Neresinden başlasam bilmiyorum. Bakın bakın bir Hristiyan da bizi seviyor gibi bir tavır takınan kompleksli müslümanlardan mı, bu kitabı olduğundan bambaşka halde sunarak gelir elde etmeyi amaçlayan yayınevinden mi, Tolstoy' dan mı yoksa bilinçsiz okuyuculardan mı? Öncelikle kitap gizlenmiş bir kitap filan değildir, kitap Tolstoy tarafından yazılmış bir kitap filan da değildir. Kitap Hz. Muhammed' in hadislerinden oluşan bir derlemedir ve derlemeyi yapan da Tolstoy' dur. Tolstoy bir yazar ve aynı zamanda bir filozoftur. Sürekli sorgulayan bir adamdır yani. Bu da dogmatik olan dinlerle hiç bağdaşmayan bir durumdur. Bu nedenle kilise tarafından sevilmeyen hatta nefret edilen biri olmuştur. Hayatı boyunca, yaşamın anlamını sorgulamıştır tüm filozoflar gibi. Haliyle yaşama, bilinenler içerisinde en büyük anlamı yükleyen dinlerle de yolu kesişmiştir ister istemez. Tolstoy, filozof ve yazar olmasının dışında savunduğu düşünceler bakımından da sosyalist ve hümanisttir. Savaş karşıtıdır, her şeyin barışçı yollarla, diyalogla halledilmesi gerektiğini savunur. Bu kitap Tolstoy tarafından yazılmamış, derlenmiştir. Ayrıca gizli filan da değildir.Kitabın Rusça orjinali Tolstoy hayattayken basılmıştır. Ama nedense(!) bizim ülkemizde Tostoy' un kayıp risalesi(e yuh!) olarak sunuldu okuyucuya. Yetinilmedi bir de gizlenen kitap dendi(sözün bittiği yer burası) Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalıyor bu durum. Bu kitapta tıpkı Kayıp Gül gibi tamamen bir pazarlama stratejisi olup yüz binlerce satılan ama on bin tane bile satacak niteliklere sahip olmayan bir kitaptır. Tolstoy' un eşsiz üslubundan tek bir örnek bile bulamazsınız çünkü adı üzerinde bir derlemedir bu kitap. Sadece Tolstoy' un hayata bakış açısıyla ilgili ipucular verebilir. Hz. Muhammed, yaşadığı dönemden itibaren büyük insan kitlelerini etkilemiş ve dünya var oldukça da etkilemeye devam edecek bir insandır. Tolstoy gibi büyük bir yazar ve filozofun da böyle bir insanı, yaptıklarını incelemesi kadar doğal bir şey yoktur. Tüm bunlar Tolstoy' un müslüman olduğunu filan göstermez. Kaldı ki sen dininden, inancından eminsen Tolstoy' un o inancı paylaşıp paylaşmamasıyla niye ilgileniyorsun ki? Tolstoy çıkıp ben Museviyim deseydi bu kez Musevilik mi doğru din olacaktı? Dediğim gibi kitap yasak değildir, kitap gizli değildir dahası kitap Tolstoy' un yazdığı bir şey değildir. Ayrıca siz inancınızdan eminseniz, o inancı ispatlama gayretine girmemelisiniz bence. Siz daha kendinize ispatlamaya derdindesiniz bazı şeyleri ve ''Tolstoy gibi büyük bir yazar da Müslümansa demek ki bu din doğru'' demeye getiriyorsunuz. Bunu diyen de Tolstoy' un yalnızca adını biliyordur hani, hepsi o. Kitaba gelirsek de Hz. Muhammed gibi sevgi, barış, ahlak, adalet vb. erdemlere büyük önem veren hayatını bunların üzerine kuran bir insanın sözlerini okumak elbetteki çok güzel ve ilham vericiydi. 1 yıldız vermemin nedeni, kitabın okuyuculara sunuluş şekli, dahası okuyucuların kitaba verdikleri tepkiler. Kayıp Gül efsanesi(!) için buyrun; http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12887668.asp Şunu da ekleyeyim; Hazır böyle bir site kurulmuş bunun değerini bilin. Millete hava atmak için kitap okumayın. Sırf okumuş olmak için de kitap okumayın. Senede 1 tane okuyun ama hakkını vererek okuyun. Kitabı, hayatında kitap kapağı açmamış çalışanları olan, kitaptan zerre anlamayan çalışanları olan avm içerisindeki mağazalardan ya da korsan kitapçılardan almayın; kitabı sahaflardan alın. Bu sayede hem o sahafları ayakta tutmuş olursunuz hem hak sahiplerinin hakkını gasp etmemiş olursunuz hem de kitap konusundaki bilgileriniz o sahafla yapacağınız sohbetler sayesinde gelişir. http://www.coskunbuktel.com/buktelpanzehirkitap.htm
Üçüncü Salinger oldu bu ki ikide bırakılabilirdi. Tamam, Salinger candır ama dünyada çok fazla kitap var ki bana göre pek çoğu yok edilmeli. Artık kitap da insanları uyutmak için kullanılan bir araca dönüştü çünkü. Derdimi çok genel de olsa dışarı vurduğuma göre kitaba geçelim; Salinger' ın diğer iki kitabına kıyasla ya farklı bir üslupla yazılmış ya da çevirmenin değişmesi böyle bir üslup farkına neden olmuş. Diğer iki kitabı(Dokuz Öykü, Çavdar Tarlasında Çocuklar) Coşkun Yerli çevirirken bu kitabı Ömer Madra çevirmiş. Orijinal metinleri anlayabilecek İngilizcem olmadığından bunun üzerinde fazla durmuyorum ama rahatlıkla söyleyebilirim ki diğer iki kitabı çok daha rahat bir şekilde okuyabilmiştim, bunda yemedi. Franny ve Zooey dünyanın en garip ailelerinden biri olmaya aday Glass ailesine mensup yedi kardeşten ikisinin başrolde olduğu, iki bölümden oluşan bir kitap. İlk bölümde kız kardeş Franny ikinci bölümde ise erkek kardeş Zooey var. Franny isimli bölüm bitip de Zooey isimli bölüm başlarken kitap sallanıyor ya da bana öyle geldi çünkü Franny' de de üslubu yadırgamış olsam da yine de lakayıt lakayıt okudum ama Zooey' a geçtiğim an kitabı anlamamaya başlayıp bir durdum. Neyse ki sonradan toparlandı durum. Kitap iki bölüme ayrılmış ama bana göre 3 bölüm. Şöyle ki; Franny ve Lane diyalogları, Zooey ve Bessie diyalogları, Franny ve Zooey diyalogları. Hikaye ne anlatıyor? Franny isimli hatunun Lane adlı sevgilisiyle buluşması, bu buluşma sırasındaki insanlara, dünyaya karşı tahammülsüz tavırları ve ikilinin tartışmaları(Franny ve Lane diyalogları) Banyoda Zooey ile Bessie arasında Franny'nin içinde bulunduğu depresyona ilişkin tartışmalar(Franny ve Bessie diyalgoları) Zooey' nun, Bessi' nin de isteğiyle Franny ile konuşması, sonra bir daha başka bir şekilde konuşması ve kapanış. Hikayede bir numara yok aslında ama diyalogların arasına öyle tespitler, öyle sitemler, öyle ironiler ekliyor ki Salinger sıradan bir hikayeden bir başucu kitabı yaratıyor. Başkasının elinde en iyi ihtimalle hüzünlü bir drama ve sıkıcı bir kitaba dönüşecek olan Çavdar Tarlasında Çocuklar, Salinger ile kült bir kitaba dönüşmüştü. Burada da hikaye çok önemli değil bana kalırsa(alternatif görüşlere göre ise aslında çok önemli), dünyaya bakışları muazzam iki kardeşin insanları, olayları yorumlamasına mest oluyoruz Salinger hayranları olarak. Aslında Salinger' a mest oluyoruz bir kez daha. Double ristretto kadar sert bir paragraf geliyor şimdi; Salinger bizim! Sizin değil, bizim! O, Paulo Coelho okuyup da keyif alanların değil ya da ''aynı beni anlatıyor'' sanrısına kapılanların. Mutsuzların, öfkelilerin, hırslıların ya da anlaşılamadığı iddiasında bulunanların değil; o, sadece ama sadece kırgınların. Bu hikaye bizim, sizin değil. Bunu bize verdiğin için teşekkürler Salinger.
Bir anneannenin torununa yazdığı mektuplardan ibaret kitap. Gereksiz uzun. 157 sayfa gerçi ama yine de bunak bir ninenin torununa söyleyecek bu kadar şeyi olmamalı. Hadi var diyelim bari bunu daha kaliteli bir yazar yazsaydı istiyor insan. Sevmedim, fazlasıyla yapmacık buldum kitabı. O kadar sık ve saçma benzetmeler vardı ki canım sıkıldı. Sayfa 38' de ''Ama oturur oturmaz anladım ki henüz hazır değildim, belki de havada fazla elektrik olduğundan düşüncelerim kıvılcımlar gibi şuraya buraya uçuşuyordu.'' Bu ne lan? Ya da bu; sayfa 43 ''Bir şey anlayabilecek misin acaba? Zihnimde pek çok şey kaynaşıyor, dışarı çıkabilmek için birbirlerini, mevsim sonu indirimli satışlardaki hanımlar gibi, itip kakıyorlar.'' Ama aynı zamanda yazarın okuyucuyla oyunlar oynadığı ya da benim öyle olduğunu sandığım kısımlar da vardı ve bittim oralara. Mesela sayfa 16' da yine saçma bir benzetmenin ardından gelen şu cümle tebessüm etmeme neden oldu; ''Biliyorum, benim ancak mutfak evreninden bulup verebileceğim örnekler seni güldürmek yerine kızdırıyordur. Ne yapalım, herkes en iyi tanıdığı dünyadan esinlenir.'' Direkt okuyucuya hitap ediyor gibiydi mesela bu cümleyle. Bir anda gerçek bir mektubu okuduğum ve mektubun muhatabının ben olduğum hissine kapıldım. 157 sayfalık kitapta sevmediğim benzetmeler kadar çok severek okuduğum benzetmeler, tespitler de vardı ama eğer bunlar da olmayacaksa yazarımız zahmet edip de yazmasın zaten kitap filan. Yetmedi yani o beğendiğim kısımlar kitabı kurtarmaya. 14. sayfada yer alan ve uzun olduğu için alıntılamak zor geldiğinden şu an okuyamadığınız paragraftaki zırh benzetmesi, klişe olmakla birlikte, anlatmak istediğini çok iyi anlatan bir benzetme olmuş ve paragrafın sonunda insanın normalde ağlaması gerekmeyen bir olay karşısındaki gözyaşlarının sebebini -en azından benim açımdan- mükemmel şekilde özetlemiş. Tespite örnek vermek gerekirse karakterle kişilik farkına ilişkin bir paragraf var ki oradan makale çıkabilir uğraşılsa. Şimdi sözde mektupla toruna bir ders/öğüt vermekten ziyade bir iç hesaplaşma için yazılıyor ki bu kısmı da çok sevdim. Ama sadece teoriyi sevdim, uygulamaya dökülüşünü başarısız buldum. Eğer bir iç hesaplaşma mevzusundan bahsedeceksek Yekta Kopan' ın ödüllü kitabı Bir de Baktın Yoksun' un son hikayesi olan ve ölen bir babanın ardından hissedilenleri anlatan, okurken de beni deliler gibi ağlatan hikaye bu kitabı ezer geçer. Elbette kıyaslama çok doğru değil, hatta ne alaka ama diğer yandan bu kitap bu kadar övülürken, herkes birbirine bu kitabı tavsiye ederken diğer tarafta bu hesaplaşma işini bu kitaptakinden çok daha görkemli ve gerçekçi yapan bir hikayenin hak ettiği bir değerdir burada ona değinilmesi(ne cümle be!) Kitaba yönelik eleştirilerim dört temel noktaya dayanıyor; 1- Gereksiz ve çok sık yapılan benzetmeler, 2- P. Coelho tarzı sevgi içimizde temalı sayısız cümleyle çok satan bir kitap kotarma işinden zaten nefret etmem. 3- ''Çok özel torun'' mevzusu. Bir kitap yazıyorsan o kitabın karakterlerinin ilgi çekici olması, sanırım kitabın ilgi çekici olması mevzusunda çok etkili bir unsurdur. Yalnız ben bunu sevmiyorum. Ben süslenmemiş, basit karakterlerin hikaye ile birlikte önemli hale geldiği kitapları daha çok seviyorum. Buradaki torun daha ilkokuldan itibaren farklı(!) özel(!) bir tip ve bu benim için ilgi çekici değil, ilgi kırıcı(ilgi kırmak daha önce kullanılmamış bir deyim olabilir ben sevdim). Karaktere direkt ön yargıyla yaklaşmama neden oldu bu. Kitapta yer yer ufak çelişkiler olduğunu düşünüyorum ve bunu da sevmedim ama hiç üzerinde durmayacağım çünkü bu benim ön yargım ve paranoyamdan meydana gelmiştir muhtemelen. Zaten sanırım bunu sadece tek bir yerde hissettim. O da 48. sayfanın son paragrafında kader diye girip 49 sayfanın son paragrafında egzistansiyalizm yakın bir düşünceyle çıkıldığı kısım ki alıntılar bölümüne bu son paragrafı ekledim. 4- Gerçekten kalitesiz bir yazar tarafından yazılmış kitap. Böyle çok yazar var, hele türkiye' de dolu bunlardan. Ben birine bu kitabı tavsiye etmem, okumasanız da olur. Evet çok hüzünlendiren, düşündüren yerleri var ama bunu sağlayabilmek için çok usta bir yazar olmanıza gerek yok, herkes duygulandıran metinler yazabilir. Ben Galatasaray sözlük' ü okurken bile ağladığım entyrler biliyorum. Kaldı ki kitabı yapmacık bulduğumdan o kadar da etkilenmedim okuyucu etkilensin diye yazıldığı çok net olan bazı pasajlardan. Not: 45. sayfadan yaptığım alıntıdaki bence müthiş çeviri için çevirmeni de kutlamak gerek. ''Aynı doğruları, aynı mutlak dogmaları paylaştığı bir grubun üyesi olduğunu hissetmek, onun kibirliliğe olan doğal eğilimini kaygı verecek biçimde güçlendiriyordu.'' (Sf: 45 - Can Yay. - 10. Baskı)
Daha önce 2 Agatha Christie okudum ve 2. sinden sonra bir daha okumayacağım bu kadar A. Christie yeter demiştim. Fakat 15 Eylül polisiyenin kraliçesinin doğum günü olması sebebiyle Ezgi Kitabevi Agatha Christe köşesi yapmıştı, rengarenk kapaklarıyla sayısız Agatha Christie kitabını görünce duyarsız kalamadım ve -sanırım- en bilinen kitabı olan Doğu Ekspresinde Cinayet' i aldım. Eleştiri ya da övgüden önce saygıyla başlayacağız. Bu kadın gerçekten de polisiyenin kraliçesi. Mesele çok iyi bir kitap ya da çok iyi bir kurgu filan olması değil, bir tarz var ortada. Agatha' dan daha iyi polisiye yazan sayısız yazar vardır belki ama bu kadar basit tarzda yazıp da okuyucuyu böylesine kitabın içine çekebilen, teferruata hiç girmeden sonuç odaklı giden, benim gibi çabuk sıkılan birini bile, sürekli aynı şeyi yapmasına rağmen yine de 3. kitabında dahi sıkmadan kendini okutan bir yazar Agatha Christie ve ben buna sadece saygı duyabilirim. Kitabın içeriğiyle ilgili ne söylesem spoiler olur o yüzden çok dikkatli yazmaya çalışacağım bu paragrafı. Bir trendeki yolculardan biri ölür ve o sırada trende olan demir yollarındaki üst düzey bir yetkili, şans eseri kendisiyle birlikte yolculuk yapmakta olan usta dedektif Hercule Poirot(ki Agatha Chrtisti' nin emn önemli iki karakterinden biridir)' dan cinayeti soruşturmasını ve polis gelene kadar işi halletmesini ister. Trende bulunan doktorun da yardımıyla ceset üzerinde bir inceleme yapılır ve sonrasında tüm yolcuların tek tek sorguya çekilmesiyle elde edilen ipuçları birleştirilmeye çalışılır. Cinayetten sonraki hemen hemen her bölüm dedektifimiz ile sorguya çektiği her bir yolcu arasındaki diyaloglardan ibaret. Daha önce Agatha Christie okuduysanız bu kitabında da yeni bir şey yok, klasik Agatha Christe tarzı. Üçüncü kitabından sonra bende şöyle bir izlenim uyandı; küçükken okuduğumuz macera kulübü(hani şunu yapacaksan şu sayfaya, bunu yapacaksan bu sayfaya git diye seçenekler sunarak farklı sonlarla biten çocuk kitapları) kitaplarına benziyor Agatha Christie kitapları. Küçükken o kitaplara da bayılırdık zaten ve o kitapta kendi kaderimizi çizdiğimiz bir macera yaşasak da bir anlamda bulmaca kitaplarıydı onlar aslında. Doğruları yaparak doğru sona ulaşmaya çalışırdık. Agatha Christie okurken de tüm ipuçlarını dedektif ile birlikte topluyorsunuz yalnız ne var ki ne kadar dikkatli okursanız okuyun sizin bilmediğiniz ama dedeftifin bildiği ayrıntılarla çözülüyor olay. Yine de kendinizi ipucu toplamaktan alıkoyamıyorsunuz. Eğer tek bir Agatha Chrsitie kitabı okuyacaksanız ben hala On Küçük Zenci derim ama bu kitap da -sadece 3 kitabını okumama rağmen- Agatha Chrsitie kitapları arasında ilk 5' tedir sanıyorum. Kitabın sonu içinse bir hukukçu olarak ciddi eleştirilerim var aslına ama yeri burası değil. Yine de yadırgadığımı belirtmek istedim. Not: Kitabı çeviren Gönül Suveren. Kendisi hakkında sözlükte çok basit çeviriler yaptığına ilişkin eleştiriler vardır, orijinal bir Agatha Christie okumadan bir şey denemez sanırım ama okuduğum diğer iki Agatha Christe kitabı da bunun kadar basit bir dile sahipti diye anımsıyorum, gerçi onların çevirmeni de belki Gönül Suveren' dir bilmiyorum.
Painati İstrati önceden komünistmiş. Belki sonradan da komünisttir bilmiyorum ama işte bakmış ki komünizm uygulanabilir bir şey değil, ki kendince neden olmadığını da 16. sayfadan alıntıladığım alıntılar bölümüne eklediğim kısımda harika açıklamış, kendini dostluğa, sevgiye vermiş. Bu kitap aslında bir devam kitabıymış, ilk kitapta yine bu kitabın ana kahramanı olan Adriyen' ın maceraları anlatılıyormuş. O kitabı da okumayı düşünüyorum ama her an vazgeçebilirim. Adriyen 20 yaşında, sol görüşlü, bohem hayatı yaşayan bir genç. Yalnız bohem hayatı yaşamak için fazla parasız. Para olmadan bohem takılmanın hiçbir albenisi yok. Kendisinden yaşça büyük olan ve benim anladığım kadarıyla fazlasıyla da öykündüğü bir adam olan Mihail ile birlikte Bükreş' te sefalet içinde yaşadıkları bir kesit anlatılıyor kitapta. İki kafadar iş bulma idarehanesi denen bir yere kapağı atıp sersefil yaşarlarken gönül maceralarına atılıyorlar filan. İkilinin arasındaki diyalogların alt metinlerinde İstrati' nin komünizmle ilgili şüpheleri açıkça ortaya konuyor. Hatta Adriyen karakteri baya baya İstrati' nin kendisi gibi, düşünce yapısı olarak. Kitap Varlık Yayınları' ndan dolayısıyla eski basım haliyle ve çevirisi de biraz çağımızın gerisinde bana kalırsa ama buna rağmen belki çevirmenin marifeti belki de yazarın tarzı sebebiyle çok rahat okunuyor. Bazı ağdalı(bu ne demek lan) kelimelere rağmen çok akıcı bir kitap zaten hikaye de kısa bir hikaye ki kitabı seçmem de bunun etkisi büyüktü. Yaşlandım artık sanırım, tuğla gibi kitaplarla uğraşmak zor geliyor. Gerçi zor gelmediği bir dönemim de olmadı hiç. İstrati' nin mastürbasyona olan bakış açısını ise çok anlamsız ve garip buldum. Kitabın kısacık bir yerinde değiniyor buna, oradan çıkardım bunu. Karakterlerden biri odaya bir kız atıyor, bir başka karakter onların çıkardığı seslerden tahrik olup mastürbasyon yapıyor ve kahramanımız Adriyen bunu çok iğrenç buluyor. Ama cinselliğe karşı tutumu böyle değil, sadece mastürbasyona karşı aşağılayıcı bir bakışı var yoksa cinselliğin bedensel ve mutlak giderilmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu düşünüyor kahramanımız, gideriyor da zaten. Ama işte türk olmadığından olsa gerek ''karıya çaktım aga'' minvalinde açıklamaları olmuyor sonrasında alkol masasında. İki tarafın da keyif aldığı bir aktivite bu sadece, yazara ve karaktere göre. Heyecanlanmayın ama, erotik filan değil kitap. Sonlarında hilkat garibesi bir adamın evindeki maceraları fazlasıyla gereksiz buldum, böyle şeylerden pek etkilenmesem de yine de yer yer mide bulandırıcı ve aynı zamanda abartı buldum o evde olanları. Neden öyle bir bölüme yer vermiş yazar merak ediyorum. Çok ekstrası olan bir kitap değil, yazarın da kitabın da özeti 16. sayfadaki alıntı aslında. Bitti. ''Kafamızı şişirdikleri o sosyal sınıfların değişmezlikleri meğer bir masalmış. Zenginin nasıl fakirleştiğini gördüm ki bu aslında o kadar ehemmiyetli bir şey değil, ama fakirin zenginleşmesi mümkün olur ve o bu hevese kapılırsa -zenginin yerine geçmeye heveslenmeyen bir fakir bulunmadığı da malum- iş değişir. Demek ki bir sınıf ahlakı yokmuş. Halbuki beni alakadar eden fakirin ahlakıdır, yoksa mecburen içinde bulunduğu şartlar değil. Çünkü biz istediğimiz kadar sınıfları ortadan kaldıralım her zaman daha iyi mevkiler ve vaziyetler bulunacaktır, bugünün proletaryası hakiki bir sınıf ahlakına sahip olmadıkça da bütün içtimai patırtılara rağmen refahlı hayat mücadelesi ve adaletsizlik daima baki kalacaktır.'' Sf: 16 - Varlık Yay. - 2. Baskı(1957)
Doğum günü hediyesi olarak verilmişti yoksa kendim gidip de kolay kolay almazdım. Ansiklopedi gibi kitap kim okuyacak bunu? Bir de kitabın getirisi olması lazım. Mesele yeraltı edebiyatı okurum, okuyan hatunu severim. Hem iyi yiyişir hem de seni beğendiyse yiyişmek garantidir. Kitap bunun için okunur. Mesela yakışıklı bir adam olsam hayatta kitapla vakit öldürmezdim ama şimdi tipten kaybettiklerimizi cümlelerle filan telafi etmek lazım işte. Aslında bu çalışma, solcu kızları çekebilirdi belki ama tüm bu gezi süreci boyunca özellikle bir gece arkadaşın balkonunda öyle bir tartışmaya girip hükümeti savundum ki başbakan orada olsa beni danışmanı yapardı. Ama sağ olsun bu eserin hazırlanmasına vesile olan İstanbul ve Ankara Emniyeti haklıyken haksız duruma düşürdü beni sonunda. Bu eser, her ne kadar isminden gezi sürecini anlatmak ve belki bazılarınıza göre haklı göstermek için hazırlanmış gibi anlaşılsa da bence hazırlanmasının asıl nedeni Çağlayan Adliyesinde avukatlara uygulanan ve 9 yıllık(evet ben 9 yılda ancak bitirdim hukuku kapasitem o kadar demek ki) fakülte hayatım boyunca bana nadiren de olsa öğretilen hukuk felsefesini yerle yeksan eden şiddettir. Fakülte hayatım boyunca derslere çok az girdim dolayısıyla hocalarımdan çok da fazla cümle duyamadım zaten. Ama duyduğum ve asla unutmayacağın 5 6 cümleden ilk ikisi kronolojik sırayla şunlardı: 1-İlk ders kitabınız: Dostoyevski Suç ve Ceza 2-Biz burada hakim, savcı, avukat yetiştirmiyoruz, biz hukukçu yetiştiriyoruz. Fakültemin ne kadar hukukçu yetiştirdiğini bilemem derslere girmedim az önce de belirttiğim gibi, ama çevremdeki hakim, savcı ve avukatlara bakıyorum da sadece benim fakültem değil, bu ülkedeki tüm hukuk fakültelerinden o unutamayacağım cümlede tarif edildiği şekilde çok az hukukçu yetişiyor. Söylemek istediğim çok şey var ama sanırım artık kitaptan bahsetmem gerek biraz. Gezi sürecinde olanları gün be gün özetliyor. Başbakanın açıklamalarını, baro başkanının açıklamalarını, cumhurbaşkanının açıklamalarını filan okuyorsunuz. Olayları, olayların iç ve dış basındaki, halktaki yansımalarını özetler halinde okuyorsunuz ama elbette derinlemesine bir analiz filan beklemeyin. Çeşitli baroların basın açıklamaları aynen alınmış kitaba. Çağlayan Adliyesinde avukatlara, dolayısıyla savunmaya ve dolayısıyla hukuka yapılan ve hiçbir şekilde hukukla, kanunla ilişkilendirilemeyecek olan tamamen keyfi uygulamanın sonucunda baroların haklı ama bir işe yaramayan ve yaramayacak olan açıklamalarını okuyorsunuz. Hukuk okumanıza ya da hukukla ilgilenmenize gerek yok, okuduğunuzu anlayabilen bir insansanız kendinizi tutamayıp kahkaha atacağınız yerler de var kitapta. Örnek; Ankara Emniyet Müdürlüğü' nün fezlekesine bakıyoruz; ''Yazılı ve görsel medyada yer alan taraflı haberler, eylemci grupların kamuoyu desteği aldıklarını ve yaptıkları her türlü illegal eylemin demokratik bir hak olarak algılandığını düşünmelerine sebep olmuştur.'' (Polis karar veriyor haberin taraflı olup olmadığına :) ) ''Eylemcileri Ankara' daki müdahalelerde polis tarafından yapıldığı iddia edilen orantısız güç kullanımıyla ilgili savcılığa bireysel olarak suç duyurusu yapılması yönünde teşvik etmişlerdir.'' (Savcılığa suç duyurusunda bulunmaya teşvik etme suçu diye bir suç dünya hukuk tarihinde yerini aldı) ''Başbakanın danışmanı yayına katıldığında sözü yarıda kesilerek yayın sonlandırılmıştır.'' (Tövbe haşa! Şaka değil, başbakanın sözünü kesen moderatör ve onun kanalı suçlanıyor fezlekede. Bir polis fezlekesinde bu cümleyi yazmak, biz hukuka üçlü saltolar attırıyoruz demek gibi bir şey) Milletvekilimiz İdris Şahin iktidar yalakası medyanın dahi ''palalı bir şahıs'' vb. tanımlarla verdiği haberi yorumluyor: ''Şimdi oradaki ensafın ^^hukuk çerçevesinde^^ yapmış olduğu bir eylemi, yargıya da müdahale etmek suretiyle, burada hükümete yansıtmak ve hükümetin sanki bu kişileri tutuklamadığı gibi bir söylem içerisine girmenin de haksız olduğuna inanıyorum(ne nerdeyim, türkçe hocan kim lan senin)'' Taksim Dayanışması' na destek veren şehir plancıları, mimar ve mühendis odalarının bağlı olduğu TMMOB' nin yetkileri 9 temmuz gece yarısında TBMM' de yapılan düzenleme ile ellerinden alındı. (20 dakika içerisinde oldu bitti bu. Demokrasi güzel şey tabii, sonuçta çoğunluk var.) Çok uzatmaya gerek yok, bu ülkede olunabilecek en kötü şeylerden biri hukukçu olmaktı ve ben Amerikan filmlerine tav olarak onu seçtim ne yazık ki. Kitapta güzel cümleler de var ama, bu ülkede o cümleyi hayata geçirebilecek ne bir birey ne de kitle var. Demokrasi, tahammül, hakkaniyet ve vicdanla vücut bulur, sınırlarını ise sadece yasalar değil, ortak akıl ve temel insan hakları çizer. (Antalya Barosu) Ne kadar büyük ve ihtişamlı Adalet Sarayları yaparsanız yapın, şayet içerisinde hukuksuzluklar meydana geliyor ve bu hukuksuzluklara göz yumuluyor ise o binalar, beton yığınlarının ötesine geçmeyecektir. (Artvin Barosu) Gezi olaylarında iktidara nasıl hak verdiğime gelirsek orası çok uzun konu, boşverin. Son olarak hukuk filan demişken çok sevgili cemaatçi avukat kuzenimin, facebookta cübbemizi giydik de geldik iletisine karşılık verdiğim cevabı bir de buradan çakıp bitireyim zira çok sevdiğim bir cümle oldu yazdığım o cümle. ''Yıllarca cemaatin her türlü hukuksuzluğuna ses etmeyip hatta destek verip de bugün kendileri o hukuksuzluktan mustarip olunca cübbe edebiyatı yapanları da unutmayacaktır bu ülkenin gerçek hukukçuları'' Yukarıdaki kuzenime ilişkin alıntının konumuzla alakası çok. Hakim, savcı ve avukatlar el birliğiyle bu hale getirdiler hukuku. İktidar sadece zayıf noktaları görüp oraların üzerine oynadı hepsi bu. Yeri gelmişken -ki belki de gelmemiştir bilmiyorum- basın açıklamalarını yazan avukatlarla da bir tanışmak isterdim. Anlatım bozukluğuyla dolu o kadar cümleyi yazabilmek de bir başarıdır. Sakarya Barosu' nun açıklaması ise harfi harfine katıldığım tek açıklamadır ayrıca. Size söz, o açıklamayı bir iki güne olduğu gibi alıntılar bölümüne ekleyeceğim. Elin gavuruyla bitirelim biz; Kral: Değirmenini yıktırırım! Köylü: Berlin' de yargıçlar var. Yıktıramazsın!
ules Verne' nin bu kitabı benim için bir hayal kırıklığı oldu. Ben Jules Verne' i müthiş bir hayal gücüne sahip olan ve bu müthiş hayal gücü sayesinde kurguladığı sürükleyici hikayelerle çocuklara hem kitap okumayı hem de bilimi sevdiren bir adam olarak tanıdım, öğrendim. Bu kitap bir çocuk kitabı değil, bir çocuğun bu kitabı sıkılmadan okuyabilmesi mümkün değil. Ben bile deli gibi sıkıldım. O kadar gereksiz ve fazla matematiksel hesaplar ve ayrıntılar var ki okurken bunalıyorsunuz artık. Hikaye adından da anlaşıldığı üzere bir Ay' a yolculuk hikayesi. Yanlış işler biraz ters gidiyor ve yolcularımız Ay' a varamadan onun çekimine girip Ay' ın bir uydusu haline geliyorlar. Neden varamadıkları kısmı bence harika kurgulanmış. Kitapta en sevdiğim detaylardan biri buydu zaten. İsimlerini şu an hatırlayamadığım 3 yolcumuz var Ay' a fırlatılan merminin içerisinde. 2' si ''Einstein terk'', diğeri ise ''adam Ayştayn beyler'' diye tanımlanabilecek tipler. Bu 3. sü -ki zaten yolculuğa sonradan eklenen kişi kendisi- sanki Jules Verne' in, hikayenin kurgusunu bozmadan olan biteni ''halk diliyle'' açıklayabilmek amacıyla hikayeye dahil ettiği bir tip bana göre. Buna benzer şeyler bazı Amerikan filmlerinde de vardır. Örneğin bir felaket sonucu bir yaratık ortaya çıkar. Bu yaratığın nasıl ortaya çıktığı filmdeki İsviçreli bilim adamları tarafından açıklanır ama biz anlamayız. Tam bu noktada devreye bilimden anlamayan karakterlerden biri girer ve nasıl yani diye sorar. Sonra da o bilim adamı halk diliyle bir açıklama daha yapar ve tüm izleyiciler yaratığın neden ortaya çıktığını anlar. Merminin içindeki iki adam kendi aralarında bir şeyler konuşuyor, bu üçüncü tip de o ne demek diyor, sonra da buna daha basit dille anlatıyorlar olan biteni. Bu detayı da sevdim aslında ama yine de kitabı kurtarmaya yetmedi benim gözümde bu detay. Ben mutsuz sonra biten kitapları daha çok seviyorum ama bir çocuk kitabında da mutsuz son travmatik etki yaratabilirdi çocuklarda o yüzden mutlu sona itirazım yok. İlk sayfalarda mizahi bir yön vardı ama kitabın devamındaki mizahi kısımlar fazla zorlama geldi bana. Karmakarışık gittim de bitiriyorum, Jules Verne efsanesinin iyi örneklerinden biri değil bu kitap. Adamın hayal gününe saygımız sonsuz lakin ortada bir kitap varsa salt hayal gücü çok iyi diye de övülemez o kitap. Bir de kitapta şöyle bir şey vardı; ''Ya da hızı çekimlerin eşitlendiği noktaya erişmeye yeter, ama orayı aşmaya yetmez, hani şu Hazreti Muhammed' in göğün başucu ile ayakucu arasında asılı durduğu öne sürülen mezarı gibi, sonsuza dek aynı noktada asılır kalırdı'' (Ben böyle bir rivayeti/efsaneyi hiç duymamıştım)