Okuma serüvenimde ilk kez bir biyografi okudum galiba. İlk biyografide Şair Cemal Süreya'ya nasipmiş. Öncelikle belirtmeliyim ki bu kitap beğensem de beğenmesem de benim için çok özel. Fakat keşke kitabın içeriği de özel olabilseydi. Olmadı, olamadı. Yazarımız Nazan Arısoy kendi bakış açısından Cemal Süreya'yı anlatmış. Kısaca hayatını ve özellikle aşklarını, eşlerini anlatmış okuyucuya. Fakat bu anlatımın içine kendi ruh dünyasını da koyunca bence çok güzel olmamış. Bu kitap akademik bir kitap olsun demiyorum ama biraz daha derli toplu olabilirdi be Nazancım. Bir bölümde okuduğum bir şeyi diğer bölümde de görmeseydim iyiydi. Bir de kitabın geneline hakim şiirsel dile takıldım ben. Bir şairi anlatıyorsunuz farkındayım fakat şiirsellik biraz fazla kaçmış gibi. Fazla kaçırıyorsanız da diliniz güzel olacak. Bir nevi okunabilir bir şair veya yazar olabilmelisiniz. Yazar bu açıdan benim açımdan sınıfta kaldı. Türkçesi, "Nazan Arısoy bir şiir kitabı çıkarsa galiba okumak istemem." Biyografilerde galiba salt bilgi olması lazım. İçerikte illa ki küçük küçük yorumlar olacaktır. Fakat bunun bir dozu olmalı. Yazar bu dozu kaçırmış. Cemal Süreya'nın ve aşklarının dilinden yazılar, mektuplar vs. yazmak bence pek akıl karı değil. Biz kimiz ki büyük bir şairin düşünce dünyasını, ruh halini şiir gibi yazabilelim. Yazabilseydik eğer zaten yorumlarımda baştan itibaren mükemmel kelimesi çokça geçerdi. Bu dozu kaçmış şiirsellik sebebi ile kitabın atladığım çok yerleri oldu. Yazara -şayet görüyorsa- amatör bir okuyucu olarak tavsiyem, bir yazarın veya şairin biyografisi ile kendi ruh dünyanızı ayırın. Şiirsel bir şeyler yazmak istiyorsanız bunu ayrıca bir kitap çıkararak yapın. Velhasıl minik kütüphanemde yeri çok özel olacak olan bu kitabı pek tavsiye ettiğimi söyleyemem. İyi okumalar. Cemal Süreya kitabı incelemelerim için https://okunmuskutuphane.blogspot.com/search?q=cemal+s%C3%BCreya Şiir kitabı incelemelerim için https://okunmuskutuphane.blogspot.com/search/label/%C5%9Fiir%20kitaplar%C4%B1
Tasavvuf: Tanrı'nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akım (Bknz. https://sozluk.gov.tr/ ) Budizm: Brahman şekilciliğine ve kast sistemine karşı çıkan, soyut metafizik tartışmaları bir yana bırakarak duyguları dizginleme, ahlâken temizlenme, insanları eşit görme, insanlara ve diğer canlılara sevgi ve şefkat duyma.. (Bknz. https://islamansiklopedisi.org.tr/budizm ) www.okunmuskutuphane.blogspot.com Evren ve insan.. Hayat ve insan.. Birbirlerini hiç anlamamış kavramlar bütünü. İnsanlık tarihinden bu yana bu kavramlar filozofların ve tasavvuf ehlinin başlıca düşünme konusunu oluşturmuş. Biz bu evrende neredeyiz ne yapıyoruz niye varız? Düşünün düşünün. Cevabı bulabilen acaba kaç kişi vardır. Cevaplar hangi dine göre nasıl verildi bu da bir tartışma konusu. Fakat cevabı bulabilenlerden bazılarını biz, filozof, tasavvuf ehli, evliya, alim olarak tanımlıyoruz. Enel Hak.. "Ben Allah'ım" demiş vakti zamanında Hallac-ı Mansur. Demiş demesine de idam etmişler adamı, kendisini Allah zannediyor diye. Hallac-ı Mansur neden öyle bir laf etmiş. Anlayabilir miyiz? Zor ama anlamaya ve anlatmaya çalışalım. Siddhartha romanımızın baş kahramanı. Çinli bir Budist. Bir gün babasının evinden evreni anlamak ve dünyanın her türlü nimetinden feragat etmek üzere yola çıkar. Maksadı kendine bir "Mir" bulmak ve ona bağlanmaktır. Evden ayrılışından itibaren tüm dünya nimetlerinden el etek çeker. Dilenir, az yer, az uyur ve acı çeker. Fakat Siddhartha'nın aradığı bu değildir. O anlamak istiyordur aslında. Evreni anlamak, onunla konuşmak, onu özümsemek... Çıktığı bu yolda her şeyden, herkesten bir ders çıkarır kendince. Bir eksiklik vardır. Ne kadar dünyadan uzak kalmaya çalışsa da içinde bir yerlerde hala bir insan taşır. Evrenle bütünleşemez bir türlü. Bunu anladığı anda sıradan dünya hayatına döner, zengin olur. Dünya nimetlerini yeniden tatmaya başlar. Ama çıktığı bu kutlu yol uzun bir aradan sonra ona tekrar seslenir. Siddhartha daveti almıştır. Dünya içinde, sıradan bir insan olarak elde ettiği her türlü nimeti bırakır ve tekrardan kutlu yoluna girer. Bir ırmağa gider, ona akıl danışır, onunla konuşur. Siddhartha evreni anlamak üzeredir artık. Bir süre sonra Siddhartha evreni, insanlığı, ezayı, cefayı her şeyi içinde hisseder. O artık evrendir ve evren O'dur. Siddhartha'nın Buda olmuştur ve insanlık onu bu adıyla tanımıştır artık. Siddhartha yani Buda artık Nirvana'ya ulaşmıştır. Yahu bu adam ne anlatmış? Tasavvuf demiş, evren demiş, insan demiş, nirvana demiş, Enel Hak demiş, Hallac-ı Mansur demiş. Ne demiş bu adam? Düşünmek dediğimiz yani felsefe dediğimiz şey bir yönüyle hayatı, evreni anlamaya çalışmak değil midir? Her düşünen bir insan değil midir? Aradığı cevapları bulanlara biz bir dönem Mevlana, Hallac-ı Mansur, Yunus Emre demedik mi ey insanlık. Çinliler cevabı kendi yoluyla bulana Siddhartha yani Buda demiş. Yollar, zamanlar, hayatlar, araçlar farklı ama bence tüm inanışlarda ortak bir felsefe var. Allah'ı bulmak. Bu kitabın konusu Buda belki farkında belki değil ama bence O'da Allah'ı aramıştı. Mevlana'dan tek farkı belki de bunu kendi kendisiyle, kendinden yok olarak yapmıştı. İslam felsefesinde nefsi öldürmek galiba bu oluyor. İşte İslam felsefesiyle Buda'nın buluşma noktası bu kavramdı bence. Nefsi öldürmek! Bu kitabı okurken bu kavram sonuna kadar bana eşlik etti. Bir budist değilim ama Budizm felsefesini az çok İslam felsefesi özelinde anladım galiba. Felfesefeler, inanışlar, roman ve karmakarışık aklımla baş başa kaldınız. Biraz da manadan çıkıp maddeye yönelelim. Hermann Hesse'nin Siddhartha kitabı başlarda "beni sarmaz, muhtemelen yarım bırakırım" gibi ön yargılarıma rağmen başından sonuna bir solukta okuduğum ve Nobel Edebiyat ödülünün yanında "Okunmuş Kütüphane'nin kitaplığında çok güzel bir yer edinme" ödülünü de almış bir roman, bir hayat hikayesi olmuştur. Kesinlikle tavsiye ettiğim ve tüm inanıştaki insanlar açısından okunması gereken bir kitap. İyi okumalar. Diğer roman incelemelerim için http://okunmuskutuphane.blogspot.com/search/label/romanlarc
Size de olur mu bilmem ama ben ara ara okuduğum kitaplardaki daha doğrusu beni etkileyen kitaplardaki yerleri ziyaret etmek isterim. Bu ziyaret isteği Balzac'ın Vadideki Zambak ismindeki kitabında olmuştu mesela. Yanlış değilsem kitabın bir yerinde bir nehir ve köprü vardı. O köprüde aşıklar intihar ediyordu. O nehire ve köprüye çok gitmek istemiştim. www.okunmuskutuphane.blogspot.com Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ı ile Vadideki Zambak'ın ne alakası var diyebilirsiniz. Alakası yok tabi. Haklısınız. Ama belki bir yönden bu iki kitap benim içimde alakalı. İki kitapta da hikayenin geçtiği yerleri görmek istedim. Tam bunu derken Bab-ı Esrar'a bir baktım. Ne göreyim. Kitap tamamen Konya'da geçiyor ve Allah'ın benim için biçtiği ve şu an hala yaşıyor olduğum ömrümün tamamı Konya'da geçiyor. Bu şimdi nimet değil de ne. Herkes İstanbul'u yazıyor fakat Ahmet Ümit bizim Konya'yı seçmiş. Nam-ı diğer Gonya. Ne kadar heyecanlıyım anlatamam. İçeriğe ayrıca değineceğim ama bir düşünün yahu. Siz! İstanbul ahalisi! Her kitap sizin sokaklarınızda geçecek değil ya! Kitabın baş kahramanı Karen yani Kimya Hanım bizim Konya'nın sokaklarında cinayet kovalıyor! Mevlana Türbesi'ne gidiyor yahu. Benim evden yürüsem 20 dakika çeker. Kimya Hanım! O kaldığın otel var ya. O otelde muhtemelen daha iki saat önce önünden geçtiğim caddenin oralarda bir yerlerde. Yürüdüğün yolları kaç kere arşınladım, baktığın manzarayı kaç kere seyrettim kim bilir. Bu ne kadar değerli bir şey anlıyor musunuz diğer şehirliler! Kısaca Konya dışındaki sevgili vatandaşlarımızı Bab-ı Esrar'ı yaşamaya ve tabi ki Mevlana Hazretlerini ziyarete Konya'ya davet ediyorum. Kısa Konya davetimden sonra Ahmet Ümit'in beni utandırdığını da söylemeden edemiyorum. Yıllardır Konya'da yaşıyorum, Karen'in geçtiği yollardan binlerce kere geçtim ama maalesef Konya'yı ve Mevlana Hazretlerini ve felsefesini tam olarak tanıyamamışım. Bu eksikliğimi en kısa zamanda gidereceğim inşalllah dedikten sonra kitaba geçiyorum. Ahmet Ümit'in ikinci kitabını okudum ve buradaki( http://okunmuskutuphane.blogspot.com/2019/09/beyoglu-rapsodisi-ahmet-umit.html ) incelememde de belirttiğim üzere bu adam kesinlikle polisiye dışındaki türleri denemeli. Kitabın galiba yarısını geçtiğim halde cinayetin adı tam olarak konulmamıştı. Tamam ortada ölüler var fakat cinayetin adı tam olarak konulmamış. Bu durum beni sıktı mı peki? Kesinlikle sıkılmadım. Başkahramanımız Konya'lı bir babanın kızı olan Karen nam-ı diğer Kimya Hanım İngiltere'den çalıştığı sigorta şirketinin Konya'da meydana gelen bir otel yangınını araştırmak üzere sigorta şirketi tarafından doğduğu topraklara yani güzel Konyamıza gelir. Anlayacağınız Kimya Hanım bir sigorta eksperidir. Yangın neden çıkmış, nasıl çıkmış araştırırken ortaya bir cinayet daha çıkar. Aslında bir cinayetten fazlası çıkar. Ahmet Ümit Beyoğlu Rapsodisinde ( http://okunmuskutuphane.blogspot.com/2019/09/beyoglu-rapsodisi-ahmet-umit.html ) yaptığı gibi tarihe dokunmuş yine. Bunu da Mevlana şehri Konya sokaklarında katil araştırırken Şems'in cinayetine de el atmasıyla yapmış. Yazarımız bu irtibatı Kimya Hanım'ın manevi yönünü tetiklemiş ve bu manevi etki ile Karen'i Şems cinayetini araştırmaya da itmiş. Yani anlayacağınız ortada cesetler var. Bu cesetlerden bir tanesi de Şems-i Tebrizi'ye ait. Peki katiller kim? Tüm cesetlerin katilini kitabın sonunda öğreneceğiz ama Şems-i Tebrizi'nin katili tarihi bir faili meçhul olarak kalmış ve galiba kalmaya da devam edecek. Velhasıl yine bir solukta okunabilecek bir Ahmet Ümit romanı Bab-ı Esrar. Kesinlikle hem edebi yönden ve hemde bir Konyalı olmamdan ve kitabın da Konya'yı tarihiyle ve mekanıyla konu edinmesinden mütevellit kesinlikle okunması gereken bir kitap. Şiddetle okumanızı ve Richter ölçeğiyle ölçülemeyecek derecede şiddetli bir şekilde güzel Konyamızı ziyaret etmeniz ve hatta bu kitabı Konya'da yalayıp yutmanız tavsiye olunur. İyi okumalar. Diğer roman incelemelerim için http://okunmuskutuphane.blogspot.com/search/label/romanlar Ahmet Ümit kitapları incelemelerim için http://okunmuskutuphane.blogspot.com/search?q=ahmet+%C3%BCmit
www.okunmuskutuphane.blogspot.com Çok çok uzun bir süredir yeniden el atılmayı bekleyen bir romandı Kar, minik kütüphanemde. Vakti zamanında çooook çoook uzun seneler önce elime almış, okumaya başlamış fakat devamını getirememiştim. Arada sırada bu şekilde yarım bıraktığım kitaplara bir şans daha veririm. Bu kitaba da bu şansı verdim ve tekrardan okumaya başladım. Sonra bir gün, bir akşam yine "şu kitabı bitirmeliyim" mantığı ile okumama devam ederken bir anda kitabı koltuğun üstüne hafifçe fırlattım. Velhasıl bu kitap gene bitemedi. Yaklaşık 140 civarı sayfalara geldim ama inanın devam edemedim. Belki bu yazıyı okuyup beni "adam nobel almış fakat eleştirilere bak" deyip eleştirenler olacaktır. Evet nobel almış almasına da benim gibi sade bir vatandaşın ve sade bir okurun beğenisini alamamış Orhan Pamuk, Kar romanı ile. Belki yüksek bir edebiyat tekniği ile yazılmıştır bu roman. Belki de konusu beni aşıyordur bu romanın. Olabilir. Belki ben Orhan Pamuk'u anlamıyorumdur. Bu da olabilir. O zaman bu kitap benim açımdan bir işkence oluverir, olmuştur da. Anlayacaklara iyi okumalar dilerim. Her ne kadar bu romanı bitiremesem de üç beş bir şey söylemem lazım müstakbel okuyuculara.Kitabın arka kapağında New York Times, Orhan Pamuk ile ilgili şöyle demiş; "O ne bir ideolog, ne bir siyasetçi, ne de bir gazeteci. Orhan Pamuk büyük bir romancı". Üzülerek sadece bu kitabı değerlendirerek New York Times'a şu mesajı iletmeden edemiyorum. Külliyen yalan. Bu kitap tamamen siyasi içerikle yazılmış. Başörtülü kızlar, onların intiharları, cemaatler, şeyhler, tarikatlar, sağcılar, solcular vs. vs. Bir yazar siyasi içerikli bir roman yazamaz mı? Elbette yazabilir. Ama salt edebi olarak kitaba baktığımızda beni hiç mi hiç sarmayan bir dil karşımdaydı. İçeriği geçtim ama Orhan Pamuk benim gözümde dilinin ve üslubunun kurbanı oldu. Ama yine de kapıyı kapatmıyorum. Belki başka kitaplarda buluşuruz Orhan abi. Ha! Bir de... Orhan abi be! Biz Türkler olarak genelde simit, poğaça satanlara "simitçi" deriz. Yani "Merhaba poğaçacı" değil "Merhaba simitçi" :) Bu arada Orhan Pamuk'un selam verdiği simitçi abi selamı alınca hakkın rahmetine kavuşmuş. Allah rahmet eylesin. Haaaa bir de aşağıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere sevgili yazarımız "Pkk'lı teröristlere", "Pkk'lı gerillalar.." demiş. Orhan abi! Hala anlamadıysan bir de ben anlatayım sana. "Pkk'lı gerillalar" dediğin adamlar aslında bildiğin ama anlamak istemediğin ve aslında malumun olduğu üzere "TERÖRİST" "Ya yok. Sen olayı anlamamışsın sevgili okur. Orhan Pamuk aslında kendisi demedi gerilla lafını. Karakteri konuşturuyor ya. Karakter ,teröristlere gerilla diyor" diyenlere sözüm de şudur ki; Hı! Hı! Tabi tabi. Aslında bende Karahanlı'nın oğlu, Polat Alemdar'ın kardeşiyim aslında da, hapşuruk sayısını tutturamayınca işte olmadı. :)))) Velhasıl, yukarıda diyeceğimi dedim. Takdir Yüksek Okuyucunundur. Arz ederim.
Ne diyeceğimi bilemiyorum aslında. Didem Madak'dan sonra beni etkileyen ikinci kadın yazar/şair Ayfer Tunç oldu galiba. Kitabı anlatmadan baştan diyebilirim ki bu kitabı kesin okuyun. Ayfer Tunç'un, Suzan Defter isimli romanı her ne kadar üzerinde roman yazsa da aslında tam olarak roman sayılmaz. Kitapta biri erkek diğeri kadın iki karakterin yaklaşık bir aylık günlüklerini okuyoruz. Bu yönüyle bu kitaba tam olarak roman diyemiyorum ama anlatı denilebilir. https://okunmuskutuphane.blogspot.com/ Bu günlükleri okuduğunuzda eşlerinden boşanmış, etrafları kalabalık olsa da aslında tek başlarına kalmış ve melankonik bir hava içinde hayatlarını sürdüren bir erkekle bir kadının hayatını kısaca okumuş oluyoruz. Bir aylık bile tutmayan bu günlükler aslında okuyucuyu ara ara karakterlerin geçmişlerine de götürmüş. Böylece karakterlerin hayatlarını da az çok okumuş oluyorsunuz. Dil çok güzel ve akıcı. Bir bölümü/günü bitirdiğinizde diğerine geçmek için can atıyorsunuz. Kitabın çoğu yerinde anlatılan olayların/olguların dile getirilişi benim yazarın bir hayranı olmama sebep oldu. Çok... Çok ama, çok kere bir cümleyi ya da bir bölümü bitirip kitap daha elimdeyken düşüncelere daldım. Minnacık bir kitap ama kocaman ruhlar var bu kitabın içinde. Ayfer Tunç, benzer erkek ve kadın karakterleri bir şekilde bir dönem için birleştirmiş. Çok da iyi etmiş. Yalnız kafama takılan bir kaç şey var. Onları da söylemeden duramayacağım. Kadın karakter Derya'nın abisini bu kadar çok sevmesini bir türlü çözemedim. Bu kadar sevgi biraz fazla olmamış mı sevgili Ayfer Tunç? Bir de erkek karakter kadını yani Derya'yı, Derya olarak değil de Suzan olarak tanıyor. Bunu çözemedim. Kitabın bir yerinde bunun nasıl olduğu yazılıysa da demek ki ben kaçırdım. Yok ben kaçırmadıysam aydınlanmak istiyorum. Son olarak kitabın yani günlüklerin sonu sanki yarım kalmış gibi. Sonunu söylemeyeceğim okuyucunun tadını kaçırmamak adına ama ne bileyim devam etse bir şeye bağlansa, kadınla erkek zaten güzel anlaştılar evlenselerdi ya da birisi ölseydi filan. Belki de birazcık Türk filmi tadında gibi şeyler istiyorum ama bu kadar güzel bir kitap ve sonunda yoksunluk hissi... Son olarak okuyucuya tavsiyem bu kitabı kesinlikle okuyun ancak bir şeye parmak basmak istiyorum. Kitabı elinize aldığınızda 16 kasım cuma günü ile hikayeye/günlüklere başladınız. Bir baktınız karşı sayfada da aynı tarih var. Bu kafanızı bulandırmasın. Kitap her iki karakterin günlüklerinin sırayla basılması ile oluşmuş. Yani önce erkeğin sonra kadının günlüklerini okumayacaksınız. Aynı günü hem kadından hem erkekten dinleyeceksiniz. Size tavsiyem önce birinin günlüklerini bitireyim sonra diğerini bitireyim demeyin. Olayın sıcaklığını kaçırmayın böyle yaparak. Son dedim ama, son bir son daha eklemem lazım :) Kitabı elinize aldınız soldaki sayfayı okumaya başladınız. Şuna da dikkat edin. Soldaki günlükler erkeğe hemen karşıdaki sayfada yani sağdaki sayfadaki günlükler ise kadın ait. Karışmasın rica ediyorum. Soldaki ilk sayfayı okudunuz hemen sayfayı çevirin ve devamına yani yine sol ve arka sayfaya geçin. Biraz karışık olmuş olabilir ama okuyunca anlayacaksınız. İyi okumalar.. Diğer roman incelemelerim için https://okunmuskutuphane.blogspot.com/search/label/romanlar