1935'te annesinin, “eğer bu kadar mutsuz olacağını bilseydim, kürtaj yapardım,” “Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır, ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur ... İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter. Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinai cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilme bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi "benliği'ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak "benliği"ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır ...” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik: eğer kıyaslamak, yaşamak'tan ayrılmaz olsaydı mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir ...” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “İdeal bir şekilde zihni açık, yani ideal bir şekilde normal insan, içindeki hiçlik'ten başka hiçbir şeye tutunmamalıdır...” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) "Amaçtan, bütün amaçlardan koparılmışım: arzularırnın ve burukluklarımın sadece formüllerini muhafaza ediyorum. Sonuca bağlama eğilimine direndiğim için ruhu yendim; tıpkı hayatı da, onun içinde çözüm aramaktan dehşete kapılarak yendiğim gibi. .. İnsanın seyri - ne mide bulandırıcı şey! Aşk- iki tükürüğün karşılaşması..." (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Vaktiyle bir "benliğim" vardı; artık sadece bir nesneyim ... Yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hala bir yerim olabilir ki?” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “imandan daha büyük bir feragat var mıdır? lman olmadığında sonsuz sayıda çıkmaza girildiği doğrudur. Ama hiçbir şeyin sonunun hiçbir şeye çıkmadığını; evrenin, hüznümüzün bir yan-ürünü olduğunu bile bile, bu ayak sürüme ve kafamızı yere göğe vura vura ezme zevkinden kendimizi niye mahrum edelim?” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Atadan kalma ödlekliğimizin bize önerdiği çözümler, entelektüel edebinden yan çizmenin en beter yollandır. Yanılmak, kandırılmış olarak yaşamak ve ölmek; insanların yaptığı budur. Ama bizi Tanrı'nın içinde yok olmaktan koruyan ve bütün anlarımızı, hiç etmeyeceğimiz dualara dönüştüren bir haysiyet de vardır.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Hükümsüz sırlan biriktire biriktire, anlamsızlığı tekeline ala ala, hayat ölümden fazla ürküntü verir: Büyük Meçhul odur. Bunca boşluk ve anlaşılmazlık nereye varabilir?” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Günlere tutunuruz, çünkü ölme arzusu fazla mantıksaldır, bundan dolayı da işe yaramazdır. Hayat belirgin, tartışılmaz açıklıkta tek bir gerekçeye sahip olsaydı kendini yok ederdi: içgüdüler ve önyargılar ‘tutarlılık'la temasa geçtiklerinde ortadan kalkarlar. Soluk alan her şey teyit edilemeyenle beslenir; birazcık mantık ilavesi bile, varoluş –sağduyusuzluk çabası- için uğursuz olurdu. Hayata sarih bir anlam verin: Hemen o an cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Zira hayatın anlamını konu alan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde ıssız bırakırdı; Arzu'nun verimli gayri muhtemelliğini de hiçbir çılgın yeniden canlandıramazdı.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Kravat değiştirir gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen, kendimiz olan bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakiki ölçüt odur... Bütün canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki düzene ayırır insanlığı...Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir ak babayla bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır...Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılır, bununla birlikte ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir; biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir... Ortak koşullan ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşın uca ve aynı tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar... Biri sanki ebediymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür ve bunu her düşüncesinde inkar eder.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Ölüm saplantısına karşı aklın gerekçeleri gibi ümidin kaçamaklarının da işe yaramaz olduğu ortaya çıkar: Anlamsızlıkları, ölme iştahını azdırmaktan başka şeye yaramaz. Bu iştahın üstesinden gelmek için bir tek ‘yöntem' vardır: Bunu sonuna kadar yaşamak; tüm hazlarına, tüm boğucu sıkıntılarına maruz kalmak; bundan kaçmak için hiçbir şey yapmamak. Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura dura düşünce bunu yıpratmayı başarır, bizi bundan tiksindirir; bu negatif fazlalığın elinden hiçbir şey kurtulmaz; ölümün itibarını tehlikeye düşürüp azaltmadan önce, bize hayatın boşunalığını gösterir.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Sözüm ona en yüksek sırların ifşaatı olan Antik Esrar'dan bize bilgi konusunda hiçbir şey intikal etmemiştir. Herhalde müptedilerin hiçbir şey aktarmama zorunlulukları vardı; fakat yine de aralarından tek bir gevezenin çıkmamış olması akıl alır gibi değildir; bir sırda böylesine inat etmekten daha ters bir şey var mıdır insanın tabiatına? Aslında hiçbir sırrın olmamış olmasındandır bu; olup biten ayinler ve ürpertilerdir. Perdeler kaldırıldığında, ortaya sonsuz uçurumlardan başka ne çıkabilirdi? Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir ve canlı olmanın gülünçlüğünün.” (E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı) “Her birimiz, yalnızlığa karşı işlenen günah, yani insanlarla alışveriş tarafından yozlaştırılmaya yazgılı bir saflık dozuyla doğarız.” (E.M. Cioran, “Düşmüşlüğün Tahlili” Çürümenin Kitabı) “Hiçlik karşısında her kelimeyle bir zafer kazansak bile, onun zorbalığına daha da fazla maruz kalmamıza yol açar bu. Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz ... Konuşmanın sonu yoktur. Ve hepimiz konuşuruz.” (E.M. Cioran, “Düşmüşlüğün Tahlili” Çürümenin Kitabı) “Kendi hayatımız zar zor kavramlabilir görünürken, ötekilerin hayatı nasıl tahayyül edilebilir? Bir varlıkla karşılaşılır; bu varlığın nüfuz edilemez ve haklı gösterilemez bir dünyaya, gerçekliğin üzerine marazi bir yapı gibi yerleşen bir kanaat ve arzular yığınına dalmış olduğu görülür. Kendine bir yanlışlıklar sistemi uydurmuş olduğundan, hükümsüzlükleriyle zihni ürküten sebeplerden dolayı acı çekiyordur ve gülünçlüğü göze batan değerlere vermiştir kendini. Girişimleri fasa fisodan başka bir şey gibi görünebilir mi?” (E.M. Cioran, “Ölüme Karşı Ortaklık” Çürümenin Kitabı) “Her ne kadar akıl yaşama iştahını yok saysa da, fiiliyalin sürmesine neden olan hiçlik bütün mutlaklardan üstün bir kuvvetledir; ölümlülerin ölüme karşı sessiz ortaklıklarını izah eder; yalnızca varoluşun simgesi değil, varoluşun ta kendisidir bu hiçlik; her şeydir. Ve bu hiçlik, bu bütün, hayata bir anlam veremez, ama hiç değilse hayatı, olduğu hal içinde sürdürür: Bir intihar etmeme hali.” (E.M. Cioran, “Ölüme Karşı Ortaklık” Çürümenin Kitabı) “İnsan kendini Şeytan'da çok fazla bulduğu için O'na tapamaz; ondan bilerek nefret eder, kendinden yüz çevirir ve Tanrı’nın yoksul vasıflarını ayakta tutar. Ama Şeytan bundan şikayetçi değildir ve bir din kurmaya hiç heveslenmez: Zayıflatılmamasını ve unutulmamasını temin etmek için burada değil miyiz biz?” (E.M. Cioran, “Kaygılarından Kurtulmuş Şeytan” Çürümenin Kitabı) “Zamanın sınırsızlığı duygusu, her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. (…)Gayret, hiçliğin içinde mitosları inşa eder ve sağlamlaştırır; bu temel sarhoşluk, "gerçekliğe" dair inancı kışkırtır ve ayakta tutar; oysa salt varoluşu seyre dalma, hareket ve nesnelerden bağımsız seyre daima, ancak olmayanı özümler.. Tembellik, fizyolojik bir kuşkuculuktur. tenin şüphesidir. Aylaklığa batmış bir dünyada bir tek uğraşsızlar katil olmazlardı..” (E.M. Cioran, “Hayatın Pazarları” Çürümenin Kitabı) “Bazen bir şey içinde kendimizi unutmayı başarırız; ama dünya içinde kendimizi nasıl unutabiliriz? Bu olanaksızlık o acının tanımıdır. Bu acının yakaladığı kimse hiçbir zaman iyileşmeyecektir, evren tamamıyla değişse bile. Değişmesi gereken yüreğidir, oysa yürek değişmez: onun gözünde, varolmanın da tek bir anlamı vardır: Acısına gömülmek - gündelik bir nirvanaya varma talimi onu gerçeksizliğin algısına yüceltene dek…” (E.M. Cioran, “Hayatın Pazarları” Çürümenin Kitabı) “Tabiatta bütün varlıkların kendi yerleri varken, insan, metafizik olarak başıboş dolaşan, hayatın içinde kaybolmuş, Yaratılış içinde tuhaf kaçan bir yaratık olmayı sürdürmektedir.” (E.M. Cioran, “Dolaylı Hayvan” Çürümenin Kitabı) “Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.” (E.M. Cioran, “Tahammülsüzlüğümüzün Kilit Noktası” Çürümenin Kitabı) “Kuvvetimizi, unuttuklarımızdan ve aynı andaki kaderlerin çokluğunu tasavvur etme yetersizliğimizden alırız. Evrensel acıyı o lahzada anlayan ve hayatta kalabilen kimse olamazdı; her yürek ancak belli miktarda acıya göre yoğurulmuştur çünkü..Tahammülümüzün adeta maddi sınırlan vardır; halbuki, her kederin yayılması bu sınırlara erişir ve bazen onları aşar: Çoğu zaman hüsranımızın kökeni budur. Her acının, her kederin sonsuz olduğu izlenimi de buradan doğar. Gerçekten de öyledir, ama yalnızca bizim için, yüreğimizin hudutları için; yüreğimiz geniş bir alanın boyutlarında olsa dertlerimiz daha da büyük olurdu; çünkü her acı dünyanın yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Akıl, beyhude yere bize rastlantısallıklarımızın sonsuz küçüklükteki boyutlarına göstermeye verir kendini;kozmogonik çoğalma eğilimimiz önünde başarısızlığa uğrar. Bundan dolayı hakiki çılgınlık, asla tesadüflere ya da beynin felaketlerine değil, yüreğin uydurduğu yanlış bir mekan anlayışına bağlıdır ...” (E.M. Cioran, “Tahammülsüzlüğümüzün Kilit Noktası” Çürümenin Kitabı) “Lanetlenme karşısında uysal olan bizler, acı çektiğimiz ölçüde var oluruz - Bir ruh, sadece üzerine aldığı tahammül edilmez şeylerin miktarıyla büyür ve telef olur.” (E.M. Cioran, “Kurtuluş Yoluyla İptal” Çürümenin Kitabı) “Ruhun üstünde bir düzene başvurulmadıkça, bu ruh tenin içinde kaybolur ve fizyoloji, felsefi sersemleşmemizin son sözü haline gelir. Anlık zehirleri, zihinsel değişim değerleri bağlamına oturtmak; gözle görülür bozulmayı bir araç işlevine yükseltmek; ya da bütün duyguların ve ihsasın murdarlığını kurallarla örtmek: Zihin için gerekli olan bir zarafet arayışıdır bu; zihnin yanında ruh -o dokunaklı sırtlan- sadece derin ve tehlikelidir. Zihin kendi başına ancak yüzeysel olabilir; kavramsal olayların işaret ettikleri alanlar&a yarattıkları sonuçları değil, yalnızca bu olayların sıra1amşını dert eden bir tabiatı olduğu için ...” (E.M. Cioran, “Soyut Zehir” Çürümenin Kitabı) “Her şey, unsurlar ve fiiller, seni yaralamada elbirliği ederler.Kanamanın önüne hiçbir şey geçemediğinde, fikirler bile kırmızıya boyanır ya da tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır. Eczanelerde varoluşa karşı hiçbir özel ilaç yoktur - yalnızca palavracılar için küçük ilaçlar ... Peki berrak, alabildiğine eklemlenmiş, vakur ve kendinden emin ümitsizliğin panzehiri nerededir? Bütün varlıklar mutsuzdur; ama ne kadarı bunu bilir'? Mutsuzluk bilinci, bir can çekişme aritmetiğinde ya da devasızlık sicilinde boy göstermeyecek kadar vahim bir hastalıktır.” (E.M. Cioran, “Mutsuzluk Bilinci” Çürümenin Kitabı) “Hangi günahı işledin de doğdun? Hangi suçu işledin de varsın? Acın da kaderin gibi sebepsiz. Hakikaten acı çekmek nedenselliği bahane göstermeden dertlerin istilasını kabul etmektir; çılgın tabiatın bir lütfu gibi, bir negatif mucize gibi... Zaman'ın cümlesinde, insanlar virgüller gibi yer alırlar; sense, onu durdurmak için nokta olarak hareketsizleştin.” (E.M. Cioran, “Mutsuzluk Bilinci” Çürümenin Kitabı) “Bir selamet öğretisi, ancak var olma-acı çekme denkleminden yola çıkarsak anlamlıdır. Bizi bu denkleme götüren şey ani bir saptama ya da bir dizi akıl yürütme değil, bütün anlarımızın bi1inçsiz bir şekilde bizi buna hazırlaması, önemli ya da önemsiz bütün tecrübelerimizin katkıda bulunmasıdır. Yeşermesine adeta susadığımız hayal kırıklığı tohumlarını içimizde taşıdığımız zaman, dünyanın her adımda ümit1erimizi geçersiz kılması arzusu, kötülüğü tadarak doğrulama imkanlarını alınır. Gerekçeler sonradan gelir; öğreti kendi kendine kurulur: Artık, "bilgelik"ten başka bir tehlike kalmamıştır. Fakat acıdan azade olmak da, çelişki ve karşıtlıkları alt etmek de istenmiyorsa? Tamamlanmamışlığın nüansları ile duygusal diyalektikler, yüce bir çıkmazın yekpareliğine tercih ediliyorsa? Selamet her şeyi bitirir; bizi de bitirir. Bir kez selamete erdikten sonra, kendine hata canlı demeye kim cesaret edebilir?” (E.M. Cioran, “Kurtuluş Yoluyla İptal” Çürümenin Kitabı) “Zihin kendi başına ancak yüzeysel olabilir; kavramsal olayların işaret ettikleri alanlarda yarattıkları sonuçları değil, yalnızca bu olayların sıra1amşını dert eden bir tabiatı olduğu için” (E.M. Cioran, “Soyut Zehir” Çürümenin Kitabı) “Uzaktakinin özlenmesine bir formül bulmak için yırtınan kişi, kötü inşa edilmiş bir mimarinin kurbanı olacaktır. Belirsizliğin o ifadelerinin kökenine uzanmak için, onların özüne doğru duygusal bir gerileme gerçekleştirmek, dile gelmeyenin içine garkolmak ve oradan paramparça kavramlarla çıkmak gerekir. Teorik güven ve anlayabilirliğin gururu bir kere kaybedildi mi, kişi her şeyi anlamaya, her şeyi kendisi için anlamaya çabalayabilir. O zaman, ifade edilemeyenin içinde sevinebilir, makûllüğün kıyısında günler geçirebilir ve yüceliğin kenar mahallelerinde yan gelip yatabilir. Kısırlığın elinden kurtulmak için, aklın eşiğinde serpilmek gerekir ... (E.M. Cioran, “Belirsizliğin Tanrılaştırılması” Çürümenin Kitabı) “Beklenti içinde, henüz olmayanın içinde yaşamak, gelecek fikrinin varsaydığı kışkırtıcı dengesizliği kabul etmektir. Her nostalji, şimdiki zamanın bir biçimde aşılmasıdır. Pişmanlık halindeyken bile dinamik bir nitelik taşır: Geçmişi zorlamak istenir; geri dönüşsüz olan şeye itiraz etmek, geriye doğru hareket etmek istenir. Hayat ancak zamanın ihlal edilmesiyle bir içeriğe kavuşur. Başka yer saplantısı, anın imkânsız olmasıdır, bu imkansızlık da nostaljinin ta kendisidir” (E.M. Cioran, “Belirsizliğin Tanrılaştırılması” Çürümenin Kitabı) “Temelli olarak başka bir şey arzu etmek için. zamandan ve mekandan sıyrılmak, yer ve an ile asgari bir yakınlık yaşamak gerekir” (E.M. Cioran, “Belirsizliğin Tanrılaştırılması” Çürümenin Kitabı) “Bazı içsel tahminlerin tarihi sonuçlan üzerinde ne kadar ısrar edilse azdır. Nostalji de bunlardan biridir varoluş ya da mutlak içinde dinlenmemize engel olur; bizi belirsiz olanın içinde yüzmeye1 dayanaklarımızı kaybetme ye, zaman içinde si persiz yaşamaya mecbur eder.” (E.M. Cioran, “Belirsizliğin Tanrılaştırılması” Çürümenin Kitabı) “Nostaljik özlemde, elle tutulur bir şey değil, zamandan aynş1k ve bir cennet sezgisine yakın olan soyut bir sıcaklık aranır. Varoluşu olduğu haliyle kabul etmeyen her şey, ilahiyatın alanına girer. Nostalji, Mutlak'ın arzu unsurlarıyla inşa edildiği, ölgünlükle işlenen sınırı Belirsiz'in Tanrı olduğu, duygusal bir ilahiyattır sadece.” (E.M. Cioran, “Belirsizliğin Tanrılaştırılması” Çürümenin Kitabı) “Yalnız bir kalbin önünde, yalnız bir evren; ikisi de birbirinden ayrılmaya, antitez içinde azıtmaya yazgılıdır. Yalnızlık, verimizden ziyade yegâne inancımızı oluşturacak kadar sivrildiği zaman, her şeyle aramızdaki dayanışma biter: Varoluştan sapınca, tek meziyetleri ölüm dışında bir şeyin• gelmesini soluk soluğa beklemek olan canlılar topluluğundan kovuluruz. Fakat bu bekleyişin büyüsünden kurtulduğumuzda, yanılsamanın kiliselerinden sürüldüğümüzde, en sapkın mürit topluluğu oluruz, zira bizzat ruhumuz sapma içinde doğmuştur.” (E.M. Cioran, “Yalnızlık-Kalpteki Bölünme” Çürümenin Kitabı) “Her insan derinliklerinin zararına ilerler; her insan kendinden kaçan bir mistiktir: Yeryüzü, varılamayan hidayetler ve ayaklar altına alınmış sırlarla doludur.” (E.M. Cioran, “Yalnızlık-Kalpteki Bölünme” Çürümenin Kitabı) “Omuzlarımızın ve düşüncelerimizin üzerinde ağar yüklerle bir hapishanede doğmuşuz; kesip atma imkânı bizi bir sonraki gün yeniden başlamaya teşvik etmese tek bir günün bile sonunu getiremezdik ...” (E.M. Cioran, “Kendini İmha Etmenin Kaynakları” Çürümenin Kitabı) “Kendi hükmünü mutlak olarak elinde bulundurmak ve bunu kıullanmamak... bundan daha esrarengiz bir yetenek var mıdır? İntiharın mümkün olduğu tesellisi, soluksuz kaldığmız o mekanı sonsuz bir alana çevirir. Kendimizi yok etme fikri, buna ulaşma yollarının çokluğu, kolaylığı ve yakınlığı sevindirir ve ürkütür bizi; zira kendimiz hakkında geri dönüşsüz bir şekilde karar verdiğimiz o hareketten daha basit ve daha korkunç bir şey yoktur.” (E.M. Cioran, “Kendini İmha Etmenin Kaynakları” Çürümenin Kitabı) “Bu dünya elimizden her şeyi alabilir, bize her şeyi yasaklayabilir ama kendimizi yok etmemizi engellemeye kimsenin gücü yetmez.” (E.M. Cioran, “Kendini İmha Etmenin Kaynakları” Çürümenin Kitabı) “Eğer doğduğumuz anda, ergenlikten çıkışımızdaki kadar bilinçli olsaydık, beş yaşımızda intiharların alışılagelmiş bir olgu hatta bir saygınlık sorunu olacağı muhtemelden de öte bir gerçektir.” (E.M. Cioran, “Kendini İmha Etmenin Kaynakları” Çürümenin Kitabı) “Dinlerin kendi e1imiz1e ölmeyi yasak1ama1arının nedeni bunda, tapınakları ve tanrıları aşağılayan bir itaatsizlik örneği görmeleridir. Orleans Konsili intiharı cinayetten daha vahim bir günah gibi değerlendiriyordu; çünkü katil her zaman nedamet getirebilir, kendini kurtarabilir, oysa kendi hayatına kasteden kişi selametin sınırlarını aşmıştır. Fakat kendini öldürme eylemi zaten radikal bir selamet formülünden çıkmaz mı yola? Hiçlik de ebediyetle eşdeğer değil midir? Yalnız varlık, evrenle savaşmak ihtiyacında değildir; o, son ihtarı kendine verir. Sonsuza değin olmak özlemini de duymaz pek; eğer benzersiz bir fiille, mutlak bir biçimde kendisi olduysa ... Göğü ve yeri de kendini reddettiği gibi reddeder. Hiç değilse, özgürlüğü sürekli gelecekte arayanların bulamadığı bir özgürlük bütünlüğüne varmış olacaktır...” (E.M. Cioran, “Kendini İmha Etmenin Kaynakları” Çürümenin Kitabı) “Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere ... Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir: Onun iyi veya kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maıuz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi. Hayat yasalarının başında çürüme gelir: Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır; onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız.” (E.M. Cioran, “Tepkici Melekler” Çürümenin Kitabı) “Tanrı'nın ve insanların adaletsizliğini hiç kimse düzeltemez: Her fiil, kökendeki Kaos'un, görünürde örgütlenmiş özel bir durumudur. Kökü çağların başlangıcına dayanan bir girdabın içinde sürükleniriz; o girdabın düzen çehresine bürünmüş olması da, sadece bizi daha iyi kapıp sürüklemek içindir ...” (E.M. Cioran, “Tepkici Melekler” Çürümenin Kitabı) “Yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil insanlar arasında acı çekendir.” (E.M. Cioran, “Edep Kaygısı” Çürümenin Kitabı) “Şeylerle aramızda, ıstırabın etkisiyle gevşemeyen ve telef olmayan tek bir bağ yoktur; ıstırap bizi her şeyden kurtarır, kendi içinde saplanıp kalma ve geri dönüşsüz bir şekilde birey olma ihsası dışında her şeyden. Özünde cevherleşmiş yalnızlıktır bu. O andan itibaren ötekilerle, yalanın gözbağcılığıyla değilse eğer, hangi yollarla iletişim kurabiliriz ki? Zira eğer hepimiz panayır cambazı olmasaydık, eğer bilgiç bir şarlatanlığın hünerlerini öğrenmiş olmasaydık, nihayet edepsizlik ya da trajedi düzeyinde samimi olsaydık yeraltı dünyalarımız okyanuslar dolusu kin kusardı, bu okyanuslarda kaybolmak şeref payemiz olurdu: Böylelikle onca acayipliğin ve yüceliğin yakışıksızlığından kaçmış olurduk. Eyüb, zamanında durmuştur: Bir adım daha atsaydı, artık ona ne Tanrı, ne de dostları cevap vereceklerdi.” (E.M. Cioran, “Edep Kaygısı” Çürümenin Kitabı) “İnsanların var olmak ve harekete geçmek için sarıldıkları nedenleri, kendimde ortadan kaldırmak istedim. Sözle anlatılmayacak kadar normal bir hale gelmek istedim, - şimdi de sersemlemiş bir halde, budalalarla aynı düzeyde ve onlar kadar boşum.” (E.M. Cioran, “Boşluğun Yelpazesi” Çürümenin Kitabı) “Dışarıdan, herhangi bir Arşimed noktasından bakıldığında hayat -bütün inançlarıyla birlikte- artık ne mümkün ne de kavranabilirdir. Ancak hakikate karşı hareket edilebilir. İnsan bütün bildiklerine rağmen, bütün bildiklerine karşı her gün yeniden başlar.” (E.M. Cioran, “İşgüzar Matem” Çürümenin Kitabı) “Kant'ta artık hiçbir insani zayıflığı. hüznün hiçbir hakiki vurgusunu göremez hale geldiğim an felsefeden yüz çevirdim; Kant'ta ve bütün filozoflarda ... Müzikle, mistik pratiklerle ve şiirle karşılaştırıldığında felsefi faaliyet, sadece utangaçlarla ılımlıların gözünde itibari olan şaibeli bir derinlikle ve azalmış bir canlılıkla ilgilidir. Hem zaten felsefe -gayri şahsi endişe kansız fikirlere sığınma- hayatın baştan çıkarıcı taşkınlığından kaçanların yoludur. Hemen hemen bütün filozofların sonu iyi olmuştur: İşte felsefeye karşı baş gerekçe. Sokrates'in sonu bile hiç trajik değildir: Bir yanlış anlamadır; bir pedagogun sonudur ve eğer Nietzsche deliliğe gömüldüyse şair ve mütefekkir olacaktır bu: Akıl yürütmelerinin değil, vecdlerinin kefaretini ödemiştir.” (E.M. Cioran, “Felsefeye Veda” Çürümenin Kitabı) “Hiçten fazla olduğumuzu kanıtlayan hiçbir şey yoktur.(…) Hayat her an çürümekte olandır; tekdüze bir ışık kaybı, gecenin içinde yavan bir dağılmadır; âsasız, hâlesiz. aylasız...” (E.M. Cioran, “Geceye Direnmeme” Çürümenin Kitabı) “Özgürlük üzerine inceleme yapmak iyi ya da kötü hiçbir sonuca götürmez; fakat her şeyin bize bağlı olduğunun farkına varmamız için sadece anlar vardır ...Özgürlük, özü şeytani olan etik bir ilkedir.” (E.M. Cioran, “Özgürlüğün İkili Yüzü” Çürümenin Kitabı) “Hayat ancak bireyleşme -yalnızlığın o son temeli- içinde vuku bulabildiğinden her varlık birey olduğu için zorunluluk dolayısıyla yalnızdır. Halbuki bütün bireyler ne aynı tarzda ne de aynı yoğunlukta yalnızdırlar:Herkes, yalnızlık hiyerarşisinin farklı bir derecesinde yerini alır.” (E.M. Cioran, “Örnek Hain” Çürümenin Kitabı) “İnsan tam anlamıyla dogmatik varlıktır; dogmaları da, onları dile getirmediği, bilmediği ve takip ettiği ölçüde derindir.(…) Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her şey kendisini çok sever; hayatın derinlikleriyle yüzeyini kasıp kavuran dehşet başka türlü nereden gelirdi ki? Herkese göre evrendeki tek sabit nokta kendisidir. Eğer bir insan bir fikir için ölürse, bunun nedeni fikrin onun fikri olmasından onun hayatı olmasındandır.” (E.M. Cioran, “Bilinçdışı Dogmalar” Çürümenin Kitabı) “Hiçbir aklın hiçbir eleştirisi insanı "dogmatik uykusu"ndan uyandırmayacaktır. Eleştiri felsefede bol bol rastlanan düşünülmemiş kesinlikleri sarsabilecek ve katı tasdiklerin yerine daha esnek önermeler koyabilecektir: fakat dogmalarının üzerinde pinekleyen yaratığı telef etmeden akılcı bir tutumla sarsmayı nasıl başarabilecektir ki?” (E.M. Cioran, “Bilinçdışı Dogmalar” Çürümenin Kitabı) “Zihin Aynılığı keşfeder, can Sıkıntı'yı, vücut Tembelliği. Evrensel bezginliğin üç biçimiyle ifadesini bulan aynı değişmezlik ilkesidir bu.” (E.M. Cioran, “Üçlü Çıkmaz” Çürümenin Kitabı) “Eğer aynı zihin Çelişki'yi, aynı can Sayıklama'yı, aynı vücut da Taşkınlık'ı keşfediyorsa, yeni gerçekdışılıklar yavrulamak, benzerliği fazla görünür olan bir evrenden kurtulmak içindir bu; burada akılcılık aleyhtarı tez üstün gelir. Saçmalıkların serpilmesi, önünde her görüş netliğinin gülünç bir yoksunlukta kaldığı bir varoluş çıkarır ortaya. Öngörülemeyen'in sürekli saldırısıdır bu.” (E.M. Cioran, “Üçlü Çıkmaz” Çürümenin Kitabı) “Bu iki eğilimin arasındaki insan, muğlaklığını sürer ortaya: Ne hayattaki ne de Fikir'deki yeri'ni bulabildiğinden, kendini Keyfilik'e yazgılı zanneder; bununla birlikte, insanın özgür olma sarhoşluğu, mukadderatın içinde bir tepinmedir yalnızca; kaderinin biçimi bir sone veya yıldızınkinden daha az belirlenmiş değildir çünkü...” (E.M. Cioran, “Üçlü Çıkmaz” Çürümenin Kitabı) “Yaşamak şu anlama gelir: inanmak ve ümit etmek - yalan söylemek ve kendine yalan söylemek.” (E.M. Cioran, “Mündemiç Yalan” Çürümenin Kitabı) “İnsan -geriletilmiş arzuları olan hayvan- her şeyi kapsayan ve hiçbir şey tarafından kapsanmayan, bütün nesneleri gözetim altında tutan ve hiçbiri üzerinde tasarrufta bulunamayan açık zihinli bir yokluktur.” (E.M. Cioran, “Bilincin Doğuşu” Çürümenin Kitabı) “Hayvan için yaşam bir mutlaktır; insan içinse bir mutlak ve bir bahanedir.” (E.M. Cioran, “Bilincin Doğuşu” Çürümenin Kitabı) “gözlerin işlevi görmek değil ağlamaktır; gerçekten görmek için de gözlerimizi kapatmamız gerekir: Vecdin şartıdır bu, gönül gözüyle yegane görüşün; oysa ki algı, zaten görülmüş'ün, tamiri imkansız bir hep bilinmiş'in dehşeti içinde tükenir.” (E.M. Cioran, “Uzlet Düşkünlüğü” Çürümenin Kitabı) “Kendi kendine günde bin kere "Şu dünyada hiçbir şeyin kıymeti yok," diye tekrarlamak; kendini ebediyen aynı noktada bulmak ve bön bön,bir topaç gibi fır dönmek ... Zira her şeyin beyhudeliği fikrinde ne ilerleme vardır, ne de bir sonuca varma; bu geviş getirme içinde ne kadar uzağa gidersek gidelim, bilgimiz hiç artmaz: Şimdiki haliyle de, başlangıç noktasındaki kadar zengin ve o kadar hükümsüzdür. Devasızlık içinde bir duruş, zihnin bir cüzzamı, hayret yoluyla varılan bir ifşaattır. Bir ilhama maruz kalan ve bundan çıkıp bulanık ve konforlu durumuna hiçbir yolla dönemeden o ilhamın içine yerleşen geri zekalı biri, bir budala kendine rağmen evrenin değersizliğini idrak etme yoluna giren kişinin durumu budur işte. Geceleri tarafından terk edilmiş ve onu soluksuz bırakan bir aydınlıktan mustarip olduğu için. o bir türlü bitmeyen günü ne yapacağını bilmez. Işık, olmuş olan her şeyin öncesindeki gece dünyasının hatırasına zarar veren ışınlarını göndermeye ne zaman son verecektir? Korkunç Yaratılıştın öncesindeki dinlendirici ve sakin kaosun, veya daha da tatlısı, zihinsel yokluk kaosunun miadı nasıl da dolmuştur!” (E.M. Cioran, “Gündüz Lâneti” Çürümenin Kitabı) “Aşırı ölçüde tekrarlanan kelimeler bitkin düşer ve ölürler” (E.M. Cioran, “Modası Geçmiş Evren” Çürümenin Kitabı) “Biyolojik açıdan tamam olan varlık "derinlik"ten kendini sakınır. elinden ge1mez bu; fiiliyatın kendiliğindenliğine zarar veren şaibeli bir boyut görür onda. Yanılmamaktadır: Kendi içine kapanmayla birlikte bireyin faciası başlar- zaferi ve gerilemesi.” (E.M. Cioran, “Tesadüfi Düşünür” Çürümenin Kitabı) “Gece geçmişinizde kaç uykusuz gece saklıdır?” (E. M. Cioran,"Tesadüfi Düşünür",Çürümenin Kitabı) “Bir şairin yaşamı bir yere varamaz. Gücünü, girişmediği her şeyden, ulaşılmazlıkla beslenen tüm anlardan almaktadır. Var olmadaki mahzuru mu hissetti? Bu sayede ifade yeteneği sağlamlaşır, soluğu genleşir.” (E.M. Cioran, “Şairin Asalağı” Çürümenin Kitabı) “Bir yaşamöyküsü ancak bir yazgının elastikliğini içinde barındırdığı değişkenler tutarını bariz kılarsa meşru olur. Ama şair, katılığı hiçbir şeyle yumuşamayan bir mukadderat çizgisini izler. Hayat zevzeklerin hissesine düşer ve yaşanmamış hayatlarına telafi sağlamak için şair yaşamöyküleri icat edilmiştir...” (E.M. Cioran, “Şairin Asalağı” Çürümenin Kitabı) “Şiir, ele geçirilemeyenin özünü ifade eder; nihai anlamı her tür "güncelliğin" imkansızlığıdır. Neşe şiirsel bir duygu değildir. (Bununla birlikte, tesadüf tarafından aynı demette birleştirilen alevlerle budalalıkların lirik evreninin bir bölümününden doğar.) Bir rahatsızIık, hatta bir tiksinti duygusu uyandırmayan bir ümit şarkısı hiç görülmüş müdür? Bizzat mümkün de bir bayağılık gölgesiyle lekelenmişken bir mevcudiyete nasıl şarkı düzülür? Şiir ve ümitlenme arasında tam bir bağdaşmazlık vardır; şair de yaman bir çürümenin kurbanıdır. Ölüm aracılığıyla canlı olan biri, kendine hayatı nasıl hissettiğini sormaya cesaret edebilir mi? Mutluluğun cazibesine boyun eğdiğinde ise komedinin alanına girer ... Ama bilakis yaralarından alevler yayıIırsa ve büyük mutluluğun -mutsuzluğun o haz dolu akkorlaşmasının- şarkısını söylerse, her tür olumlu vurgudan ayrılmaz olan bayağılık nüansından kurtulur. Bir hayal Yunanistanı'na sığınan ve aşkın çehresini daha saf sarhoşluklarla, gerçekdışılığın sarhoşluklarıyla değiştiren Hölderlin'dir bu ... (E.M. Cioran, “Şairin Asalağı” Çürümenin Kitabı) “Fazla kullanılan duygular aşınır ve değersizleşirler, en başta da hayranlık duygusu ...” (E.M. Cioran, “Bir Yabancının Serüvenleri” Çürümenin Kitabı) “Bana belirgin bir arzu verin ve dünyayı alt üst edeyim. Her sabah bana diriliş komedisini ve her akşam mezara giriş komedisini oynayan, ikisi arasında da cansıkıntısı kefeninin azabından başka hiçbir şey yaşamayan o fiiliyat utancından kurtarın beni ... İstemeyi düşlüyorum- ve her istediğim bana paha biçilmez geliyor. Melankoli tarafından kemirilen bir vandal gibi, bensiz ben, hedefsiz yol alıyorum, bilmem hangi köşeye doğru ... terk edilmiş bir tanrı, kendisi de tanrıtanımaz olan bir tanrı keşfetmek ve onun son şüphelerinin ve son mucizelerinin gölgesinde uykuya dalmak için." (E.M. Cioran, “Bir Yabancının Serüvenleri” Çürümenin Kitabı) “Hayat ancak içine kattığımız yutturmaca derecesiyle hoşgörülebilirdir. Hepimiz sahtekar olduğumuz için birbirimize tahammül ederiz.” (E.M. Cioran, “Robot” Çürümenin Kitabı) "Tarih ciddiye alınmalı mıdır? Yoksa ona seyirci gibi mi kalınmalıdır? Onda bir hedefe doğru bir çaba mı, yoksa lüzumsuz ve nedensiz yere harlanan ve soluklaşan bir ışığın şenliği mi görülmelidir? Bunun cevabı, insan hakkındaki yanılsama derecemize, onun oluşunu teşkil ve teşvik eden o vals ve mezbaha karışımının hangi biçimde çözüleceğini tahmin etme merakımıza bağlıdır." (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) “Bilinç ne zaman bütün sırlarımıza yukarıdan bakabilecektir? Mutsuzluğumuzdaki son esrar kalıntısı ne zaman atılacaktır? Varoluşun ve şiirin yıkımını seyreyleyecek kadar coşku ve taşkınlık kalıntısı hâlâ olacak mıdır içimizde? (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) “Zihni açık olup kendini anlayan, kendini izah eden, haklı çıkaran ve fiiliyatına hakim olan kişi, asla hatırda kalacak bir hareket yapmayacaktır. Psikoloji kahramanın mezarıdır. Dinle ve akıl yürütmeyle geçen birkaç bin yıl, kasları, kararlılığı ve macera itkisini zayıflatmıştır. Zaferin girişimlerini horgörmemek mümkün müdür?” (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) “Bir Weltschmerz, bir çağ bunalımı vardır ki bir neslin hastalığından başka bir şey değildir; bir diğeri de vardır ki her tür tarihi tecrübeden kurtulur ve gelecek zamanların tek sonucu olarak kendini dayatır. "Nedensiz bunalma"dır bu; ''dünyanın sonu" melanlcolisidir. Her şey görünüm değiştirir, güneş bile; her şey eskir, mutsuzluk bile ...” (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) “Her ilkenin kanıtlanabilir ve her olayın meşru olmasından ötürü, bir doğruyu desteklemek için ona inanmanın hiç gereği yoktur; bir devri haklı çıkarmak için onu sevmenin de gerekmemesi gibi.” (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) “Şeylere ve olaylara ad vererek Açıklanamaz'dan yan çizeriz: Zihin faaliyeti kurtarıcı bir sahtekarlıktır. (…) İnsanın elinden Mutsuzluk yalanını alın, ona bu sözcüğün altına bakma gücünü verin: Kendi mutsuzluğuna tek bir an dayanamazdı. Onun çökmesine engel olan, soyutlamadır; içeriksiz, saçıp savurulmuş ve şişkinleşmiş seslerdir; dinler ve içgüdüler değil. Adem cennetten kovulduğu vakit,Adem cennetten kovulduğu vakit, kendine zulmedene verip veriştirmek yerine, şeylere ad koymaya girişmiştir: Onlara rıza göstermenin ve onları unutmanın yegane yoluydu bu; - böylece idealizmin temelleri atılmış oldu .. İlk kem küm edenlerin ağzında sadece bir hareket olan şey de Platon, Kant ve Hegel'de teori haline geldi.” (E. M. Cioran,"Gerilemenin Çehreleri", Çürümenin Kitabı) "Dertlerimizi bilmemize rağmen hayaller görmekten hiç muaf değilizdir, ama artık bunlara inanmayız. Esrarın kimyasına kapılmış olan bizler, gözyaşlarımıza kadar her şeyi izah ederiz. Oysa şu izah edilmez: Eğer ruh o kadar az bir şeyse, yalnızlık duygumuz nereden gelmektedir? Hangi mekanı işgal etmektedir? Ve nasıl bir hamlede, yitip giden muazzam gerçekliğin yerini almaktadır?" (E. M. Cioran "Bazı Yalnızlıklar Üzerine" Çürümenin Kitabı) “Modern iyimserliğin büyük sorumlusu Hegel'dir. Bilincin sadece biçim ve tarz. değiştirdiğini ama hiç ilerlemediğini nasıl görmemiştir?” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) “Oluş. mutlak bir tamama ermeyi, bir hedefi dışlar: Zaman macerası, kendi dışında bir maksadı olmadan akar ve yol alma imkanları tükendiğinde bitecektir. Bi1inç derecesi devirlerle çeşitlenir; ama devirlerin art arda gelmesiyle bu bilinç büyümez.” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) “Bi1menin bütün yolları, bütün usulleri muteberdir: akıl yürütme, sezgi, tiksinti, coşku, inilti. Kavramlarla desteklenen bir dünya görüşü, gözyaşlarından çıkan bir diğerinden daha meşru değildir: gerekçeler ya da iç çekmeler - birbirine benzer şekilde müsbjt ve hükümsüz şıklar. Bir evren biçimi inşa ederim: Buna inanırım ve evren bu olur; bununla birlikte, başka bir kesinlik ya da şüphenin saldırısı karşısında bu evren çöker.” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) “Bugün, bir yazan bir başkasına tercih ederim; yarın, vaktiyle fena gözle baktığım bir eserin sırası gelecektir. Zihnin yarattıktan -ve bunları yönlendiren ilkeler-asabımızın, yaşımızın, ateşli anlarımızın ve hayal kırıklıklarımızın kaderini takip eder. Vaktiyle sevdiğimiz her şeyi soru konusu ederiz; daima hem haklıyızdır hem haksızızdır; zira her şey muteberdir - ve hiçbir şeyin herhangi bir önemi yoktur.” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) “Felsefede şiirdekinden daha fazla kesinlik bulunmaz, zihinde de kalptekinden fazla; kesinlik ancak, yanaşılan ya da maruz kalınan ilke ya da şeyle özdeşleşildiği ölçüde var olur; dışarıdan her şey keyfidir: sebepler ve duygular. Doğru diye adlandırılan şey, yetersiz bir şekilde yaşanmış, henüz içi boşaltılamamış, ama eskimesi kaçınılmaz olan ve yeniliğini tehlikeye sokmayı bekleyen bir yeni hatadır. Bilgi, duygularımızla birlikte açılır ve birlikte kurur. Ve bütün doğruları gözden geçirmemiz de hep beraber tükenmiş olmamızdandır - ve içimizde, doğrulardakinden fazla usare kalmamasındandır. Tarih, hayal kırıklığına uğrayan şey olmadan kavranılamaz. Kendimizi melankoliye bırakma ve melankoliden ölme arzusu da böyle sarihleşir.” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) “Hakiki bilgi, karanlıklar içinde uykusuz beklemekten ibarettir: Bizi hayvanlardan ve hemcinslerimizden ayırt eden sadece bu uykusuz gecelerimizin toplamıdır.” (E. M. Cioran "Bilginin Dekoru" Çürümenin Kitabı) "Nerede tükettin ömrünü'? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firar] bir cinnet - geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?" (E. M. Cioran "Yozlaştırıcı" Çürümenin Kitabı) "Şüphe'yi yerkürenin derinliklerine kadar ekmek isterdim; onun maddeye nüfuz etmesini sağlamak, zihnin hiç girmediği yerde onun hükümdarlığını kurmak ve varlıkların iliğine ulaşmadan önce de taşların huzurunu sarsmak, oraya güvensizliği ve yürek kusurlarını sokmak.” (E. M. Cioran "Yozlaştırıcı" Çürümenin Kitabı) “Kelime fuhuşu onun aşağılıklaşmasının en görünür belirtisidir; artık ne el değmemiş bir sözcük vardır, ne de saf bir dillendirme; hatta anlamlandırılan şeyler de dahil, tekrarlana tekrarlana değer kaybeder her şey.” (E. M. Cioran "Nihai Yıparanma" Çürümenin Kitabı) “Dili tazelemek için insanlığın konuşmayı bırakması gerekirdi: lşaretlerden yararlanır ya da daha etkili bir biçimde sessizliğe başvururdu.(…) Hiç değilse nesnelere başka bir usare vermek için, neden her nesil yeni bir ağız öğrenmesin? Kanı çekilmiş simgelerle nasıl sevilir ve nefret edilir? Nasıl eğlenilir ve acı çekilir? .. Yaşam ... "ölüm" – metafizik basmakalıplar, geçersizleşmiş muammalar ... İnsan kendine yeni bir gerçeklik yanılsaması yaratmalı ve bu amaçla başka kelimeler icat etmeliydi; çünkü elindekiler kansızlaşmıştır ve cançekişme safhalarında artık aktarım mümkün değildir.” (E. M. Cioran "Nihai Yıparanma" Çürümenin Kitabı) “Evreni hüzünle tıka basa doldurduğumuz zaman, zihni alevlendirmek için tek bir neşe kalır bize; imkans1z olan ve nadir görülen o başdöndürücü neşe ... Ümidin büyüsüne de artık ümit etmediğimiz zaman maruz kalırız: Hayat - kafayı ölüme takanlar tarafından canlılara sunulan hediye ...” (E. M. Cioran "Ahlakçıların İki Yüzü" Çürümenin Kitabı) Her burukluk bir k ini saklar ve bir sistemle tercüme olunur: Kötümserlik- beklentilerini boşa çıkarmasından ötürü hayatı affedemeyen mağlupların o zalimliği.” (E. M. Cioran "Ahlakçıların İki Yüzü" Çürümenin Kitabı) “Ölümcül darbeler vuran neşelilik... bir tebessümün ardında hançer gizleyen sevimlilik ...” (E. M. Cioran "Ahlakçıların İki Yüzü" Çürümenin Kitabı) “Bir hiçleşme fiiline götürmeyen hiçbir dikkat yoktur: Klasik ahlakçıdan Proust'a kadar, gözlemci ye getirdiği bütün sakıncalarla birlikte, gözlemin mukadderatıdır bu. İnceden inceye izleyen gözün altında her şey dağılır: tutkular, her tür badireye bağlanmalar, coşkunluklar, başkalarına ve kendilerine sadık kalan basit zihinlere vergidir.” (E. M. Cioran "Ahlakçıların İki Yüzü" Çürümenin Kitabı) “Seven kişi aşkı incelemez, harekete geçen kişi eylem üzerine hiç düşünmez: İnsanoğlunu araştırıyor olmam olmaktan çıktığı içindir; kendi kendimi incelemem de artık "ben" olmadığımdan: Tıpkı diğerleri gibi nesne haline gelirim. lmanını tartan mümin sonunda terazinin üzerine Tanrı'yı koyar ve ancak yitirme korkusuyla coşkusunu ayakta tutar.” (E. M. Cioran "Ahlakçıların İki Yüzü" Çürümenin Kitabı) “Gündüzleyin güneş marifetiyle bir balmumu gibi eriyorum ve geceleyin katılaşıyorum; beni paramparça eden ve beni kendime iade eden art ardalık; cansızlık ve miskinlik içindeki başkalaşım ... Bütün okuduklarım ve öğrendiklerim buna mı varmalıydı? Uykusuz gecelerimin sonu bu mu?” (E. M. Cioran "Adaletin Disiplini" Çürümenin Kitabı) “Kendini dalgalara bırakmakta onlara karşı koymaktan daha çok bilgelik var.” (E. M. Cioran "Adaletin Disiplini" Çürümenin Kitabı)
“Düşünmeye muktedir olmak için, öğrenmenin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. İnsan, eylemini ve eylemeyi terk edişini, her defasında kendisine verilen en asli olana ilişkin teselliye uygun kıldığı sürece öğrenir. Düşünmeyi ancak, kendisi hakkında düşünülmesi gerekene özenle dikkat kesildiğimiz takdirde öğrenebiliriz.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne demektir) “Konuştuğumuz dil örneğin, dostun tabiatını dostane olan olarak vasıflandırıyor. Buna uygun olarak biz de şimdi, kendisini düşünülmesi gereken şey olarak sunan şeyi vasıflandıralım: Her kaygı verici olan, kendini düşünülecek şey olarak sunar. Fakat bu sunuş daima, kaygı verici olan zatı itibariyle hakkında düşünülmesi gereken şey ise vuku bulur. Öyleyse şimdi ve bundan sonra, sürekli, eski zamanlardan beri ve her şeyden önce düşünülmesi gereken şey olarak kalanı, şöyle vasıflandırıyoruz: En kaygı verici. En kaygı verici olan nedir? İçinde bulunduğunuz kaygı uyandıran zamanda o nasıl tezahür ediyor?” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne demektir) Hölderlin, ilahilerinden biri için hazırladığı taslakta şöyle diyor: "İzahsız bir işaretiz biz ... " Şair şu iki mısra ile devam ediyor: "Sancısızız biz ve neredeyse dili gurbette kaybettik" (Martin Heidegger, Düşünmek Ne demektir) “Bir nesil önce "Batı'nın Çöküşü"nden bahsedildi. Günümüzde 'Merkezin Kaybolması'ndan bahsediliyor. Her yerde çöküş, tahribat ve dünyanın tehlikeli boyutlarda yok edilmesi takip edilmekte ve kaydedilmektedir. Her yerde, sadece çöküş ve bunalımları eşeleyerek tahrik eden pek hususi bir roman türüne rastlanmaktadır. Bu edebi tarz bir yandan, esasa müteallik olan ve hakikate uygun biçimde düşünülmüş olanı söylemekten çok daha kolay; öte yandan edebiyatın bu biçimi çoktandır bıkkınlık vermeye başlamıştır.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne demektir) “Tasavvur etmek? Tasavvur etmenin ne demek olduğunu kim bilmez ki? Bir şeyi, örneğin filolojik bir metni, sanat tarihinde yeri olan bir resim eserini, kimya biliminde yanma hadisesini tasavvur ettiğimizde, zikredilen bu nesnelerin her birine dair bir tasavvura sahip oluruz. Pekii, sahip olduğumuz bu tasavvur nerede? Kafamızın içinde. Şuurumuzda. Ruhumuzda. Tasavvurlara, nesnelerin tasavvurlarına içimizdeki derinliğin bir yerinde sahibiz. Fakat Felsefe, birkaç asırdan beri araya girip karışarak, içimizdeki tasavvurların dışımızdaki herhangi bir gerçekliğe uygun düşüp düşmedikleri hususunu müphemleştirdi. Bu hususta kimi evet, diğer biri hayır diyor. Yine başka birileri, bu hususta karar verilemeyeceğini, sadece dünyanın, gerçek olanın bütünlüğü anlamında, ancak tasavvur edildikleri nispette var olduğunu söylüyorlar. "Dünya benim tasavvurumdur". (Martin Heidegger, Düşünmek Ne demektir) "- Dünya benim tasavvurumdur- cümlesi, Öklid'in aksiyomlarına benzer bir şeydir. Bu, onu anlayan herkesin, hakikat olarak tanıması gereken bir cümledir; her ne kadar bu, herkesin ilk işittiğinde anlayabileceği bir cümle değilse de. Bu cümleyi şuura taşımış ve ideal ve gerçek olan, yani kafamızın içindeki ve dışındaki dünya arasındaki nispet sorusunu ona bağlamış olmak,ahlaki özgülüğe ilişkin problemin yanında, aynı zamanda son dönemlerde ortaya çıkmış olan felsefenin diğerlerinden farkını ortaya koyan karakterini belirlemektir. Zira, binlerce yıl boyunca gösterilen basit nesnellik çerçevesinde felsefe yapma çabasından sonra ilk defa, bir çok şeyin yanında, dünyayı esasen neyin ilkin ve daha sonra böyle esrarengiz ve şüpheli kıldığı, ne kadar muazzam ve masif olsa da, varlığının sadece incecik tek bir ipe asılı durduğu keşfedildi: İşte bu, kendisinde dünyanın varlığını sürdürdüğü her zamanki şuurdur." (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Dünyada insanların yaklaşmakta olan dünya savaşlarına dair henüz hiçbir şey bilmediği, 'ilerleme'ye olan inancın, sivilleştirilmiş halkların ve devletlerin neredeyse dini olduğu bir dönemde Nietzsche çığlığını kopardı: "Çöl büyüyor ... " Bu çığlıkla birlikte Nietzsche, insanlara ve bilhassa bizzat kendine şu soruyu yöneltti: Sizin, gözlerinizle işitebilmenizi sağlamak için, önce kulaklarınızın patlatılması mı gerekiyor?” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) "Böyle Buyurdu Zerdüşt. Herkes ve hiç kimse için bir kitap". Bu cümledeki 'herkes için' ifadesi, keyfi olarak belirlenebilecek sıradan kişilere değil, insan olarak bütün insanlar, bilhassa özünde düşünceye itibar eden, özü itibariyle zikretmeye değer insanlara işaret etmektedir. Bir sonraki 'hiç kimse için' sözcüğü ise, düşünmenin yoluna koyulmak ve her şeyden önce kendisini bu yolculukta şüpheli kılmak yerine, bu kitabın sadece parçalarına ve cümlelerine hayranlık duyan ve dili içinde gözü kapalı sağa sola yalpalayan, her yerde mevcut olan insanların hiçbiri için olduğuna işaret etmektedir.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Bu eserin alt başlığının doğruluğu, basıldığı tarihten 70 yıl sonra ne kadar da ürkütücü biçimde ortaya çıktı, -fakat tam da aksi yönde. Eser, herkes için bir kitap oldu ve düşünen hiç kimse, bu kitabın temel düşüncesi ve karanlığıyla yüzleşecek olgunluğa erişemedi.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Bir düşünür asla başkasının onu çürütmesi ve onu çürütmeye yönelen edebiyatın üst üste yığılması dolayısıyla kendine hakimiyetini kaybetmez. Bir düşünürün düşündüğü şey, ancak, düşündüklerinde düşünülmemiş olanın asli hakikatine geri döndürülmesiyle hazmedilebilir.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Fakat yine de bu durumda, düşünürle hasbıhal etmek kolay olmaz, bilakis konuşma öncelikle tartışmanın sürekli artan bir keskinliğine maruz kalır. Fakat nedense Nietzsche hala maharetlice çürütülüyor. Bu alışverişte bu düşünüre, daha sonra görüleceği gibi, çabucak, onun esasen düşündüğü ve nihayet düşüncesini kemiren şeyin tam da tersi isnat edildi.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Nietzsche açıklıyor. İnsanın bu özü birazcık olsun tespit edilmiş değil, yani ne bulunmuş ne de sabitleştirilmiştir. İşte bu yüzden Nietzsche şöyle diyor: ‘insan daha henüz tespit edilmemiş hayvandır.’” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir) “Nietzsche Batı düşüncesinin başlangıçtan beri insan hakkında düşündüğü şeyi ifade ediyor: İnsan an.imal rasyonel, akdlı hayvandır. Akıl sayesinde insan hayvanı aşarak yücelir. Fakat bunu yaparken insan mütemadiyen hayvana tepeden bakmak, onu kendine tabi kılmak, onunla baş etmek zorundadır. Biz, hayvani olanı cismanilik olarak isimlendirelim ve aklı gayr-i cismani ve cismanilik üstü olarak çerçeveleyelim. Bu durumda insan, anirnal rasyonel, cismani- cismanilik üstü varlık olarak tezahür ediyor. Cismaniliği, geleneğe uyarak, fizikilik olarak isimlendirdiğimizde, bu defa akıl, cismanilik üstü kendini cismani, fiziki olanın ötesine geçen şey olarak gösteriyor.” (Martin Heidegger, Düşünmek Ne Demektir)
Aydınlanma, Batı-Dışı Kültür ve Özne “Türkiye’de Aydınlanma düşüncesi, temelli ve ciddi bir eleştirisi yapılmadan, bir ‘dogma’ olarak kabul görmüşe benziyor. Daha somut bir ifadeyle söylersem, Türkiye’de Aydınlanma, bir’dogma’yı temellendiren bir başka ‘dogma’ olma işlevini taşıyor; - kısaca, işlevi bundan ibaret! XVIII. yüzyıl Avrupa düşüncesinin bu büyük dönüşümünün (‘büyük dönüşüm’ nitelemesi, Paul Hazard’ın) Türkiye’deki alımlanış biçimi, gerçekten çok hazin! Hazin, çünkü Aydınlanma’ya sahip çıkmak, Avrupa düşüncesine, Batılılaşmaya ve modernleşmeye sahip çıkmak adına yapılmaktadır! Bu nedenle de, Türkiye’de Aydınlanma’ya sahip çıkma iddiasını taşıyanların, bu ‘sahip-çıkma’yı eleştirel bir zihinle irdelemek yerine, onu eleştiriye kapalı tutmaktan; Aydınlanma’yı sanki insan düşüncesinde her türlü eleştiriden vareste, daha da ötesi olmayan, nihai bir düşünce olarak konsolide etmekten yana olduklarını tespit etmekle işe başlamak gerekiyor. Yanılmıyorum: Türkiye’de Aydınlanma bir ‘dogma’, Aydınlanmacılık da bir dogmatik düşüncedir. Eleştiri kabul etmeyen, aklı en temelkoyucu özelliği olan eleşbriden tecrid eden, dolayısıyla da aklı ‘dogma’ya dönüştüren, donmuş bir düşünce! Bizim anlı şanlı Aydınlanmacılarımızın, Michel Foucault’nun, yeniden Aydınlanma düşüncesine dönüşü bir ‘tehlike’ (evet, bir tehlike’!) olarak gördüğünden haberleri var mı? Foucault, Aydınlanma’ya dönüşü, bir ‘eurosantrizın tehlikesi’ olarak görüyordu. Eurosantrizm, ya da Avrupamerkezcilik! Evet, Aydınlanma, Avrupa merkezli bir düşüncedir. Mark Foster, Critical Theory and the Poststructuralism’de*, XVIII. yüzyılın Aydınlanman filozoflarının (ve bugün de, Jürgen Habermas’ın) Avrupalılık durumunu, ‘evrensel’ bir durum olarak empoze ettiklerini belirtir: Avrupalı entelektüel, ‘akıl’ı keşfedip insanlık adına konuşmaya başlamıştır. I’oster şöyle diyor:“Felsefecilerin aklın apaçık (self-evident) doğrularını dile getirirkenki masumiyetleri, Avrupa’nın gücünün dünyaya yayılışındaki zorbalıkla bütünleşir.” Demek istediğim şudur: Avrupa dışına yayılan Aydınlanma düşüncesi, oralarda Aydınlanma’yı tartışmaya ya da açık zihinle eleştirmeye asla yanaşmayan taraftarlar bulurken; Avrupa, kendi entelektüel ürünlerinin (ve bu arada, elbette Aydınlanma’nın) mutlaklığını değil, izafiliğini dile getirmeye başlamıştır. Michel Foucault, sadece bir örnek! Elbette başkaları da var… Yukarda da belirttim: Aydınlanma düşüncesi, yirminci yüzyılda dogmatizmini Habermas’la konsolide ediyor. Habermas, Aydınlanmaca özneyi rasyonel, özerk bir birey olarak inşa eder. Modernitenin dayattığı bu (Aydınlanmacı) rasyonel ve özerk bireyi temel alan ‘özne’ konseptinin hangi iktidar teknolojilerini meşrulaştırdığını göstermekse Michel Foucaulfya düşmüştü. Deliliğin, emeğin, suçlunun, bu rasyonel ve özerk öznenin buyurgan ve dayatmacı zorbalığına nasıl maruz kaldığını, Avrupa’nın ve Mark Poster, Critical Theory and tlıe Poststructurolism, Cornell üniversity Press, Nevv York, 1989. Aydınlanmacılarının güzüne soka soka anlatır Foucault…Aydınlanma’dan bu yana gadre uğrayanlar, rasyonel ve özerk öznenin ürettiği iktidar teknolojilerinin gadrine uğrayanlardır. Aydınlanma’nın ‘öteki’ yüzü! Bu ‘öteki yüz’ü Foucault gösterir bize… İşte tastamam bu nedenle, Foucault’nun 1970’!erde S. Hasumi ile yaptığı söyleşi4, can alıcı bir önem taşıyor. O söyleşisinde Foucault Batılı (zihinsel) araçlarla gerçekleşen özgürleşmenin, Batı-dışı bir kültür ve bir uygarlığın keşfine yol açıp açmayacağını sorgular. Foucault’ya göre, böyle bir keşif muhtemel, halta mümkündür. “Böylece,” diyor Foucault, “dünya, kapitalizmin oluşumuna özgü siyasal iktidar biçimlerinden ayrılması mümkün olmayan bu Batılı kültürden kurtulup özgürleşmiş (affranehir) olacaktır.” Şöyle diyor Foucault: “Kapitalist olmayan bir kültür; ancak Batıdışında gerçekleşebilir. Dolayısıyla, kapitalist olmayan bir kültürü ancak Batılı olmayanlar icat edebilir.” Şimdi Türk en teijansiyasına düşen, Batı-dışında gerçek-leştirilmesi mümkün olan bir kültürün nasıl icat edileceğini ve öznesinin nasıl inşa edileceğini düşünmektir. Miclıcl Koııcault, Dits e t Ecrils (1954-10&8), dit II (1970-1975), NRF, Editions Gallimard, Paris, 1994. (Hilmi Yavuz,” Aydınlanma, Batı-Dışı Kültür ve Özne “,Alafrangalığın Tarihi) Rasyonaîite “Max Weber’e bakarsak eğer, modernliğin yolu rasyonaliteden (aklileşmeden) geçer, Modernliğin arkasındaki mantık, rasyonalitedir.Kimileri, rasyonaliteyi sekülerleşmeyle eş anlamlı sayıyorlar ve modernleşmeyi bu yolla Aydınlanma geleneğine bağlıyorlar. Gerçekten de, Weber’le birlikte modernleşme projesinin aklileşme mantığını, dünyanın büyüden arındırılması (Entzauberuııg) üzerine temellendirme olasılığı vardır; ama bunun bütünüyle Batı’ya özgü olduğunu unutmamak koşuluyla!.. Türk modernleşmesi zihinsel olarak gerçekleşememiş, gerçekleştirilememiştir. Allah’ın bildiğini kuldan saklamanın ne anlamı var: Türk modernleşmesi, kendi zihinsel muhtevasını oluşturamamıştır ve bunun nedeni, sekülerleşme işinde yaya kalmış olduğumuz varsayımı değildir. Türkiye’de sekülerleşme, geleneksel olandan modern olana geçişte, hiç de öyle belirleyici bir rol falan oynamış sayılmaz, Daha açık bir ifadeyle söyleyeyim: Modernleşemememizin nedeni, sekülerleşememiş olmamıza bağlanamaz! Kemalizm’in sekülerleşme, yani ‘dünyanın büyüden arındırılması’ doğrultusunda gerçekleştirdiği radikal müdahaleler modernleşmeyi, otsa olsa olumsuz etkilemiş olabilir; yani modernleşmeyi değil; tersine, modernleşememeyi hazırlamıştır, denebilir Sekülerleşme bu kertede radikal girişimlerle özel ve kamusal yaşamın ta içlerine kadar girmeseydi, modernleşmeyi hazırlayan koşullar belki de kendiliğinden gerçekleşebilecekti… Türkiye’de modernleşememenin arkasında kamusal yaşamın akla ve ölçüye (ratio) dayandırılamamış olması bulunuyor. Hiç kimse alınmasın, kamusal alanda, rasyonalitenin hiçbir düzlemde hâkim olamadığını gösteren o kadar çok kanıt var ki! Bir kamusal etkinlik alanı olarak eğitimi alalım. Bakın, Cumhuriyet kurulduğundan beri sekülerleştirilmiş okullarımızda, orta öğretim düzeyinde yabana dil okutulur: İngilizce, Fransızca, Almanca… Kuşkusuz, yabancı dillerde eğitim yapan okulları ve kolejleri şimdi söyleyeceklerimin dışında tutuyorum. Devletin ortaokullarında ve liselerinde altı yıl, haftada ne bileyim altı ya da yedi saat yabancı dil öğrenimi gören kaç kişi, liseden o yabancı dili layıkıyla öğrenerek çıkabilmiştir? Dil, performalif bir etkinliktir.Dili bilmek, o dili kullanabilmekle ölçülür.Yüzme bilmek veya bisiklete binmeyi bilmek gibi… Performatif etkinlik alanında erek, o etkinliğin rasyonalitcsidir. Yüzmeyi öğrendim diyebilmek, nasıl bilfiil yüzmekle rasyonelini bulmuş olursa, yabancı dili öğrenmek de o dili öğrendiğini bilfiil gösterebilmekle rasyonalitesini bulur. Bu durumda, orta öğretimde yabancı dil eğitiminin bir rasyonalitesi olduğundan söz edebilir miyiz? Elbette hayır! Nasıl söz edebiliriz ki, binlerce öğrenci her yıl liselerden yabancı dil öğrenemeden mezun olurken? Ulaşım, modernizasyonun modernleşme ile örtüştüğü ölçüde rasyonel olabildiği bir etkinlik alanı. Mesela İstanbul, trafik lambalarından oluşan, ara sıra aksasa da, yetkin sayılabilecek sinyalizasyon sistemine sahip bir kent. Gelgelelim, bu modernizasyon, yani teknik akıl, ya da enstrümantal akıl, kuramsal akılla, modernlikle örtüşmüyor! Rasyonalitenin yokluğu hemen belli ediyor kendini, Bir bakıyorsunuz, trafik lambalarının mükemmelen çalıştığı bir durumda, hem de trafik lambasının tam altında, bir trafik polisi sinyalizasyon işini üstleniyor! Kuramsal akıl, ya da düpedüz mantık, orada ya trafik polisinin,ya da trafik lambasının bulunmasını içerir; ikisinin aynı anda birlikte orada bulunmasını değil! Rasyonellik, mesela bîr belediye otobüsünün her gün aynı saatte aynı durakta olacağının bilinmesini içerir, İngiliz filozofu David Hume, binlerce yıldır her sabah güneşin doğuyor olmasından, yarın sabah da doğacağına ilişkin bir çıkarım yapılamayacağını söylemişti, Türkiye bu anlamda tam Hume’a göre bir ülke; üstelik hiçbir şey bir öncekini tekrar da etmiyor! Politikada rasyonellik, tutarlılık demektir. Sözle edim (fiil) arasındaki bağlam ortadan kalkmış gibi görünüyor. Sorun, ‘hafıza-i beşerin nisyan ile malûl olması’ gibi psikolojik bir sorun değildir. Sözle edim arasındaki tutarlılık bağlamının, politika da içinde olmak üzere kamusal yaşamın birçok kesimlerinden sürgün edilmesi, rasyonalitenin toplumunun yaşamından sürgün edildiğini gösteriyor. Peki, eğitimde, ulaşımda, politikada ve kamusal yaşamın başka alanlarında rasyonalitenin yaşama hâkim olamamış olmasının nedenleri nelerdir? Nedeni şudur: Türkiye zihinsel olarak modernleşememiş ve rasyonelleşmenin bir içermesi olan kuramsal akıl (mantık) düzeyinde örgütlenebilmenin üstesinden gelememiştir. Denebilir ki, bu gerekli miydi? Ben onu söylemiyorum. Ben, sadece modernleşmeyi ağzımıza yüzümüze bulaştırdığımızı dile getirmek istiyorum. Ve bir şeyi daha: Modernleşmeyi Batı’nın rasyonalitesine dayalı olarak zihinsel planda inşa edemediğimizi anlamanın zamanı gelmedi mi? Bize şimdi, modernleşmeyi, tıpkı Japonya’da yapıldığı gibi, kendi geleneklerimizden yola çıkarak nasıl inşa edebileceğimizi düşünmek düşüyor; hem de vakit geçirmeden!” (Hilmi Yavuz,” Rasyonaîite”,Alafrangalığın Tarihi) Akıl Geleneğinin İflası “Bilge Karasu, ölümünden sonra Füsun Akatlı tarafından düzenlenerek yayıma hazırlanan Öteki Metinler’inde0, Alberto Moravia’dan bir alıntı yapar. Moravia’nın, Pasolini’nin ölümü üzerine L’Espressa dergisine verdiği bir demeçten yapılmış bir alıntıdır bu! Moravia, şöyle der: “Pasolini, aklın hizmet etmediğini, akla hizmet edildiğini çabucak keşfetmişti. Ve de yalnızca çelişkilerin, kişiliğin doğrulanmasını sağladığını… Akıl yürütmek anonimdir; çelişkiye düşmekse, kişisel…” Moravia’nın bu sözleri, öteden beri üzerinde düşündüğüm bir meseleyi zihin açıklığıyla görmemi sağladı. Gerçekten de, Avrupa’nın entelektüel tarihi, aklın hizmet etmediğini; ama ona hizmet edildiğini apaçık gösteren bir tarihtir. Descartes’ı düşünelim söz gelişi: Descartes, duyularımızla algıladığımız (idrak ettiğimiz) objektif (?) fenomenler evreni ile tastamam örtüşecek bir evren modelini zihnimizde inşa edebileceğimizi ve bunu da, dikkat edilsin, aklın yönetimi için öngördüğü kurallara uyarsak, gerçekleştirebileceğimizi söylüyordu. Bu kurallara başvurulmadan inşa edilecek (eğer edilebilirse, elbet!) bir evren modelinin, Descartes’a göre, hiçbir değeri olmayacaktı! Regulae ad Directionenı İngenii (Aklın Yönetimi İçin Kurallar)… Descartes’ın kitabının adı buydu! Akıl yönetimi için kurallar koymak, ‘aklın yolu birdir’ anlamına gelir. Aklın yolunun birden çok olabileceğini düşünmek, verili ve dayatılmış olan kuralların dışında, başka yollar, başka patikalar olabileceğini düşünmek demektir. Ama akıl, buyurgan ve despot akıl, çoğulculuğu kabul etmez. Avrupa’nın entelektüel tarihi, buyurgan aklın kendi kurallarını koyup dayattığı bir tarihtir; - birkaç istisnası dışında elbet; Giambattista Vico ve Nietzsche gibi… Vico, insan zihninin imgeye dayanan işleyişinin, aklın yönetimi için konulmuş olan kuralların dışında gerçekleşebileceğini savunuyordu. Hegel, aklın yol göstericiliğini inkâr eden ne varsa, hepsini birden ‘hurafe’ diye aşağılayan Aydınlanma düşüncesinin, bizzat insan aklının ilerlemesinde yetersiz kaldığını düşünüyordu. Aydınlanma ile birlikte, Hegel’in terimlerini kullanarak söylersek, akıl efendi’ olmuştu, insan ise ‘köle’! Aklın egemenliğinden gururla söz eden bir entelektüel geleneğin aslında bir akıl despotizmi anlamına geldiğini ancak Nietzsche fark edecekti… öyledir: İnsanın öteki yüzünü görebilmek için Nietzsche’yi beklemek gerekmiştir; - XIX. yüzyılı! Ve elbette Sokrates öncesinin, henüz aklın ‘egemenliği’nden ya da aklın yönetimi için öngörülen kurallardan söz edilmeyen ‘trajik’ dönemine dönmek gerekmiştir. Nietzsche’nin Apollon’ca olan ile Dionysos’ca-olan iki içgüdünün yollarının henüz birbirinden ayrılmadığını bildirdiği bir dönemdir ‘trajik’ dönem. Ve Nietzsche, Aydınlanma’nın alternatifini Dionysos’ta bulur: Coşkunun, kendinden geçmenin, vecdin ölçü tanımazlığında! Yanlış anlaşılmasın diye belirteyim istiyorum: Apollon’ca -olan da bir içgüdüdür Nietzsche’ye göre; ölçülülük ve dengelilik içgüdüsüdür, Apollon’ca-olan… Akıl geleneği, Nietzsche gibi söylersek, ‘felsefeyi baştan aşağı yalana boğmuş’, içgüdülerse (ki, insan bir ‘içgüdü varlığı’dır Nietzsche’ye göre!) ‘lanetlenmiş ve kötü görülmüş’tür. İçgüdü varlığı olan insandır ‘üstün insan’… Başa dönelim. Moravia, ‘çelişkilerdir kişiliğin doğrulanmasını sağlayan’ demişti. Doğrudur, Moravia’nın dediği gibi, ‘akıl yürütmek anonimdir; çelişkiye düşmekse, kişisel.’ Aklın egemenliği, ‘dünyanın büyüsü’nü yok etti; içgüdüleri, çelişkileri, önyargıları yok saydı! Önyargıları aşağılarken, önyargılara karşı, önyargılı davrandı (Gadamer söylüyor bunu!) Büyüden, çelişkilerden, önyargılardan, inançlardan arınmış, tatsız tuzsuz bir dünya! Aklın bütünüyle egemen olduğu böyle bir dünya; - bir buz çölü! Wittgenstein’ın Zeltel’de betimlediği buz çölü… Sürtünmenin olmadığı, dümdüz, neredeyse cilalı bir zemin! Feyerabend’in François Jacob’dan aktardığı gibi, ‘bir birörneklik ve donukluk tehdidi altında olmak!’ Aklın buyurganlığının bizi getirip bıraktığı yer, işte bu buz çölü olmalı… Yazıyı, Keçecizade İzzet Molla’nın (Tanpınar’ın da çok sevdiği) o güzelim beytini anarak bitireyim: Bihakk-ı Hazrel-i Mecnun izale eyleye Hak, Serimde derd-i hıredden biraz eser kaldı… (Hilmi Yavuz,” Akıl Geleneğinin İflası”,Alafrangalığın Tarihi) Farklılık ve Modernlik “Sonunda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Türkiye’nin temel sorunları, Jusdanis’den esinlenerek söylersem, gecikmiş değil, geciktirilmiş modernliğin ortaya çıkardığı sorunlardır: Etnik farklılaşma (Türk/Kürt), mezhep farklılaşması (Sünnî/Alevî) ve benzeri farklılıklar, bugün fevkalade ciddi boyutlarda yaşanıyorsa eğer, bunun temel nedeni, modernliğin, farklılıklar üzerine inşa edildiği gerçeğinin görmezlikten gelinerek hayata geçirilmeye çalışılmış olmasındandır. Meseleyi biraz daha açayım: Modernlik Weber’in, Habermas’ın ve daha başkalarının da ısrarla belirttikleri gibi, farklılıklar referans olarak alınıp inşa edilen bir yapıdır. Matta, daha da ileriye giderek şu bile söylenebilir: Tonnies’in kavramsallaştırmasıyla Gemeinschaft tipi geleneksel toplumlarla, Geseltschaft tipi modern toplumların birbirinden ayrılmasını mümkün kılan temelkoyucu kriter, farklılıkların gözetilmesine, onların öne çıkarılmasına dayanır. Geleneksel toplumlar, farklılıkları silen, ortadan kaldıran,tek tip bir birlik ve beraberlik projesini dayatan,müeyyidelere bağlayan toplumlardır: Modern toplum ise, birliği, farklılıklara dayanan çoğullukların biraradalığı olarak öngörür. Kısaca, geleneksel toplum, farklılıkları ayrımcılığa indirger, farklı-olanı ötekileştirir. Farklılıkları, ayrımcılık olarak görmemek, farklı-olanı ötekileştirmeden kabul etmekse, modern toplumları, geleneksel toplumlardan ayırır. Yazıya başlarken, Türk modernleşmesinin bugün, farklılıkların tanınmasına ilişkin sorunlarının, bu modernleşmenin gecikmiş değil, geciktirilmiş olmasından kaynaklandığını öne sürmüştüm. Şundan dolayı: Türk modernleşmesinin asıl açmazını, modernlikle ulus-devlet konsepti birlikte temellük edilirken, ulus-devletin geleneksel bir yapıyla inşa «dilmeye kalkışılmasında aramalıdır. Ulus-devleti modern bir proje olarak inşa etmek başka, geleneksel bir yapı olarak inşa etmeye kalkışmakla başkadır, Ulusdevletin geleneksel bir proje olarak inşası, farklılıkları yok saymak, belirli bir ideolojiyi birlik ve beraberlik adına ağır müeyyidelerle dayatmak anlamına geliyor. Modern toplumda ulus-devletin, kurucu ideoloji (ideologie constituante) ile olan ilişkisi, bu ideolojiyi bir hâkim ideoloji (ideologîe dominante) olarak ağır müeyyidelerle dayatmak olmamalı; kurucu ideolojiyi, öteki ideolojiler arasında üstün ve hâkim bir konumda değil, tam tersine, ‘eşitler arasında birinci’ (primus inter pares) bir konumda bulundurmak olmalıdır. Bu da, politik toplumun karşısında sivil toplumun meşruiyetinin kabul edilmesi demektir. Farklılıkların kabulü, sivil toplumun temelkoyucu ilkesidir çünkü… Bugün Türkiye’de görülmekte olan Ergenekon davasının sosyolojik bir analizi henüz yapılmamıştır. Her ne kadar, geleneksel ulusdevlet projesinin içinde yürütülmeye çalışılsa da, çağdaş koşullarda modernlik, artık, ağır müeyyidelerle dayatılmış olan ‘geciktirilmişliği’ aşarak, taşların yerine oturması mecrasına girmiştir. Ergenekon davası, toplumsal koşulların dayatmasına karşı, ağır müeyyideleri işletmek imkânına, hukuken sahip olsalar da fiilen sahip olma iktidarını ellerinden kaçıranların, bu dayatmayı müeyyidelerden ‘darbe’ye dönüştürmeye kalkıştıkları iddiasını ortaya koyuyor. ‘Muasır medeniyet seviyesi’ farklı çoğulluklar içinde biraradalık demektir. Geciktirilmiş de olsa, şimdi Türkiye bunu yaşamaktadır.” (Hilmi Yavuz,”Farklılık ve Modernlik”,Alafrangalığın Tarihi) Modernleşme ve Romantizm “Türk modernleşmenin özellikle Cumhuriyetle birlikte, XVIII. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin yol göstericiliğinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı, Aydınlanma’nın, Modernleşme projesi olarak (kamusal ve özel) hayata geçirilmek istendiğini biliyoruz. Kemalizm, bir Aydınlanma devrimi! öyle söyleniyor. Modernleşme, Avrupalılaşma ya da daha genci anlamda Batılılaşma ise, Avrupa medeniyeti, onun sadece XVIII. yüzyılını içeren Aydınlanma ile bir tutulamaz. Avrupa medeniyeti tarihinin bir parçasıdır Aydınlanma; - evet, öyledir, ama Avrupa Medeniyeti değildir. Avrupa medeniyeti, onun bir parçası olan Aydınlanma’ya irca edilemez. Parça, bütünün yerine konulamaz burada. Aydınlanma, Avrupa medeniyetini tek başına temsil edemez. Sebebi basit. Avrupa medeniyetinin, Aydınlanmasonrası dönemi (ki, kısaca ‘romantizm’ diye andığımız XIX yüzyılı kapsar). Aydınlanma düşüncesine taban tabana aykın bir tarihi içerir. Romantizm, aklın yol göstericiliğini onaylamaz. Din karşıtı söylemin müfrit sekülarizmini onaylamaz; kısaca Aydınlanma’nın esprisini onaylamaz. Dahası, onaylamamak bir yana, onu olumsuzlar ve bu anlamda Aydınlanma’nın tam karşısında yer alır. Tanzimat, Avrupa düşüncesinin bu iki karşıt eğilimini (akılcı Aydınlanma ile sezgici romantizmi) telife çalışmış olmak bakımından, deyiş yerindeyse, Avrupa ruhunu, onun dialojik karakterini çok daha sahih olarak temellük eder. Romantizmin Tanzimat entelijansiyası tarafından alımlanış tarzı, onun (romantizmin) edebî etkileriyle sınırlı kalmış gibi görünüyor, ama bu etkilerin daha kuşatıcı olduklarını pekâlâ öne sürmek de mümkündür. Namık Kemal örneğinden yola çıkalım. Bir yandan gelenekçi ve dindardır Namık Kemal; - tıpkı ilk dönem Fransız romantikleri gibi Aydınlanma’nın akıl dini, akıl hukuku (veya doğal hukuk) ve akıl devleti gibi tini versalist yaklaşımına karşı İslam dinini ve İslam hukukunu ve İslam devletini savunarak yerel (lokal) kalır. Romantizmin edebî etkilerine tahdit koymazken, Aydınlanma’nın politik etkileri konusunda seçicidir Namık Kemal. Tanzimat sonrası modernleşmesine ise, Namık Kemal’in Aydınlanma ile romantizm arasında öngördüğü bu telifçi, uzlaşmacı tavrı olumsuzlayacak; kamusal ve özel alanda Aydınlanma yı, Türk modernleşmesi için tek örnek alacaktır. Cumhuriyet modernleşmesi ile Tanzimat modernleşmesi arasındaki fark buradadır. Tanzimat’ı XIX-yüzyılın romantik dünya görüşünü, onun dine ağırlık veren yanını göz ardı etmeden Aydınlanma’ya eklemlemeyi projelendirmeye kalkışan bir telifçiliktir. Cumhuriyet modernleşmekleri içinse, Batı’nın tarihsel anlamı, Aydınlanma’da (evet, sadece Aydınlanma’da) içerilmiştir. Kısaca onlar için Batı, Aydınlanma’dan ibarettir Tanzimat’ın romantik kalıntıları, radikal bir sekülerleşme ile tasfiye edilmiş ve modernleşme sadece ve sadece Aydınlanma projesi olarak devam etmiştir. Modernleşme, Tanzimat’ın Batı’yı temellük edişini tasfiye yerine, onu yeniden üretecek, yani Aydınlanma ile romantizmi {ya da, gerçek anlamda, Avrupa ruhunu) telif edecek mekanizmalar icat edebilecek olsaydı, durum, bugünkünden çok farklı olurdu. Bugünün yaşanan modernleşme krizleri yaşanmazdı herhalde…” (Hilmi Yavuz,”Modernleşme ve Romantizm”,Alafrangalığın Tarihi) Modernleşme ve Bilim “Türk modernleşmesi. Aydınlanma’nın aklı üne çıkaran tavrını, aklın yerine bilimi koyarak aktardı; - belki de ‘tercüme etti’ demek daha doğru. Dolayısıyla, Aydınlanma’da aklın yol göstericiliği, modern Türkiye’de ‘Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir’e dönüştü, Hiç şüphe yok, bilimle akıl, ya da akılla matematik doğa bilimleri metodu, Türk modernleşmesinin örnek aldığı XVIII, yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin temelkoyucu ilkeleridir. Ancak, birinin ötekinin yerine geçmesi, aktın bilim olarak ‘tercüme edilmesi’, Aydınlanma düşüncesiyle bağdaşmaz. Dahası, Aydınlanma’nın felsefî kritik aklını değil, Jakobenlerin dogmatik aklını ilke edinmiş olduğu için Türk modernleşmesi, aklın yerine koyduğu bilimi de dogmalaştırmakta gecikmemiştir. Bilimin rasyonalitesi, akılla özdeşleştirilmiş; bilimsel rasyonalitenin dışında, başka rasyonaliteler, bütünüyle akıl-dışı sayılmıştır. Mesela din, mesela büyü gibi birtakım pratikler, bilim-dışı oldukları için rasyonel pratikler olarak görülmemişlerdir. Kısaca, bilim-dışı demek, akıl dışı demektir onlar için. Modern Türkiye’de sekülerleşmenin bu kadar şedit, sanalı ve problemli olmasının, bana göre elbet, asıl sebebi budur: Dini rasyonel bir pratik kabul etmemek! Bu durum, mesela Mu’tezile kelamını Türk Müslümanlığında hegemonik bir kelam doktrini haline getirmeye çaba sarf eden Neo Mu’tezilî çabaların niçin sonuçsuz kalmaya mahkûm olduğunun da gerekçesidir. Neo-Mu’teziliîer, istedikleri kadar, vahiy ile aklın birbirine karşıt olmadığını, vahyin rasyonel olduğunu iddia etsinler,rasyonaliteyi bilimsel rasyonaliteye irca eden ‘resmî ideoloji’, dini rasyonel bir pratik saymayacaktır nasılsa,.. Oysa aklın yolu bir değildir. Çoğul bir rasyonaliteler dünyası söz konusudur ve bilimsel rasyonalitenın yanı sıra, öteki pratiklerin (din, büyü) de rasyonalitelerinden söz edilebilir; - edilmektedir. Bilimin rasyonalitesini tek rasyonalite olarak dayatmanın, Türk modernleşmesi bağlamında ciddi içermeleri vardır ve bunların en başında bilimin, tıpkı Jakoben akıl gibi, dogmalaştırılması gelmektedir. Türkiye’de ‘bilim’ kavramının alımlanış biçimi, aklın Jakobenleştirilmesine, dolayısıyla dogmalaştırlıp bir fetiş objesine dönüştürülmesine paralel bir seyir izlemiştir, Fransız Devrimi’nin Jakobenleri aklı nasıl Allah’ın yerine koydularsa (Robespierre’in deesse~raisoıı (tanrıça akıl) sözünü hatırlayalım!), Türk Jakobenler de bilimi, onunkinden başka bir rasyonalitenın kabul edilmediği bilimi, fetîşleştirmekte gecikmemişlerdir. Bu fetişi eştirmenin bir örneği, YÖK’un, akademik kariyerde ilerleyebilmek için, yurt dışında bilimsel yayııı yapma mükellefiyetini getirmiş olmasıdır. Bilimsel çalışmalar, böylece, akademik yükselmeye endekslenmiş; doçent ya da profesör olmak için ‘bilimsel’ yayınlar yapılmaya başlanmıştır, YÖK için önemli olan, yapılan yayının niteliği ya da onun hangi koşullarda yayınlandığı değildir. Bir yabancı bilim dergisinde yayımlanmıştır ya, bu YÖK için, söz konusu akademisyeni terfi ettirmeye yeterlidir. Bilimin nasıl bir fetiş nesnesine dönüştüğü apaçık görülmüyor mu burada? Batılı ülkelerde bilimsel yayınlar, terfi etmek için yapılmaz; tam aksine, unvan, yapılan bilimsel yayınlara bakılarak verilir. Kısaca liyakattir önemli olan. Bakınız, mesela, İngiltere’de profesör olmak için, doktora, hatta master tezi bile vermiş olmak gerekmez. Benim Londra Üniversitesinde (London University College) okuduğum yıllarda. Felsefe bölümünün başında olan hocam. Prof. Richard Wollheim’ın ne master’i vardı ne de doktorası! İngilizler, Wollheim’a, ‘profesörlük’ unvanını, akademik bir konuma gelmek için yapılan çalışmalara bakarak değil, unvan kaygısından bağımsız olarak yaptığı yayınlara bakarak vermişlerdi çünkü… Sonuç mu? Sonuç şu: Bilimi Jakoben anlayıştan kurtarmadan, Türkiye’de bilimsel düşüncenin ilerlemesinden söz etme imkânı yoktur…” (Hilmi Yavuz,”Modernleşme ve Bilim”,Alafrangalığın Tarihi) *************************************************************************** Batılılaşma Değil, Oryantalistleşme “Geniş ve kuşatıcı bir problem olarak ‘Batı sorununu belirgin kılabilmek gerekiyor. Kuşkusuz, burada sorulması gereken ilk soru, ‘bizim için Batinin ne Olduğu. Bu yüzden de, XVI. ve XVII. yüzyıl öncesi Batı bizi ilgilendirmiyor. Kısaca ‘Bilim Devrimi’ ile dönüşüme uğrayan Batı’dır bizim için önemli olan. Bu dönüşümün ortaya çıkardığı iki temel felsefe akımı var: Biri kartezyanizm ya da Fransız rasyonalizmi, ötekiyle empirisizm ya da daha doğru bir deyişle, İngiliz empirisizmi. Aydınlanma ise XVIII yüzyılda bu iki geleneğin bir sentezidir. Kant’ın was ist Aufklaerung? (Aydınlanma Nedir?) adlı risalesinde dile gelen bir sentez bizim için Batinin tarihsel anlamı. Aydınlanma dır, daha başından itibaren, yüzünü Batıya çevirmiş olan Osmanlı bürokrasisinin (entelijansiyasının) zihnen temellük etmek istediği Batı, Aydınlanma olmuştur, ancak şurasını unutmamak gerekiyor: Aydınlanma, ‘millî düşünce geleneklerinin’ (Fransız rasyonalizmi, İngiliz empirisizmi, Alman ahlakçılığı) dışında vs üstünde, kozmopolit bir gelenektir. Kısaca ‘milli bir gelenek’ değildir Aydınlanma. Osmanlı entelijansiyası da, bir zihniyet olarak aydınlanma düşüncesi ile karşı karşıya geldiklerinde, işin bu yanını fark etmiş olmalıdır. Fransa’yı, İngiltere’yi ya da Almanya’yı değil de Avrupa’yı örnek almak, ancak Aydınlanma zihniyetinin temellükü ile mümkündü. Dolayısıyla Avrupalılaşmanın Aydınlanma ile özdeşleşmesi, bu anlamda kaçınılmazdı Osmanlı enlelijansiyası için,,. Batılılaşmak demek, Avrupalılaşmak demek, Aydınlanmacı olmak demekti. Cumhuriyet entelijansiyası da bu anlamda Osmanlı’dan farklı değildir, Entelijansiyamızın 1839’lardan Cumhuriyete taşıdıkları Batılılaşma projesinin Aydınlanma projesi olduğunu bir kez daha yineleyelim. Cumhuriyet’in kurucuları ve onlara organik olarak bağlı entelijansiya için Aydınlanma projesi, medeniyet projesiyle bir ve aynı şeydir. Sanıyorum, bütün sorun da buradadır: Avrupa’nın ya da Batı medeniyetinin. Aydınlanma ile eşanlamlı olduğu düşüncesi, hemen söyleyeyim, bizim Batılılaşma serüvenimizin, bana göre elbet başarısızlıkla sonuçlanmış olmasının temel nedenidir. Sorun, Aydınlanma’nin Rasyonalite (büyük harfle) kavramını evrenseli eştirmesin dedir. Aslında, bu yanılgı sadece Osmanlı ya da Cumhuriyet entelijansiyasına atfedilemez. Fransız (Burjuva) Devrimi insan haklarını nasıl evrensellştirdi ise, Aydınlanma da kendi rasyonalitesini (bilime ya da ‘objektif gerçeklik’e dayalı rasyonalite) evrenselleştirmiştir. Ancak Osmanlı ve Cumhuriyet entelijansiyasının göremediği ya da farkında olmadığı şudur: Avrupa’nın zihin tarihi, sadece Aydınlanma’dan. Aydınlanma düşüncesinden ibaret değildir. Başka türlü söylersek, Avrupa, sadece XVIII. yüzyılla sınırlı olan Aydınlanma düşüncesine indirgenemez. Avrupa’nın zihin tarihi, kendi karşıtını üreten süreçlerin tarihidir. Avrupalılaşma maceramız, Avrupa’nın bir akıl ve rasyonalite olarak kavranmasından öte bir şey değil- Üstelik hangi rasyonalite? Aydınlanma düşüncesi, birbirinden farklı rasyonalitelerden sadece biri. Rasyonalite, söylemseldir. Her söylemin kendi rasyonalîtesi var. Aydınlanmanın rasyonalitesi kendi dışında kalan bütün öteki rasyonaliteleri olumsuzlar. Avrupalılık ve Batılılaşma, bizim için Aydınlanma düşüncesinin temellüküyle eşanlamlı olmuştur. Bana öyle geliyor ki, bizim Avrupalılaşamamamızın temelinde bu yatıyor: Avrupa’yı çok dar ve sınırlı bir Aydınlanma projesi olarak idrak edişimizden kaynaklanıyor Batılılaşma maceramızın başarısızlıkla sonuçlanması— Geleneksel zihin yapımızın rasyonalitesinin Aydınlanma rasyonalitesiyle bağdaşması söz konusu değil. Türkiye’ye XIX. yüzyılın Avrupa’sının zihin yapısıyla baksaydık, kuşkusuz, çok farklı bir tablo elde ederdik. Peki Aydınlanma bizi Avrupalılaştıramadıysa, bu serüvenin yaşandığı iki yüz yılın bilançosu nedir? Öteden beri ve ısrarla söylediğim şudur: İki yüz yıllık Avrupalılaşma serüveninin bizi getirip bıraktığı yer, Oryantalizmdir, Biz Batılılaşmadık, oryantalistleştik, diye düşünüyorum. Oryantalizm, yani kendimizi Avrupalının gözüyle görmek! Batılılaşmadan kalkıp Oryantalizme varmak!” (Hilmi Yavuz,” Batılılaşma Değil, Oryantalistleşme”,Alafrangalığın Tarihi) ********************************************************************* Kimlik ve Hakikat “Sonuçta her şey, gelip bir kavramda düğümleniyor: Hakikat kavramında! Daha başlangıcından beri modernleşme, Batılılaşma ya da Avrupalılaşma diye tanımlanan sürecin arkasında duran hakikat projesi, ‘Avrupalı olmak’ın olmazsa olmaz koşuludur ve Avrupa kültürünün dışında kalanlar bu hakikati kendilerine mal etmedikçe, tam anlamıyla modernleşmiş, Avrupalılaşmış, Batılılaşmış olamazlar!.. Bize, bazen açıkça bazen de örtük bir biçimde dayatılan budur. Abdullah Laroui Tarihselcilik vc Gelenekte112, fikirleri hiç de yabana atılamayacak bir oryantalistin, Gustave E. von Grunebaum’un bu konudaki görüşlerini aktarıyor, şöyle: “Grunebaum’un milliyetçiliği, kültürel etkileşmeye, Batılılaşmaya ve Müslümanların kendilerini yorumlama tarzlarına tahsis ettiği birçok eserin hepsinin özeti şudur: Bugünkü İslam Batı’yı reddeder, çünkü temel gayesine bağlı kalır; ama kendini Batılı görüş açısından yeniden yorumlamadıkça ve Batinin insan tasarımını ve hakikat tanımını kabul etmedikçe modernleşme olarak gerçekleşemez.” Oryantalizmin temeldeki dayanaklarından en kıyıcı ve en hoşgörüsüz olanıyla karşı karşıyayız burada: Avrupalılaşma ya da modernleşmenin bir hakikat projesi olarak sunulması ve bu sunuluşun bir dayatma biçiminde olması… Avrupa şunu her zaman açık ya da örtük olarak ima etmiştir: Bizim hakikatimizi kabul edersin, aksi halde bizden biri olamazsın!.. Elbette şunu görebilmek gerekli: Oryantalist zihniyetin bu dayatmasının içermeleri çok daha vahimdir. Şundan dolayı: Hakikat projesi, bir kimlik projesidir çünkü hakikatle kimlik arasında birebir bir karşılıklılık (mütekabiliyet) ilişkisi vardır, Bu, elbette, ‘kimlik’in kendi hakikatiyle tarif edildiği anlamına geliyor. Oryantalizmin gayesi bellidir: Avrupa kültürünün dışında kalan kimliklerin kendilerine ait hakikatlerini kabul etmek yerine, onlara kendi hakikatini dayatmak, dolayısıyla da, onların kimliğini silmek! Çünkü Avrupa dışı bir kimlik, özellikle de Müslüman kimlik, Grunebaum’a göre, barındırdığı hakikat bakımından kabul edilebilir ya da onaylanabilir bir kimlik değildir. Müslüman kimlik’i özellikle vurguluyorum, şunlardan dolayı: Grunebaum, mesela, Hindistan için çok farklı düşünür; Avrupa dışında ‘tek başarılı Batılılaşma örneği’ olarak görür Hindistan’ı. Ama bu, Abdullah Laroui’nin de belirttiği gibi, pek ikna edici değildir. Grunebaum’un Avrupa entelektüel tarihinin hakikat projesini kabul etmiş, başka bir deyişle. Batılılaşma başarısını (!) göstermiş saydığı bir Hintli aydın, The Autobiography of an Unknown Indian’ın113yazan Nirad Chaudhuri, yine Laroui’nin ifadesiyle, ‘tam biraydın yabancılaşması’ örneğidir. Dikkat ediyor musunuz, Grunebaum, yabancılaşmış bir ‘sömürge entelektüel’ini (deyiş Aijaz Ahmad’ındır) nasıl göklere çıkarıyor! Belli olmuyor mu, Grunebaum’un asıl meselesi, Avrupa’nın hakikat projesini ve bu projeye dayalı kimliği kabullenmeyi reddeden Müslümanlardır. İngiliz kolonyal tahakküm mekanizmasının ürettiği Nirad Chadhouri gibi (ve benzeri T ürkiye’de mebzul miktarda bulunan) sömürge entelektüelleri ise, Grunebaum açısından fevkalade’makbul’ kimlikler! Müslümanlara gelince, Grunebaum şöyle düşünür: “Müslüman medeniyetinin bizim birincil umutlarımızı paylaşmayan bir kültürel varlık olduğunu anlamak esas-tır,” Ona göre, Müslümanlar ‘insanı hiçbir ölçüde nesneler hakkında hüküm verebilecek bir unsur veya bir ölçüt olarak kabul etmeye yanaşmayan’ bir antihümanizma ile malûldürler! Müslümanların sadece ‘zihnî yapıların tarifi’ anlamında hakikatle, yani ‘psikolojik hakikat’le yetindiklerini de söyler Grunebaum. Açıkça görülmüyor mu, Avrupa’nın bir toplumu Avrupalılaşmış’ ya da ‘modernleşmiş’ olarak kabul edebilmek için biçtiği bedel budur. Avrupalılar, kendi hakikatimizden ve dolayısıyla kendi kimliğimizden vazgeçmedikçe ‘modern’ olamayacağımızı açık açık söylüyorlar. Daha nasıl anlat-sınlar?” 112 Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek,çev. Hasan Bacanlı, Vadi Yayınları, Ankara, 1993. 113 Nirad Chaudhuri, The Aylobiographif of an Unknown Indian, NYRB Classics, 2001. (Hilmi Yavuz,” Kimlik ve Hakikat”,Alafrangalığın Tarihi)
“Kopmak zordur,” der Nietzsche, “bir bağı ortadan kaldırmak acı vericidir.Fakat çok geçmeden yerine yeni bir kanat çıkar.” Nietzsche’nin hayatı böyle ayrılmalardan, kopmalardan ve tecritlerden oluşacaktı. Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi. Tırmanan beden güç harcar; sürekli baskı altındadır. İrdeleme hâlindeki düşüne yardım eder, biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe iter onu. Enerjiyi heba ederek değil, enerjiyi harekete geçirerek ilerlemek, ayakları yere sağlam basıp bedeni yavaşça kaldırmak, sonra da dengeyi yeniden tutturmak önemlidir. Düşünde söz konusu olan, çok daha inanılmaz, duyulmamış, yeni bir fikre ulaşmaktır. Yani önemli olan irtifa kazanmaktır. Bazı düşünceler düzlüklerin ve kederli kıyıların altı bin adım yukarısında akla gelir sadece. “İnsanın ve zamanın altı bin adım ötesinde.” (Frédéric Gros, "Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm", Yürümenin Felsefesi) “Sadece bir yayayım ben,” demişti. Hayatı boyunca yürüdü Rimbaud, bıkıp usanmadan, tutkuyla. Yürümek ve ilerlemek için öfke gerekir. Rimbaud’da da her zaman bir coşku nidası, bir nevi öfkeli neşe mevcuttur. Hadi gidelim; şapka, palto, yumruklar ceplerde ve çıkıyoruz yola. Tam yol ileri! Hadi gidelim! Ve yürürdü. Öfke gerekir terk eylemek ve yürümek için. Dışarıdan gelen bir şey değildir bu. Enginliğin çağrısına kapılarak, bir gerçeklik vaadine ya da kışkırtan bir hazineye doğru yürümek değildir mevzubahis olan. Daha ziyade içeriden gelen bir öfkedir bu. Burada olmanın acısı, bir yerde durmanın, yaşarken gömülmenin, kalmanın imkansızlığı hissedilir karın boşluğunda. “Sizin oralarda hava kötü,” diye yazar Rimbaud Harar’ın dağlarından. “Sizin oralarda kışlar çok uzun, yağmurlar çok soğuk. Ama bizim buralarda, Habeşistan’da bu sefillik ve can sıkıntısı dayanılacak gibi değil, bu hareketsizlik usandırıyor insanı: Okuyacak hiçbir şey yok, konuşacak kimse yok, kazanacak bir şey yok.” Burası dayanılmaz. Burada bir gün daha kalınamaz. Burası “iğrenç”. Gitme zamanıdır, “Tam yol ileri!” Çıkılacak bütün yollar; güneşe, daha fazla ışığa çıkan bütün yollar güzeldir. Şüphesiz oralar da daha iyi değildir ama en azından buradan uzaktırlar. Oraya varmak için yol gerekir. “Yumruklarım delik ceplerimde.” Burası olmayan tek yer gerçekten de sadece yollar, patikalar ve raylar üstündedir. Nereye gidersek gidelim, hoşçakal burası...” (Frédéric Gros, "Kaçma Arzusu Rimbaud", Yürümenin Felsefesi) “Öfkenin, beyhudeliğin ifadesi olarak yürümek. Yola koyulmak, ayrılmak demektir: geride bırakmak. Yürüyerek yola çıktığınızda, diğer ulaşım yöntemlerindeki gibi ha deyince geri dönemezsiniz; yürümek geri dönüşü olmayan bir şeydir. Yola çıktığınızda hem kaygılı hem neşelisinizdir.” (Frédéric Gros, "Kaçma Arzusu Rimbaud", Yürümenin Felsefesi) “Yürüyüşten hakkıyla keyif alabilmek için yalnız olmak gerekir. Yürüyüşe yalnız çıkılmalıdır, çünkü yürürken özgürlük elzemdir!” (Frédéric Gros, "Yalnızlıklar", Yürümenin Felsefesi) “Sessizlik, ekseriyetle, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyor bana. Yalnızlıklar nasıl muhtelifse, sessizlikler de muhteliftir.” (Frédéric Gros, "Sessizlikler", Yürümenin Felsefesi) “Robert Louis Stevenson Travels with a Donkey in the Ce-vennes'in [Eşek Sırtında Cevennes Yolculuğu] “A Night Among the Pines” [Çamlar Arasında Bir Gece] başlıklı bölümünde, gece iki civarında ansızın uyanır ve bu hadisenin dışarıda uyuyan bütün canlı varlıkları etkilediğini görür. Ona göre küçük bir kozmik gizemdir bu: Toprağın bedenlerimizin içinden geçen ürpertisi midir? Gecenin hız kazandığı bir an mıdır? Yıldızlardan gelen görünmez bir çiy midir? Cevap ne olursa olsun, baş döndürücüdür bu an; sessizliği müzik gibi işitiriz, veya daha ziyade başımızı kaldırdığımızda yıldızların şarkısını gayet net duyarız.” (Frédéric Gros, "Sessizlikler", Yürümenin Felsefesi) “Yürümenin sessizliğinde, yürümekten başka bir şey yapmadığınız için kelimeleri kullanmayı bıraktığınızda (bu noktada yürümeyi -girinti ve çıkıntılar, taş çeşitleri, yamaçların biçimleri, bitkilerin isimleri ve faydalarına ilişkin- adlandırmalar ve açıklamalarla yeniden kodlayan, detaylandıran, vurgulayan; gördüğümüz her şeyin bir adı,duyumsanan her şeyin bir grameri olduğu algısını yaratan gezi rehberlerinden sakınmak gerekir), o sessizlikte daha iyi işitirsiniz, çünkü yeniden anlamlandırılmayı, yeniden kodlanmayı, yeniden biçimlendirilmeyi beklemeyen, kelimelere dökülemeyecek bu şeyi duyabiliyorsunuzdur nihayet. Konuşmadan evvel görmelidir insan.” (Frédéric Gros, "Sessizlikler", Yürümenin Felsefesi) “Rousseau artık ihtiyarlamıştır ama hâlâ en çok sevdiği şey günlerini uzun yürüyüşlerle doldurmaktır. Hatırlamak dışında ne yapacak ne de inanacak bir şey kaldığında, yürümek, bütün umutlardan ırak ve beklentilerle zehirlenmemiş mevcudiyetin o mutlak yalınlığına dönebilmeyi sağlar.” (Frédéric Gros, "Yürüyenin Gündüz Düşleri Rousseau”, Yürümenin Felsefesi) “Gençtim, sıhhatim yerindeydi; yeteri kadar param ve bir dolu umudum vardı; yürüyerek geziyor, yalnız yürüyordum.(…)O yaşlarda, sevmek hâlâ bütün varlığınızla arzuladığınız gelecekte açacak bir çiçek olduğu için sevmeyi “-di’li geçmiş zamanlarda” telaffuz edemediğiniz o yaşlarda, adımlarınız hafiftir: Yolun sonunda o büyük aşk vardır. Derken Alpler’i geçer Rousseau.” (Frédéric Gros, "Yürüyenin Gündüz Düşleri Rousseau”, Yürümenin Felsefesi) “Hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım. Bütün doğaya efendisiymişim gibi hükmediyorum; manzaralar arasında aylak aylak dolaşan yüreğim, çarpmasına vesile olanlarla birleşip özdeşleşiyor, büyüleyici hayallere sarmalıyor kendini, nefis duygularla sarhoş oluyor.” (Frédéric Gros, "Yürüyenin Gündüz Düşleri Rousseau”, Yürümenin Felsefesi) “Kitapların amacı yaşamayı öğretmek değil, içimizde yaşama, başka türlü yaşama isteği uyandırmaktır: kendi içimizde yaşama imkanını, yaşamın ilkesini bulmak. Kitaplar, gündelik yaşamın sıkıntısından kaçış değil, bir yaşamdan ötekine geçiş aracı olmalıdır.” (Frédéric Gros, " Yabanın Fethi Thoreau”, Yürümenin Felsefesi) “Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir. Yazıya taşınması gereken gerçeklik işte budur; yere sağlam basan kuvvetli adımların ardından kağıda dökülen yazı. Çünkü aynı şekilde düşüncede de sadece yere sağlam basanı kabul görür. Sadece derinlemesine yaşanmış olanı yazmayı, deneyimi tek sağlam zemin olarak belirlemeyi kastediyorum burada.” (Frédéric Gros, " Yabanın Fethi Thoreau”, Yürümenin Felsefesi) “Yürürken hissedilen gerçeklik sadece toprağın sağlamlığını değil, kişinin yere ne kadar sağlam bastığını da test etmesidir ayrıca. Thoreau yürüyüşte söz konusu olanın aynı zamanda kendi gerçekliği olduğunda ısrar eder hep. Çünkü insan bu şekilde doğada değil, doğal hisseder. Ne “paylaşma” ne de “birleşme” meselesidir bu. Bu ifadeler düşüncenin bir “bütünlük” anlayışı içinde aynı anda hem tamamlandığı hem de yitip gittiği büyük mistik deneyimlere daha uygundur. Oysa yürüyüş daha ziyade iştiraki bir eylemdir; kendimizdeki bitkiyi, minerali, hayvanı hissetmemizi sağlar. Yanından geçerken kabuğuna dokunduğum ağaçla aynı kabuktan, hafifçe değdiğim uzun otlarla aynı kumaştan olduğumu ve durduğum anda, ağır nefesimin, ansızın önümde mola veren tavşanın nefesiyle uyumunu hissederim.” (Frédéric Gros, " Yabanın Fethi Thoreau”, Yürümenin Felsefesi) “Diğer taraftan yürümek zihni başka bir amaçla doldurur. Fikirler veya doktrinlerle değil, tıka basa cümlelerle, alıntılarla, teorilerle dolu bir kafayla da değil, dünyanın mevcudiyetiyle doldurur. Bu mevcudiyet, yürüyüş sırasında gün boyu üst üste katmanlar hâlinde ruha çöker. Akşam olduğunda düşünmeye hemen hiç ihtiyaç duymazsınız.” (Frédéric Gros, " Yabanın Fethi Thoreau”, Yürümenin Felsefesi) “Yürürken belki de adına “mutluluk” diyebileceğimiz bir şeyi yakalarız. Yazarlar ve şairler onu büyük düşünürlerden daha iyi anlatmışlardır, çünkü mutluluk bir karşılaşma meselesidir ve duruma bağlı olarak yoğunluğu değişir.” (Frédéric Gros, " İyi Olma Halleri”, Yürümenin Felsefesi) “Mutluluk kendini bir manzaranın, bir anın, bir ortamın alıcısı olarak bulmayı ve anın lütfünü almayı, kabul etmeyi, yakalamayı gerektirir. Bunun ne yolu yordamı vardır ne de hazırlığı; sadece an geldiğinde orada olmalıdır insan. Öbür türlü başka bir şeye, bir şeyi başarmış olmanın tatminine, zaten bildiğiniz şeyi yapmış olmanın neşesine dönüşür. Mutluluk tekrarlanamaz olduğu için hayli kırılgandır; mutluluk anları nadirdir, bu anlar dünyanın kumaşındaki altın iplere benzer, onları yakalamak gerekir.” (Frédéric Gros, " İyi Olma Halleri”, Yürümenin Felsefesi) “Huzur yalnızca yolu takip etmekten gelir. Sıkıntı ve trajediler, yaşamlarınız ve bedenlerinizdeki boş tarlaları eşeleyen şeylerdir. Siz uzaklarda yürürken bütün bunlar, durumunuzla alakasız ve müphem oldukları için rafa kalkar, bu yüzden huzur sizi yürürken yakalar. Büyük tutkuların yarattığı yorgunluğun, stres altında ezilen harala gürele yaşamların tatsızlığının yerini sadece ama sadece yürüyüşün amansız bitkinliği alır. Huzur artık hiçbir şey beklemiyor olmanın, yalnızca yürümenin, yalnızca ilerlemenin hissettirdiği tazeliktir.” (Frédéric Gros, " İyi Olma Halleri”, Yürümenin Felsefesi) “Son gününü, 25 Ocak 1855’i düşünüyorum; Nerval’in, kendini asacak bir pencere demiri bulduğu Vieille-Lanterne Sokağı’nda biten son aylaklığı. Fakat düşünüp taşınınca bu tam olarak “aylaklık” sayılmaz çünkü Nerval sabit, ötelenemez bir düşünceyi takip ediyordu. Bacaklarında Aurelia vardı. Ve her neyi vardıysa işte o, bir insana bir yıldızı takip ettiriyordu.” (Frédéric Gros, " Melankolik Aylaklık Nerval”, Yürümenin Felsefesi) “Sokaklar deliliği sürdürmek, beslemek, derinleştirmek için mükemmel bir ortamdır. Dört bir yandan gelen kaçak bakışlar, kopuk kopuk hareketler, birbirleriyle çelişen gürültüler: motorların, zillerin, konuşmaların, kaldırımları döven binlerce adımın gürültüsü. Ve sanki olacağına varırmış gibi, her şey bir mücadeleye dönüşür ve zırdeliliğe ulaşılır.” (Frédéric Gros, " Melankolik Aylaklık Nerval”, Yürümenin Felsefesi) “Walter Benjamın, Paris üstüne düşüncelerinde, Tuileries’nin göz süzen nazik sakinleriyle alakası olmayan flâneur karakterine yoğunlaşır. Baudelaire’i yeniden okurken (Paris Sıkıntısı, Kötülük Çiçekleri'ndeki “Paris Tabloları”, Modern Hayatın Ressamı'ndakı çizimler) tahlil eder, betimler bu karakteri. Flâneur üç unsura veya üç koşula bağlı olarak ortaya çıkmıştır: kent, kalabalık, kapitalizm.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Flâneur’lüğün hamurunda, on dokuzuncu yüzyılda gelişen, saatler boyu bir parça kır görmeden yürüyebileceğimiz kent yığılmaları vardır. İnsan o dönemin yeni megapollerinde (Berlin, Londra, Paris) yürürken, ayrı dünyalara benzeyen birbirinden tamamen farklı semtlerden geçerdi. Semtten semte her şey değişebilirdi: binaların boyutu ve mimarisi, havanın temizliği ve kokusu, yaşam biçimi, ortam, ışık, toplumsal yapı. Flâneur, kentler manzaraya dönüşecek ölçeğe ulaştığında tezahür etti. Kentler geçitleriyle, görüş açısındaki ani değişimleriyle, tehlikeleriyle ve sürprizleriyle bir dağı kateder gibi katedilebiliyordu. Ormana dönüşmüştü kentler.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Flâneur un tezahürünün ardındaki ikinci unsur kalabalıklardır. Flâneur kalabalığın arasında, kalabalığı yararak yürürdü. Göbeğinde evrim geçirdiği bu kalabalıklar ise çalışan, anonim, işi başından aşkın kitlelere dönüşmüştür çoktan. Büyük endüstri kentlerinde işe giden ya da işten dönen, iş randevularına giden, koli teslimatı ya da bir görüşmeye yetişmek için acele eden bu insanlar, yeni uygarlığın temsilcileriydi. Bu kalabalık düşmanca davranırdı, kendisini oluşturan her bireye düşmandı. Herkes telaş içindeydi ve diğerinin yoluna çıkıyordu. Kalabalık ötekini hemen rakibe dönüştürdü. Bu kalabalık büyük gösterilerdeki, birlik içinde hak arayan insanların, destansı halk tabakasının, kolektif enerjinin kalabalığı değildi. Aksine, bu kalabalığı oluşturan her bireyin, bir yerden bir yere hareket etme seviyesinde, birbiriyle çatışan çıkarları vardı. Kimse kimseyle tanışmazdı. Genelde ciddi bakan, tanımadık ve hepsini tanımanın sayısal olarak da pek mümkün olmadığı yüzlerdi bunlar.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Üçüncü unsur kapitalizmdir, ya da daha açık bir ifadeyle, Walter Benjamin’in nazarında metanın saltanatıdır. Benjamin’e göre kapitalizm, meta kavramının endüstriyel ürünler dışında sanat eserleri ve insanlar için de geçerlilik kazanmasını sağlamıştır. Dünyanın ticarileştirilmesidir bu; her şey tüketim ürününe dönüşür, her şey alınıp satılır, sınırsız talep pazarında yerini alır. Genelleştirilmiş fahişeliğin, satmanın ve kendini satmanın saltanatı.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Flâneur yalnızlığı, hızı, çıkarcılığı ve tüketimciliği yıkar.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Baudelaire’ci flâneur’lüğün bir sürü torunu vardır. Bunlardan biri, flâneur’lük sanatına iki yeni boyut katan gerçeküstücü aylaklıktır: rastlantı ve gece (Le Paysan de Paris içinde But-tes-Chaumont’daki Aragon, Nadja’nın aşkının peşine düşmüş Breton). Bir diğeriyse, Guy Debord’un kuramlaştırdığı Sitüasyonist “sürükleniş”tir: Farklılıkların hassasiyetle keşfedilmesi (çevre unsurlar tarafından dönüştürülmek). Burada karşımıza şu soru çıkar:Tek tip markaların (hiç ironi yapmadan “zincirler” dediğimiz, etrafımızda pekişen özdeş halkaların) yaygınlaşması ve trafiğin saldırgan istilası, günümüzde flâneur’lüğü daha zor, daha tatsız ve daha az şaşırtıcı hâle getirmemiş midir? Mecburen gezmek zorunda olduğunuz alanlar da yaratılıyor ama oralarda gezmek ne kadar çok alışveriş yaptığınıza bağlıdır.” (Frédéric Gros, " Kentli Flâneur”, Yürümenin Felsefesi) “Birçok spor faaliyetinde, yerçekimine meydan okumaktan; hız, yükseklik, cesaret, daha da iyisini yapma hırsıyla yerçekimine karşı zafer kazanmaktan sevinç duyulur. Yürümekse her adımda yerçekimini, dünyanın kaçınılmaz kütle çekim kuvvetini tecrübe etmektir. Koşudan dinlenme aşamasına geçmenin etkileri şiddetlidir. Yanlarınızı tutarsınız, kan ter içindesinizdir, yüzünüz kıpkırmızıdır. Bedeniniz tükendiği, nefesiniz kesildiği için durursunuz. Yürürken durmaksa doğal bir tamlamadır: Yeni bir görüntüyü bağrınıza basmak, manzarayı içinize çekmek için durursunuz. Sonra yeniden yürümeye başladığınızda sanki hiç durmamışsınızdır. Yürümekle soluklanmak arasında bir devamlılık vardır, çünkü mesele yerçekimine karşı gelmek değil, onu tamamlamaktır.” (Frédéric Gros, " Yerçekimi”, Yürümenin Felsefesi) “Dolayısıyla yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize; kaba ihtiyaçlarla ağırlaşmış bedenlerimiz nihayetinde toprakla bir bütündür. Yürümek kendimizi topraktan yukarılara taşımak, yerçekimini yenmek veya hız ve yüksekliğin aldatmacasıyla faniliğimizi unutmak değildir; yerin kütlesiyle, bedenin kırılganlığıyla ve bu yavaş yavaş gömülmeyle uzlaşarak faniliğe alışmaktır. Yürümek ayakta, öne eğilmiş bir bedenden ibaret olmayı kabullenmektir. Ancak şaşırtıcı olan şudur ki, bu yavaş teslimiyet, bu müthiş dermansızlık bize var olmanın, o eğilmiş bedenden fazlası olmamanın ermiş sevincini yaşatır. Kurşundan bedenlerimiz, orada yeniden kök salacakmış gibi, her adımda düşer toprağa. Yürümek, dimdik ölmeye yapılan bir çağrıdır.” (Frédéric Gros, " Yerçekimi”, Yürümenin Felsefesi) “Thoreau, “Sanki sonsuzluğu yaralamadan zamanı öldürebilirmişiz gibi,” diye yazmıştı. Zamanı öldürmek için değil, bağrımıza basmak, yapraklarım, çiçeklerini teker teker, saniye saniye koparmak için yürürüz. Zaman öldürmeye, sıkıntıyı alt etmeye, bedeni ve zihni eğlendirmeye yarayan her şey çok ağırdır.” (Frédéric Gros, " Temel Şeyler”, Yürümenin Felsefesi) “Yürümek, kiri pası ovulmuş (toplumsal verniğin kazındığı), safrası atılmış, sosyal becerilerden kurtulmuş, kofluklardan ve maskelerden sıyrılmış bir hayat yaşamaktır.” (Frédéric Gros, " Temel Şeyler”, Yürümenin Felsefesi) “Zaruri olan, kullanışlı olanın bir kademe altındadır. Kullanışlı olan, eyleme geçme gücünü, faydaları çoğaltır, bir yeterliliği pekiştirir. Başkalarının takdirine veya insanın kendi gösterişine bağlı olan şeyler kullanışsız ve fuzulidir.” (Frédéric Gros, " Temel Şeyler”, Yürümenin Felsefesi) “Gandi’ye göre gerçek zıtlık Batı ile Doğu arasında değil, güçlerin bir araya toplandığı, hız ve makine uygarlığı ile gelenek, dua ve el işçiliği uygarlığı arasındadır. Yine de bu, geleneğin sakinliğiyle fatihlerin azgınlığı arasında değil, iki enerji -kadim olanın enerjisiyle değişim enerjisi- arasındaki ayrım anlamına gelir. Gandi için fark muhafazakar uyuşuklukla maceraperest gözü peklik arasında değil, dingin güçle durmak bilmez çalkantı arasında, sakin aydınlıkla kör edici parlaklık arasındadır.” (Frédéric Gros, " Mistik ve Siyasetçi Gandi”, Yürümenin Felsefesi) “Gandi’yle yürümek, dayanıklılığın sakin enerjilerini beslemektir. Yürürken ani eylemlerden, kazanmaktan ve sömürüden uzaklaşırız. Asıl yürüyüş Gandi'nin sevdiği o alçakgönüllülükle yapılır ve böylece ağırlığımızı, zayıflığımızı sürekli hatırlarız. Yürümek yoksulların harcıdır. Fakat alçakgönüllülük yoksullukla aynı şey değildir, sınırlarımızla barışmaktır: Her şeyi bilemeyiz, her şeyi yapamayız. Bildiklerimiz Hakikatin, yapabileceklerimiz de Gücün karşısında birer hiçtir. Bu kabul, haddimizi bilmeyi öğretir.” (Frédéric Gros, " Mistik ve Siyasetçi Gandi”, Yürümenin Felsefesi) “Yürümek, Gandi’nin mülkiyetsizlik (aparigraha) yollarından geçerek ömrü boyunca izini sürdüğü sadeleşmeyle de uyuşur. Gandi kusursuz beyefendiden Churchill’in alayla söylediği gibi “baldırı çıplak fakir”e dönüşürken, yaşamın bütün katmanlarından -giyim kuşam, barınma, beslenme, ulaşım vb.- sıyrılmanın peşindedir.” (Frédéric Gros, " Mistik ve Siyasetçi Gandi”, Yürümenin Felsefesi) Gandi her sabah Rabind-ranath Tagore’nin ürkütücü mısralarını okuyarak çıkar yola: Yalnız yürü. Çağrına kulak vermiyorlarsa eğer, yalnız yürü; Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini, Ah sen, kara bahtlı, Aç zihnini ve yalnız konuş. Yoldan cayar da, bırakırlarsa yabanda seni, Ah sen, kara bahtlı, Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve Kana bulanmış o yolda yalnız yürü. (Frédéric Gros, " Mistik ve Siyasetçi Gandi”, Yürümenin Felsefesi)