Kitabı gördüğüm zaman almak istedim çünkü romanlarım için "Türk savaş taktikleri ve sanatı" gibi konuları öğrenmeye ihtiyacım var. Lakin kitap içeriği biraz umduğumdan farklı çıktı. İsminden de anlaşılacağı gibi Türklerin ünlü eseri Kutadgu Bilig'in içinden alınmış "savaş" konulu maddelerden derlenmiş bir kitap. Biz Türkler, tarih yapıyor ve sözlü olarak da tarihi meydana getiriyor olsak da iş "yazmaya" gelince coğrafya ve yaşam tarzımızın getirileri yüzünden, tarihi yazma meselesinde eksik kalmışız. Hal böyle olunca savaşçı bir millet olan ve bu konuda eline su dökülemez Türklerin savaş sanat ve taktikleri başta olmak üzere bir çok önemli konuda bilgi edinmekten yoksun ya da eksik kalıyoruz. Kitap, bu tarafı doldurmayı amaçlıyor desem bile özünde zaten kitap bir derleme, yukarıda bahsi geçen kitabı alanların bu kitabı almasına gerek yok ama sırf bu konuyu merak edenler, alabilirler. Kitap iki bölümden oluşuyor diyebilirim; ilk bölümü "Dünya'da ve Türklerde Savaş Tarihi" şeklinde kısa bir özet şeklinde ifade etmek doğru olur, aslında oldukça ilgi çekici olduğunu düşündüğüm bir bölüm. Daha önce savaşın ve şiddetin tarihi araştırmak hiç aklıma gelmemişti ve batının bu yöndeki bakış açısını da öğrenmek kayda değer diye düşünüyorum. İkinci kısım ise ana konumuz olan Türklerde Savaş Sanatının içeriğini konu alıyor. Yani 128 kitabın sadece 68 (bir kısmı ise kaynakça)sayfası bu kısıma ayrılmış. Kitaba genel olarak yorum yapmak gerekir ise okunduğunda kişinin bir şeyler öğrenmesine vesile olabilecek seviyede ama yetersiz bulduğum bir eser. Dediğim gibi umduğum şeyleri öğrenemedim ve sandığımdan daha az bilgi içeriyor. Keşke bir de 3. bölüm ekleyip Türklerde Savaş Taktiklerini anlatan bilgiler de verseydi. En azından bu şekilde daha tatmin edici olurdu. Yazarımıza ve yayınevine teşekkür ederiz.
Ruhlar Serisini, "Cadıların Keşfi" ismiyle yayınlanmaya başlayan dizisi ile tanıdım. İlk başta romanı alıp almama konusunda ciddi kuşkularım olduğunu belirtmem gerekir çünkü yorumlar (olumlu-olumsuz) başa baş gidiyordu. Genelde de yorumlara bakarak kitap almamaya özen göstersem de bu sefer, beni kararsızlığa itti. Sebep olarak roman için "romantik" ağırlıkta denmiş olması. Oysa ben cadılar vb. şeylerin olduğu fantastik ağırlıkta bir kitap okumak istiyordum ve dahası 50-60 kiralık bir kitap olduğu göz önüne alındığında insanı birkaç kez düşünmeye itiyor bu durum. Yine de diziyi izlemeye devam ederken dayanamadım ve 2. el olarak sipariş ettim(mümkün değil veremem o fiyatı.) ve okudum. Ben gibi yorumları okuyanlar için şunu söylemem gerekir ki iki şekilde yorum yapanlar da haklı. Romanın ilk kitabı(muhtemelen de diğer iki kitabı da) iki karakter arasındaki romantizm ağırlığında ilerliyor ama bu, fantastik hiçbir şey yok demek değil ama öyle aşırı bir hareket yok. Diğer yandan buna rağmen gayet akıcı ve sıkılmadan okuyacağınız bir üslup ile yazılmış, şahsen bilgisayar dahi açmadan romanı bitirmeye odaklı bir iki gün geçirdim. Sayfa sayısı göz önüne alındığında da gayet doyurucu bir roman sizi bekliyor. Romanın kurgusunu başarılı buldum, bilimsel-tarihsel temelli bir çok sohbet, bilgi ile harmanlanması... yani ayrıntılar da güzel işlendiği için zengin içerikli olduğunu düşündüğüm bir roman var karşımızda. Genel olarak çok beğendim ve ikincisinin de siparişini vereceğim inşallah. Yine de alıp almama konusunda kararsız iseniz eğer bu durumun tamamen sizin beklentileriniz ile ilgili olduğunu unutmayın. Eğer etrafta büyülerin, vampir saldırılarının vs. uçuştuğu fantastik macera kitabı arıyorsanız büyük ihtimal ile bu kitap size göre değil ama romantizm, tarih, bilim ve fantastikle harmanlanmış bir roman arıyorsanız kesinlikle size göre. Yalnız bazı uygunsuz olduğunu düşündüğüm noktalar yüzünden +18 bir seri olduğunu söyleyebilirim, hayır cinsellik değil. Bulamazsınız bu kitapta, diğerlerini bilmem elbet. Söylemem gerekir ki Diana'nın teyzelerinin evine bayıldım. Evde cadı ruhları yaşıyor ve kendi kendine kararlar veriyor. :D Yukarıda söylediğim gibi tarihsel bilgilerin de olduğu bir roman, karşımızda 1500 yaşında bir vampir olunca bu kaçınılmaz oluyor elbette ve ben de tarihe ilgili bir kişi olarak tarihsel bazı konulara ciddi bir muhalefet damarım kabardı okurken. Misal çiçek aşısını bilmem kimin bulduğu ile ilgili bir yorum yapılmış, elbette batılı birinin ismi söz konusu ama Lale Devri döneminde zaten Türkler, çiçek aşısını keşfetmiş ve uygulamaya koymuştu. Hatta buna kaynak olarak İngiliz bir sefirin karısının (oldukça da ünlü biridir) yazdıklarını gösterebiliyoruz. Kendi çocuğuna da yaptırmıştır ve bunu, İngiltere'ye götürmeye niyetlendiğini belirtmiştir. Diğer yandan Harvey'in kalp damar sistemini keşfettiği yazmış ama biz biliyoruz ki 1100'lerden kalma illustrasyonlar(ve 1400'lerden) mevcut ve orada kas, sinir ve kalp-damar sistemine kadar (hatta hamile bir kadının atardamar sistemine kadar) keşifler, çizimler mevcuttur. Kısacası batıdan çok önce Müslüman bilim insanları insan anatomisini çözmüş, bunu resmetmiş ve çalışmalar yapmıştır. Hatta göz anatomisi, nasıl gördüğümüze dair çalışmalar da buna dahildir ve elbette fazlası. Bunun için Fuat Sezgin'in TANINMAYAN BÜYÜK ÇAĞ kitabını okumanızı tavsiye ederim. Batılılar kendilerinden başka herkesi barbar görürken üstüne bütün keşifleri de kendilerinin yaptığına inanıyorlar, yazarımız da bu kafada... Gerçi onlara kızmamak gerek, biz kendi ecdadımıza sahip çıkmaz ise bizden çalarlar ve kendileri yapmış gibi kakalarlar. Diğer muhalefet ettiğim bilgi ise romanda bolca göreceğimiz Lazarus Şövalyeleri'nin "kendini koruyamayanları koruruz. Kudüs'te (ve birkaç yer daha sayarak) bunu yaptık." demeleri... Bu tarikat Haçlı dönemlerinde kurulmuş bir tarikattır. Hayır, bir de yeni Haçlı Dönemi kitabı okudum, kimi kimden kurtarmış bu arkadaşlar, merak ettim. Haçlı savaşları başladığı andan itibaren Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlara kadar önüne geleni öldürmüş, yağma edip, çalıp çırpmış insanların bilhassa Kudüs'te Müslüman ve Yahudilere soykırım yapmış bu insan görünümlü yaratıkların, kimi kimden kurtardığını merak ettim, yazarımız bize bu konuda bilgi verirse seviniriz. Romandır, çok tepki vermeye gerek yok diyen olabilir ama özür dilerim de Nazileri romanda "iyilik meleği" gibi göstermeye benziyor bu, katledilen onca masuma hakaret, haksızlık, adaletsizlik olmaz mı? Doğu Hristiyanlarına bile zulüm ettikleri düşünürsek yalanın dik alasını romanda kurgu adı altında bize satmasın. :) İkinci kitap, 1500'lerde geçiyor; bakalım muhtemelen başka şeylere de muhalefet edeceğim. :D
Daha önceki senelerde İhsan Sırrı Süreyya hocanın yazdığı Haçlı Seferleri kitabını okumuştum, genel olarak sekizinin de özeti niteliği taşıyan bir kitaptı. Elimdeki kitap ise bu kitabın çok daha geniş kapsamlı hali. Şahsen iki kitabı da tavsiye ederim ama ikisinden birini seçmeniz gerekiyor ise bu kitabı almanız daha faydalı olur, içerik kapsamı bakımından. Kitabın en hoşuma giden özelliği soru-cevap şeklinde ilerlemiş olması. Muhtemel olarak aklınıza gelebilecek soruları sormuşlar ve cevapları yine kendileri vermişler. Bu yönden oldukça tatmin edici ve derli toplu bir çalışma var karşımızda. Kitabın tekniğinden sonra gelelim içeriğine. İlk olarak haçlı seferlerinin ne olduğu, neye haçlı seferleri denildiğini açıklamış yazarlar. Daha sonra Haçlı Seferlerine sebep olan doğu-batı'nın sosyo-ekonomik durumunu açıklamış ki bu konuyu her haçlı seferi öncesi bize anlattığı için, özünde seferlerin ne amaçla yapıldığını gözler önüne seren bir nokta olmuştur. Tarihe ilgi duyan arkadaşlar bilir ki savaşlar, temelde görünen sebeplerden dolayı değil, görünmeyen sebeplerden dolayı çıkar. Buna en iyi örnek 1. Dünya Savaşının çıkışıdır; görünürde bir prensin suikasta gitmesi bahane edilmiş iken arka planda mesele çok başkaydı. Hatta günümüzde Amerika başta olmak üzere batı toplumlarının bugün Yakın Doğu'ya hala haçlı seferleri düzenlediğini bilen bilir ve bunun dün "din" ve "dindaşları kurtarma" maskesini kullanmış iken bugün "özgürlük" ve "demokrasi" kavramlarını kullanarak yapmaktadır. Bu yönden bu kitabın okunmasına önem veriyorum, çünkü bugün olanların temel sebeplerini ve yöntemlerine de ışık tutan cinste bir kitap. Biliyoruz ki tarih, tekerrürden ibarettir. Zaten tarih okurken en önce bu dikkatimi çekiyor, sürekli olaylar tekrar edip duruyor. Haliyle söyleyebilirim ki bugün yaşadığımız çağ; 100 yıl önce Abdülhamit Han'ı dönemiyle 1000 yıl önceki Haçlı Seferlerinin yaşandığı dönemin bir karması olmuş. Neredeyse birebir aynı ilerliyoruz, neredeyse... İnşallah önceden nasıl def ettiysek bugün de def ederiz. Devam. Kitap boyunca dönemin Türk-Arap devletlerinin siyasi durumları, birbirleriyle çekişmelerine de değinilmiş, elbette aynı şey batı devletleri için de yapılmış. Görüyoruz ki siyasi güç uğruna birbiriyle savaşan İslam alemi, haçlılar karşısında zayıf kalmış ama ne zaman bu çekişmeyi bir kenara bırakmış ve birleşmiş, batı alemi yenilgi üstüne yenilgi görmüş. Benzer şekilde batı devletlerinin kendi iç çekişmeleri de zaman zaman niyetlenen yeni saldırılara gem vurmuş hatta yapılan seferlerin başarısız olmasında da önemli bir etken olmuş, diğer yandan benim ilahi yardım dediğim; veba gibi doğal etkenler de var. :) Haçlı seferleri sırasında bu siyasi çekilmeler ve güç arzusu öyle bir noktaya gelmiş ki Müslüman bazı devlet adamları, kendi dindaş/soydaşına karşı Haçlılar ile işbirliğine dair girmiş. Bugün de var böyleleri, görüyoruz. Tersi şekilde haçlılar -çok görünmese de- da zaman zaman iş birliği yapmış kendi dindaşlarına karşı. Hatta bazen, artık uzun zamandır burada yaşayan, doğulu Latinlerin yeni haçlı seferleri istemediğine ve Müslüman komşularıyla barış içinde yaşamak istediklerine de tanık oluyoruz, bu uğurda desteklemedikleri haçlı seferleri de var ama bu "sevgi" sebebi ile değil elbette, barış ortamının getirdiği ekonomik rant yüzünden. Bunun dışında doğulu Latinler, Müslümanlarla o kadar içli dışlı hale gelmiş ki batılı dindaş/soydaşları tarafından "doğululaşmışlar" diyerek eleştirilmiştir. Haçlı Seferlerinin batıya olan kültürel ve teknolojik yeniliklerine da kısa bir özet geçmiş yazarlar. Misal; ayna, pusula, cam süslemeleri, pamuklu kumaşlar, ipek, estetik sehpalar, vazolar ve mutfakta kullanılan seramik kaplar, eşarp, minder, tuvalet kültürü(bu kısım bence çok yaygınlaşmış değil o dönem, malum daha düne kadar sokağa pisleyen, evlerdeki kaplarına yapıp bunları dışarı atan adamlardı.) hatta güvercin merakı, onları postalaşmak için kullanma bilgisini doğudan Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Kağıt bile Müslümanlar aracılığıyla (öncesinde 700-800'lerde Çinle yapılan savaş sonrası esir edilen Çinlilerden öğrenilen ve kurulan kağıt fabrikaları sayesinde) öğrenilmiştir. Satranç oyunu keşfetmeleri yine bu döneme denk geliyor ve tespih kullanımı. Bunlar dışında hekimlerden öğrendikleri bitkiler, merhemler gibi şeyler sayesinde batı, zamanla kimya biliminin(daha doğrusu modern batı kimya demek daha doğru olabilir çünkü Cabir bin Hayyan'ın kimya alanında keşifleri vs. söz konusudur.) temellerini atmıştır. Ayrıca o dönem tahtadan şato, evler yapan batı, bu seferler aracılığı ile Müslümanlardan öğrendikleri taştan ev yapma vb. mimari bilgileri kendi ülkelerine taşımıştır. Bir çok bilimsel kitap çevirileri de (bu kitapta yazmıyor ama başka bir yerde okumuştum) bu dönemlerde taşınıyor batıya. Benim en ilgimi çeken noktalar arasında kültürel etkileşimler dışında Müslümanların hatta Doğu Roma'nın bu batılılara karşı yorumları dikkatimi çekmiştir; "barbar, cani, katil, yük taşımaktan başka işe yaramayan hayvanlar gibi bunlar da savaşmaktan başka bir işe yaramayan hayvanlar." şeklinde satır arası yorumlara denk geleceksiniz. Elbette hiçbiri haksız yorum değil, önüne geleni öldüren, bebeklere bile acımayıp mızraklara geçirip sallandıran, çalan çırpan, tecavüz eden bir güruha başka türlü bakılması pek mümkün değildir. Elbette 200 yıl içerisinde doğulu Latinlerin zamanla değişip, daha medeni hale geldikleri düşünülmüştür batılılara nazaran. Bir diğer dikkat çeken anlatım ise yamyamlıkları... Bunu diğer kitapta da okumuştum, bence korkunç bir şey. Bir insanın canavarlaşmasına örnektir. Okurken mideniz kalkabilir. Benim aklımda canlandı da nasıl yapar bir insan bunu bir başka insana? diye sordum. En sonunda onların hayvan bile olmadıklarını, canavar olduklarına kanaat getirdim. Sadece görüntü insana benziyordu. Üzücü. Genel olarak kitabı tatmin edici buldum ve kesinlikle herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Nedense bu Haçlı Seferleri dönemine bir ilgim var, tam doymuş da sayılmam. :)
Uzun zamandır bu kitabın reklamını görüyordum, alıp almamak arasında kararsız kalmış iken ileride alırım düşüncesi ile alışveriş listeme attım. Bir iki ay önce de biriken kitap puanlarım ile bedavaya getirdim, neden bilmem bu kısmıyla gurur duyuyorum. :D Öncelike söylemem lazım ki antropoloji terimlerine aşina değil iseniz ilk başta "Ne diyor bu?" dediğiniz anlar gelecektir, hatta aslında bu anlar sık sık gelecektir ama merak etmeyin, sandığınız kadar çok fazla terim kullanılmıyor, sadece iki üç terimi sık sık kullanıyor, onları da internetten öğrenebilirsiniz. Ağırlıkta adaptif ve maladaptif terimleri geçiyor ki bu da kabaca özetlemek gerekir ise çevre/şartlara doğal uyum/uyumsuzluk demek. Yani "kültürel" bir eylemin, x toplumu ne kadar doğa ve çevre ile uyumlu hale getirip getirmediği, zararı olup olmadığına yani o toplumu hayatta tutacak bir araç olup olmadığını açıklamak için kullanılan iki kavram. Zaten temelde de kitabın ana konusu tam da bu; gelenek göreneklerimizin birleşiminden meydana gelen kültürel araçlarımızın sandığımız kadar adaptif olup olmadığını tartışıyor yazar. Bilhassa tartıştığı mesele ilkel toplum olarak gördüğümüz, küçük, komünal toplulukların ne kadar ideal toplum olup olmadığını çeşitli örneklerle tartışmış. Bilen bilir, bilhassa Karl Marx'ın kuramıyla da ilişkili sayılan, küçük toplumların insanlık için ideal toplumlar olduğu, onların yaşamlarının büyük ve modern toplumlara nazaran çok daha adaptif, sorunsuz ve mutluluk verici olduğu iddia edilir. "Eskiden insanlar, küçük toplumlar halinde yaşar iken sorunları da en düşük seviyede idi, modern toplumların sorunlarını yaşamazlardı." şeklinde bir iddia... Bir dönem, hatta sanırım nispeten bugün de, bir çok antropolog tarafından yaygın olarak inanılmış, savunulmuş bir görüştür bu hatta ilkel toplumlar üzerine yapılan araştırmaların ana hedefi de hep bunu kanıtlamak adına olmuştur dersek de yanlış olmayacaktır. Maalesef hiçbir bilimsel veriye dayanmadan sadece "ön kabul" ile yola çıkılarak yapılan bilim de bilim insanlarının bilimi çarptırması ve doğal olarak gerçeklerden çok daha farklı bir manzara ile karşılaşmamıza yol açmıştır hatta hala açıyor. Bu sadece sosyal bilimler için değil fen ilimleri için de geçerli maalesef. Kimi sosyoloğun da eleştirdiği bir noktadır bu; bugün bilim insanları, orta çağ din adamlarına dönüşmüştür. Benim yıllardır savunduğum bir görüş. Konuyu dağıtmadan devam edelim. Robert B. Edgertan, önceden araştırılmış veyahut kendi araştırdığı ilkel toplumların maladaptif uygulamalarını gözler önüne seriyor, işin kötü yanı bu uygulamaların, yukarıda söylediğim bilim insanları(!) tarafından, sırf kendi ön kabullerini doğrulamak adına, adaptif kabul edip, o toplumun hayatta kalmasını ve devamlılığını sağlamasına yol açan bir kültürel araç olarak lanse etmesidir. Bir kadının, evlendiği gece kocası dahil en az 10 kişi tarafından ilişkiye girmesini zorlamak, nasıl bir adaptiflik örneği olabilir ki? Bu uygulamanın temel sebebi o kabilede kadınların kısırlık sorunu yaşaması ve o insanların, kadınların hamile kalması için spermle doldurulması inancına dayanıyor ama işin ironik yanı da kadınların kısır kalmasının temel sebebi tam da bu uygulama yüzünden. Yahut Hindistan'da kocası ölen bir kadının ölüme onunla beraber gitmesinin adaptif ne tür bir yanı olabilir? Yahut dullara uğursuz gözü ile bakılıp, evlenilmesinin yasaklanmasının? Yamyamlık ne tür bir hayatta kalma aracı haline gelebilir? Bunlar ve çok daha fazlası kitapta yer almakta ve sorgulanmakta. Siz de kitabı okuyunca göreceksiniz ki kültürel gelenekler her daim toplum hayrına hizmet etmemekte; belki bir dönem adaptif olmuş bir uygulamanın günümüzde maladaptif bir hale gelmiş olması dolayısı ile topluma zarar verdiğini anlayacaksınız. Ayrıca ilkel toplumlar ideal toplumlardır efsanesinin içi fos bir anlatım olduğunu da göreceksiniz çünkü modern toplumların yaşadığı sorunları onlar da yaşamaktadır hatta belki daha kötüsünü. Elbette katılmadığım noktaları da oldu, zaten her daim tavsiye ettiğim gibi kitap okurken her şeyi olduğu gibi içinize çekmeden, eleyerek yani eleştirerek özümsemeniz gerektiğini hatırlatmak isterim. Bu kitap bana gerçekten güzel şeyler kattı, size de katacağına inanıyorum. Sevgilerimle.
Kitabın çıkışını hatırlıyorum, kitap sipariş ettiğimde reklam olsun diye böyle kitapçıklar falan basıp göndermişlerdi. İlk seferde ilgimi çekmiş olsalar da (bilhassa para ödülü) sonra ilgimi kaybettiğim için unuttum gitti. Sizin anlayacağınız baya bir tanıtım falan yapılmıştı. Ben de ancak kitaplar 10 liraya düşünce aldım, ilk ikisini maalesef, 3. kitabı da gözlüyorum bakalım. Sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyeyim ama bu seriye karşı ilginizi kaybetmesine neden olsun diye değil; genelde aşırı tanıtımı yapılan kitaplardan az biraz şüphelenmek gerekiyor çünkü yaratılan beklentiyi karşılamıyorlar. Bu yüzden sağda solda böyle çok pohpohlanan kitaplar görürseniz (Pi serisi gibi) hemen atlamayın, tecrübe konuşuyor. ☺️ Haliyle Endgame için de aynı şey geçerli, konu fikir olarak fena değil, doyurucu bir kitap olduğunu düşünüyorum ama öyle ahım şahım bir yanı olduğu kanaatinde de değilim. Hatta tecrübeli iki kişiden daha heyecan verici bir kurgu beklerdim, heyecan falan yaratmadı hiç, tek düzel geldi bana. Aksi halde kısa sürede bitirirdim ama bazen bir ya da iki gün okumadığım zamanlar bile oldu, bu yüzden 2. kitabı okumadan önce araya başka kitaplar alacağım, bilesiniz. Yani 2. kitap yorumu için beklemeniz gerekiyor. İpucu ve bulmaca fikri seriyi diğer emsallerinden ayıran bir artı, sayısal yönü güçlü olanlar çözebilir(gerçi çoktan süresi bitti ve duyduğuma göre biri çözmüş bile.). Bundan sonrası biraz spoiler içerir. Seride 12 kadim soyu temsil eden 13 ila 19 yaş arası çocuklar var. Bunların işi Endgame'i bitirmek ve tek olarak hayatta kalmak, üç anahtarı da bulmaları gerekiyor. Bu şekilde Dünya kıyameti yaşarken bu kişi ve onun temsil ettiği soy da hayatta kalan insan soyu arasına girecek ama kalan herkes ölecek. Buna karar verenler kim? "Tanrılar", "Gök İnsanlar" vs. denen uzaylı bir ırk. İşte sözde insan ırkını köle olarak yaratmış ve bildikleri her şeyi öğretmişler vs. vs. vs. Şimdi insanlığı köle olarak kullanmış uzaylı ırk, her ne hikmet ise insan olmanın değerlerini yitirdiği için kıyamete mahkum edilmiş(kölelik de çok insanı bir şey zaten.). Gerçi bu oyunun altından ben daha farklı bir şey bekliyorum, yani sanıldığı gibi öldür ve hayatta kal ve kurtul meselesinden ziyade insanlara "insanlığı" hatırlatma güdüsü de amaçlanıyor olabilir, en azından ben olsam böyle yapardım. İlk kitap Türkiye'de başlıyor Girit soyunun temsilcisi ile ve sonra diğerlerine geçiyoruz. Arkasından sonlara doğru yeniden Türkiye'de Göbekli Tepe'de görüyoruz bir çoğunu ve kitap İngiltere'de sona eriyor. Seride Mu, Giritli, Moğolların Donku mu nedir öyle bir soyu temsil eden bir çocuk, Mu, Amerikan yerlisini, Hintlileri, Keltleri, Sümerleri hatta Aksum krallığını temsil eden var ama ne hikmet ise en az 5 bin yıllık en eski soyların başında gelen Türk yok. Girit'i temsil eden de neden İstanbul'da yaşıyor ise onu anlamadım, diğer herkes kendi ülkesindeydi. Şahsen akıllarınca mesaj veriyordu bence, çok mu paranoyak oldum? :) Yani bu ayrıntılara da az uyuz olmadım, ondan baya gıcık bile kaptım. Şahsen kitapta gereksiz mi gereksiz, fazlalık mı fazlalık bir karakter de var; Christoper denen bebe. Yani kitap boyunca bir faydasını görmeyi, kurgu gidişatını değiştirecek bir şey yapmasını bekledim ama kitap sonunda kendini öldürtmekten başka bir işe yaramadı, hem de en ummadığı kişinin elinden. Bana göre yazarlar onu ekleyerek ciddi bir hata yapmışlar, yük olmuş; sıkıcı ve gereksizdi sahneleri. Hiçbir şey katmadı bize. Sevgilisi Sarah'ın kitap sonrasında ciddi bir karakter değişimi geçirmesi için var olması gerekiyordu ise bilemem ama öyle bir şey olacak ise kız için, bence daha farklı bir şekilde de yapabilirlerdi, bu kadar kambur olmasına gerek yoktu bebenin. Neyse yorum sonuna geldik. Genel olarak "fena değil, idare eder." diyeceğim bir kitap oldu. Okumadığınız için bir şey kaybetmezsiniz.
Daha önce de bu konuda en az iki kitap okumuş olmama rağmen hala arzu ettiğim bilgileri bana sunan bir kitapla karşılaşamadım, bu biraz üzücü. Peki, ben nasıl bir şey arıyorum? Aslında basit, Türkleri İslam'a çeken etkileri ve bunun nasıl olduğunu... Selçukluların Şifresi kitabının ilk bölümünde bu dediğim kısma değiniliyor, haliyle o zamandan beri bu konuda bir çalışma arıyorum ama bir türlü bulamadım. Kitapları internetten aldığım için de içeriğini inceleme şansım olmuyor. Bu kitap ve diğer kitaplar genel olarak gerçekleşen tarihsel sürece değiniyorlar, o da önemli bir hikayenin yarısını teşkil ediyor ama ben diğer yarısını öğrenmek istiyorum artık. Neyse, buluruz inşallah. Kitaba dönersek... Daha önce okuduğum İslamiyet ve Türkler kitabının şöyle bir özeti niteliği taşıyor. Elbette ondan farklı kısımları da yok değil. Kitabın ilk sayfası Hz. Muhammed'in Hendek Savaşı dönemi sırasında bir Türk çadırında oturduğu rivayeti ile başlıyor. Elbette bunu okuyan da hemen o zaman Türkler onun yanındaymış veya benzeri bir şey düşünmesinler. Bu tamamen Türk ve Arapların ilk etkileşimlerine değinmek adına eklenmiş bir açılış bilgisi. "Bilgi eğer doğru ise..." diyor, yazar; "o zaman bu çadır büyük ihtimal ile Arap tüccarlar tarafından Orta Asya'da görülmüş, beğenilmiş ve Medine'ye kadar taşınmış olmalıdır." diyor. Belki tam tersi de olabilir ama biz Türkler çok sıcağı sevmediğimiz için o kadar uzağa taşınmak yahut ticaret için kolayca gitmeyiz gibime geliyor. Yalnız bir burada bir parantez açarak bir duyum aktarmak isterim; ne kadar doğru bir tarihsel bilgi bilmiyorum, heyecan verici olsa da bilgiye şüpheyle yaklaşması en doğru; bildiğiniz yahut çoğu kişinin bilmediği üzere Topkapı Sarayında sergilenen Hz. Osman'ın kılıcı üzerinde KAYI tamgası vardır. Bu kılıcın o dönem Mekke'de yaşayan Kayı boyuna mensup, birkaç nesildir orada yaşayan demirci bir Türk ailesi tarafından yapıldığı söylenir. Hatta bu ailenin Kabé'nin anahtar bekçiliğini yaptığı, fetih sonrası Müslüman olduğu, Hz. Ali'nin şehadeti sonrası kılıcın da alınıp Orta Asya'ya döndükleri ve silsile yoluyla Edepali'ye gelip, oradan da Osman Gazi'ye aktarıldığı hatta Osman ismi burada aldığını söyleyen de var. Bu kişi/ler tarihçi olmadıkları için bilgiye şüpheyle yakmaşmakta fayda var. Lakin gerçekten de Hz. Ali dönemi sonrası Emevi baskısı yüzünden bazı sahabelerin vs. Türk bölgelerine gittiğini Selçukluların Şifresi kitabında okumuştum. Zaten bu yüzden bahsettiğim türde bir kitap arıyorum çünkü Türk ve Arapların İslam anlayışı arasındaki ciddi farklılıkların altında yatan ana sebeplerden biri de Türklerin sahabe yahut sahabe öğrencileri tarafından İslam'ı öğrendikleri; Arapların da Emevi politikaları yüzünden bir nevi çatlama/kırılma yaşayan bir İslam anlayışı ile bugünlere geldiklerini yazıyordu(ilk bölüm). Konuya dönersek. Kitabın ilk bölümlerinde Türklerin sosyal yapısı üzerinde ve tarihe çıkışları üzerinde biraz durulmuş, İslam'ın tebliği ile başlayan süreçten sonrasında bazı paralel aktarımlar yapılmış ve Müslüman Araplar ile Türkler arasındaki ilk temaslara geçilmiş ve 10. y.y.'la kadar bahsettiğim kitabın özeti yazılmış. Benim en ilimi çeken kısım İtil Bulgar Türk Devleti idi; tarihteki ilk Müslüman Türk Devleti bunlardır, Karahanlılar değil. Onların yapısı hakkında bilgi verilmiş, onları ziyaret eden bir Müslüman Arap'ın izlenimlerine kısaca değinilmiş ki bazı hatalı uygulamaları görüp düzeltmiş ama komik bulduğum kısım İtil Bulgarları'nın Müslümanlaşmış olmasına rağmen kadın erkek birlikte aynı nehirde çıplak yıkanıyor olmasıydı; adam da baya şaşırmış bu duruma ve vazgeçirmek için uğraşsa da becerememiş, anlatamamış haram olduğunu. Aslında bu durum o dönem Müslüman olmayan Türkler için bile cidden anormal bir adet, ben bile şok olurdum görsem, o adam kim bilir nasıl olmuştur. :D Yalnız bu adete rağmen zina gibi bir uygulamanın da asla olmadığı izlenimini de aktarmıştır hatta zina edeni kol ve bacaklarından atlara bağlayıp öldürdüklerini de eklemiş. Doğru, bir çok Türk boyu töresinde zina/fuhuş gibi şeylerin cezası ölümdür ama bazılarında kırbaç cezası da vardır, Kur'anda emrettiği gibi. Lakin hangi uygulama daha ağırlıkta o dönem Türk dünyasında bilemiyorum, sanırım ölüm kısmı. Kitapta Karahanlıların Müslümanlaşma şekline de az biraz değinilmiş, bu kısmı hiçbir kitapta okumadığım için hoşuma gitti ve elbette ki ilgimi çekti ama baya işi abartıp mucizevi destan yazmış sonradan gelenler, abartmasak olmaz zaten. :) Genel olarak güzel, faydalı ve değişik bilgilerin de bulunduğu hoş bir özet kitap olmuş. Tavsiye ederim. (Belirtmek isterim ki kitap başlıklara ayrılmak yerine düz bir metin olarak kesiklik olmadan yazılmış ve sadece paragraf yanına küçük başlıklar düşülmüş. Alışık olduğum bir tarz değil ve hoşlandığımı söyleyemem.)
Fazla uzayan serileri -istisnalar hariç- çok sevmiyorum, bir şeyi tadında bırakmak gerektiğini düşünürüm; Katiller Çetesi de bitsin artık dediklerimden ama bu, her yeni kitapla birlikte heyecan ve tadın aşağıya indiği manasına gelmiyor, sadece artık bir "son" görmeyi beklememden kaynaklı. Lydia ile gerçekten her şey yeni başlamış gibi görünüyor, hiç aklımıza gelemeyen şoke edici bir bilgiyle - yahut biriyle demek daha doğru - karşılaşıyoruz. Bundan sonrası azcık spoilera girebilir... Bizimki kitaba kötü bir kazayla başlayıp tam da umduğu gibi arzu ettiği yere gidiyor ama hesapladığından farklı olarak bu sefer "eğitimci" konumuna yükseliyor, "köle" olarak görmüyoruz. Onu bu şekilde görmek bence güzel bir ironi de olmuş. Sonuçta bu kadın zamanında cinsel köle iken şimdi nefret ettiği o eğitmenler, efendiler gibi davranmak zorunda kaldığı için kendi içinde de biraz çatışma yaşıyor. Biraz diyorum ama biraz daha mı çatışma görseydik, bu kadar kolay kabullenme olmasa mıydı, diye düşünüyorum ama diğer yandan Izabel'in geldiği seviyeyi düşününce de sanırım malum seviyede bir çatışma olduğuna kanaate daha yakın gibiyim, yine de en zayıf noktası olduğu için belki bir tık daha? diye düşünmeden edemiyorum. Neyse, çok önemli bir ayrıntı değil, bu kısma okuyucudan ziyade roman yazan biri olarak yaklaştım sanırım. Devam edelim. Şu gizemli suikastçıların başını hala arıyoruz ve bizimkisi için bu köle pazarı gösterisi onun için güzel bir fırsat, eğer ortaya çıkarsa... Kara Kurt kitabında gördüğümüz iğrenç köle pazarının daha düşük seviyelisini burada da görüyoruz, gerçekten dünyada böyle şeylerin olması korkunç bir şey, keşke her şey ayyuka çıksa da millet ayaklanıp bir şey yapsa; duymak ile görmek çok farklı etkiler yaratıyor. Hatta ABD'deki pazara da şöyle bir üstü kapalı değiniliyor kitapta; en son seçimlerde gerçekleşen Pizza Gates vakasını bilen bilir herhalde, ister istemez akla bu geliyor kafadan. Tanıtım yazısındaki yorumların abartılı olduğunu söylesem de... Kitap heyecanlı mıydı? Eh işte, güzel miydi? Evet. Şaşırtan kısımlar oldu mu? "Huaaa" demesem de oldu. Kitap boyunca Fredirick ve Niklas'ın kızı korumak için kendilerince bir şeyler yapması vs. açıkçası Izabel açısından cidden bıktırıcı bir şey, artık rüşdünü ispat etmiş olduğunu düşündüğüm biri çünkü. Diğer yandan Victor ile Izabel'in ilişkisi kitap sonunda resmi olarak sona eriyor; Niklas ve Izabel için bir şans olur mu acaba? Şahsen bu ikisini daha çok yakıştırır oldum Kara Kurt kitabında. Hoş yeni kitapta hepsinin bir araya gelmesi baya zaman alacak bence, her biri ayrı ayrı başını belaya soktu da... Biz yeni kitabı daha bekleriz gibi, şu an tüm seri çevrilmiş durumda. O zaman ben başka kitap yorumlarına geçeyim. :) 4,5 verdim.