öncelikle söylemek lazım ki, bu hikaye için bir cilt kısa olmuş. okuyucunun merak ettiği kimi ayrıntılarla beslenerek olay örgüsü çeşitlendirilebilir, evrendeki dinlerle ilgili ayrıntılara girilebilir, yazarın toplum ve insana dair söylemeye çalıştıklarının güdük kalmasının önüne geçilebilir, finaldeki devasa kapışmanın önemli ayrıntılarıyla ilgili kimi ipuçları verilebilirmiş. gerçi sanderson, kitapta anlatılan dönemin on yıl sonrasına odaklanan iki cilt daha yazacakmış. fakat benim kast ettiğim prequel, sequel meselesi değil. bu hikayenin kendisi iki cilt daha istermiş. romanın merkezinde büyünün rüya şehri elantris bulunuyor. elantris, büyünün her derde derman olduğu bir harikalar diyarı. sakinleri ise the shaod olarak adlandırılan gizemli bir güç tarafından dönüştürülen arelonlular. bir gece yatıyorsunuz, shaod sizi alıyor, ten renginiz, saç renginiz değişmiş, büyü gücüne sahip yarı-tanrısal bir yaratık olarak uyanıyorsunuz. artık siz elantrislisiniz. her ne oluyorsa oluyor (spoiler'ın cılkını çıkartmayalım, okuyun, öğrenin ne olduğunu) kitabın anlattığı zaman diliminden on yıl önce rüya kabusa, harikalar şehri lanetli şehre dönüyor. shaod tarafından dönüştürülenler ucubeye benziyorlar, büyü kullanılamaz hale geliyor. ve dolayısıyla yakılmadıkları ya da kafaları vücuttan ayrılmadıkları sürece ölümsüz olmak tanrısal bir hediye olmaktan çıkıyor, cehennem azabını yaya bırakacak bir lanet haline geliyor. yeni elantrisliler ucubeler, ölemiyorlar, aldıkları en ufak bir yara izini bile iyileştiremedikleri gibi aldıkları her yaranın azabını sonsuza kadar taşımak, kendilerini onlardan soyutlamak isteyen bir dünyada eski rüya şehrinde mahpus olarak yaşamak zorundalar. elantris'in tamamıyla zayıfa aman vermeyen bir çeteler şehri haline gelmesi de cabası. iş bu ahval ve şerait içinde, elantris'in yaşadığı ani değişim sonrası tüccarların hakimiyeti altına giren arelon'da kralın oğlu raoden, shaod tarafından alınıyor, apar topar elantris'e atılıyor ve şehir eşrafına da öldüğü söyleniyor. bu noktadan sonra olayları raoden'in krallıklar arası bir anlaşma sonucu nişanlandığı teod prensesi sarene, arelon'u shu dereth dinine döndürmek isteyen fjordell baş rahibi hrathen ve tabi ki esas oğlan raoden aracılığıyla takip ediyoruz. krallıklar arası entrikalar, elantris'te yanlış giden şeyi bulma arayışına dönüşecek olan yeni elantris'te var olma çabaları, aynı dinin iki farklı mezhebi arasındaki anlayış farklılıkları romanın sonunda kesişiyor. bütün yolar elantris'e çıkıyor. genel olarak yazar, çok kişinin temposunu yavaş bulacağı romanda gerilimi hep elinde tutuyor. kitabın sonlarına kadar taviz vermediği (sonda da esasında kahramanlar değişiyor. anlatım yine üçlü kalıyor) üçlü anlatım sayesinde okuyucuyu hep tetikte durmaya zorluyor, bir sonraki sayfayı bir an önce çevirme arzusunu kamçılıyor. en az beş yerde hazırlıksız yakalanıyor, olayların aldığı yeni hali görmek için sabırsızlanıyorsunuz. final ise aksiyonu az, heyecanı yüksek romanın aksiyon eksikliğini gideriyor. ben tatmin oldum. tatmin olmadığım noktalar ise yukarıda da dediğim gibi, romandaki ayrıntılarla ilgili. on senede bu kadar köklü bir değişimin yaşandığına inanmak (türkiye'de yaşayan biri için bile) güç. elantris lanetinin başlangıcı için daha eski bir zaman belirlenebilirmiş. shu-keseg'in (shu, yol demekmiş bu arada. ilk başta tarikat akla gelse de mezhep benzeşimi daha doğru sanki), shu-korath ve shu-dereth adlı iki farklı anlayışa bölünmesi ve bu bölünmenin temelleriyle ilgili romanda daha kapsamlı bir yer ayrılabilirmiş. fjordell ülkesi ve kralları wyrn çok gizemli kalmışlar. sonraki kitaplarda muhtemelen bu meseleyi aydınlığa kavuşturacaktır, fakat bu romanda da üç beş bir şeyler olması iyi olurmuş. dakhor ve rathbore eğitimleri üzerine bir kaç bölüm de fena olmazmış. ikincisini boş verdik diyelim ama birinci unsur romanın finalinde önemli rol oynuyor ve onlar hakkında doğru dürüst malumatın verilmemiş olması önemli bir kusur olarak görünüyor. en azından dilaf'a daha fazla yer açılarak finaldeki "bunlar nereden çıktı şimdi?" sorusu engellenebilirdi.
Bendeki Elif Şafak; Tipik üreten kadın paspallığından çok uzak, acaba ne gibi bir eksiği var ki yazıyor dedirtecek kadar kusursuz fiziki yapısı, hem yazması hem de heykel gibi güzelliği karşısında dervişane suskunluğu, mütevaziliği elden bırakmayışı, "ben artık ayaklarımın üzerindeyim işte kaplanlar gibi, yedim bitirdim bu alemi, çözdüm şifreyi" diyen snop aşmış (!) kadın modelinin çok dışında durarak annesiyle yaşamayı tercih ederek geleneğe olan saygısı, parmaklarına geçirdiği envai çeşit yüzükleri, dokunsan ağlayacakmış gibi duran kırılgan ürkek bakışları, kıvrım kıvrım saçları, herşeyi herbirşeyi ile ceren-insan nurani varlıktır benim için... :) Aşk'ın ise uyandırdıkları, dünyevi aşk ile tasavvufi aşkın bu kadar ahenk içinde birleşimi, gerçekte olması ve yaşanması gereken insan karakterlerinin bu kadar sağlam bir şekilde tasvir edilmesi bu kitabın dünya sınırları içinde yazılıp yazılmadığı konusunda şüphede bırakıyor insanı... :) Defalarca okumama rağmen sıkılmayacağım bir kitap....