu salt bir intihar duygusundan uzak tutmaya çalışsa da kendisi ile olan savaşı yaşamın ucuna yolculuğunun son demleridir. Kısacası, Tezer Özlü'nün bu yolculukta kendisine arkadaş etmek istediği ama yolculuğun herhangi bir anına, olayına ve herhangi bir şeyine etki etmemesi gereken yoldaşlara ihtiyacı vardır. Onun görüngülerinden yaşama yeniden bakacak ve değerleri tekrar değerlendirecek olanlar içinse sözü çoktur ama az konuşur; “İnsan çoğu kez son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil, bir insan ömrü...” --- 12.11.2011 tarihinde BirGün Kitap'ta yayınlanan yazımdır. Onur Koçyiğit